İlk yorumu siz yazın!
The Crown: Netflix'ten Kraliyet Üzerine Bir Güzelleme
Kraliyet ailelerinin yaşam tarzı, aile ilişkileri ve entrikaları her daim biz fanilere çekici gelmiştir. Hayatta her istediğini elde etme imkanı olsa da onlar da bizim gibi sudan sebeplerden kavga eder, pişmanlıklar yaşar, kalp kırar ya da aşık olurlar mı acaba? Gerçek bir kraliyet üyesiyle tanışana kadar (!) bu sorulara alacağım en net cevaplar tabii ki edebiyat, televizyon ve sinema dünyasından gelecek. Şimdiye kadarki en etkileyici kraliyet filmlerinden biri olan “The Queen”in Oscar adayı senaristi Peter Morgan’ın kaleminden çıkan “The Crown” bir televizyon dizisinin çok üzerindeki kalitesi ile insanı başka bir dünyaya, soyluların hayatına yakından bakmaya davet ediyor.
-Bu yazı Eylül 2018’de, ikinci sezon detaylarıyla güncellenmiştir.-
İngiliz kraliyet ailesinin gelmiş geçmiş en güçlü hükümdarlarından biri olan, en uzun süre tahtta kalan hükümdar olarak da tarihe geçen ve hala hüküm süren Kraliçe II. Elizabeth’in taç giymesiyle başlıyor The Crown. Alışageldiğimiz beyaz saçlı, tecrübeli ve sert görünümlü kraliçeden farklı birisi 25 yaşındaki Elizabeth. Kekeme kral olarak da bilinen babası Kral VI. George çok sevilen bir hükümdar olsa da genç yaşta hayata gözlerini yumduğunda herkes gibi büyük kızı ve veliahtı genç Elizabeth de şokla birlikte yasa bürünür. Omuzlarında taşıdığı yük böyle başlar- bir gecede, ansızın, hiçbir uyarı ya da hazırlık olmadan, adının önüne konan Kraliçe ünvanıyla bildiği hayattan, kişilikten ve en önemlisi ölümlü duygulardan arınmak zorunda kalan genç bir kadındır artık. Birçoklarının hatırlattığı gibi, Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi olarak insanlığa yol gösteren hükümdarlar arasından en etkileyici olanlar kraliçeler olmuştur Birleşik Krallık tarihinde. Adaşı Kraliçe I. Elizabeth ve kendinden önce en uzun tahtta kalan hükümdar olan Kraliçe Victoria gibi beklentileri karşılayabilecek midir acaba? Herkesin sandığının aksine monarşi insandan ötedir, süreklidir, katidir, ebedidir ve herkes gibi Elizabeth de bu dönüşümü yaşayarak anlamak zorundadır. İzleyici olarak bu dönüşüme şahit olmak da The Crown’u en çekici kılan öğelerin başında geliyor.
Dizinin başında babası hayattayken evlendiği Philip birçok kişi tarafından Elizabeth’e uygun görülmese de kendisi seçimini çok küçük yaşta yapmış ve bir aşk evliliği yapmanın sevincini taşımaktadır ilk yıllarda. Elizabeth’in aksine umarsız ve eğlence düşkünü bir kişilik olarak yansıtılan Prens Philip aslında birçok konuda sarayın modernleşmesi ve kraliyetin halkla daha sağlıklı iletişim kurması için rol oynamaya başlar. Çoğu zaman kendine ait bir işi olmadığından yakınan Philip görevlerinin en büyüğünün Elizabeth’i her daim korumak ve kollamak olduğunu baştan beri bilmesine rağmen tecrübe ederek idrak etmeye başlar. Bir eş veya hükümdar olarak ne kadar farklı bir dinamiğe yol açtığını Elizabeth’le beraber izleyip görmek dizinin en güzel yanlarından bir tanesi.
The Crown’un tarihsel gerçeklerine gelecek olursak, insanı günümüzde yaşanan düzen değişikliği ve liderlerin manifestoları üzerinde derin düşüncelere itiyor senaryoda işlenen olaylar. II. Dünya Savaşı’nın yaraları henüz taze, toplum yorgun ve yıpranmışken, dünyada yeni bir düzen oluşturulmaya çalışılırken ve en önemlisi emperyalizm giderek yara alırken monarşinin ayakta tutulması nasıl mümkün olabilirdi? Öyle bir süreç ki bu, ilk yıllarda tahta çıktığında kimsenin bu görevin altından kalkabileceğine ihtimal vermediği Elizabeth’i, bugün hâlâ başında olduğu Birleşik Krallık’ı yüceltmekte elzem bir rol oynayan Winston Churchill sayesinde hükümdar olarak kişiliğini oluştururken izliyoruz. Churchill ve onun gibi eski dünya görüşüne, monarşi köklerine ve tacın sembolize ettiği bu rüyaya tanıklık eden Elizabeth’in büyükannesi Kraliçe Mary önemli rol modelleri olurlar genç hükümdarın hayatında. Her tarihsel dramada olduğu gibi gerçek olayların çevresinde dönen konular asla doğruluğu onaylanmayacak dedikodular ile renklenir bu dizide de. Elizabeth’in, tarih sayfalarına adını skandallarla yazdıran ve boşanmış bir kadınla evlenmek uğruna tacından ve tüm ayrıcalıklarından vazgeçen amcası, güzel ve geri planda olmaktan hoşlanmayan kız kardeşi ve babasının ölümüyle sarsılan annesi soyluların hayatının arka planında neler yaşandığını bir bir gösterirler izleyicilere.
Netflix’in şimdiye kadarki en pahalı prodüksiyonu olma özelliğini taşıyan The Crown’u sezonun diğer drama türündeki dizilerinden ayıran kesinlikle film kalitesindeki eşsiz görüntü yönetimi ve kusursuz senaryoyla ölümsüzleşen oyunculuklar. Başroldeki Claire Foy, Altın Küre ile taçlandırdığı oyunculuğuyla ileride adını çok duyacağımız bir yıldıza dönüşüyor. Bugüne kadar Doctor Who serisiyle ün yapan Matt Smith de Prens Philip rolünde en az Foy kadar dikkat çekici ve beraber dinamiklerini izlemek çok keyifli. Benim için The Crown’un en sıradışı oyuncu seçimi Churchill’i oynayan ve kadrodaki tek Amerikalı olan John Lithgow. Komediye daha çok yakıştığı yanılsamasına kapıldığım Lithgow kendisiyle can bulan bu tarihi karakteri o kadar etkileyici portrelenmiş ki sadece onu izleyeceğimiz ayrı bir dizisi olmasını diledim! Tarihsel mekanları, kostümleri ve aksanları birebir hayata geçiren tüm ekip En İyi Drama Dizisi dalında Altın Küre’yi sonuna kadar hak ettiklerini gösteriyor. Son olarak, ironik ama ilk duyacağınız şey halbuki, dizinin tema müziğine imza atan Hans Zimmer’in müthiş başarısından bahsetmeden geçemeyeceğim; insanın iliklerine işleyen türden bir giriş oluyor her bölümde.
Birinci sezonuyla Kraliçe Elizabeth’in tahta geçişini en dikkat çekici olaylarla ekrana yansıtan dizi, ikinci sezonda hükümdar olarak rolüne daha alışmış fakat aile içerisinde daha huzursuz bir kraliçe imajı ile karşımıza çıkıyor. Yeni yürek sancıları ile yıldızı bu sezonda iyice parlayan Prenses Margaret rolündeki müthiş güzel ve yetenekli Vanessa Kirby’ye eşlik eden Matthew Goode da ikinci sezonda izlemeye doyamadığım oyunculardan oldu. İkinci sezonun en üzücü yanı çok sevdiğimiz bu muhteşem kadroyu son izleyişimiz oluşuydu… Netflix daha önce yaptığı açıklamaya sadık kalarak iki yılda bir kadronun yaşlarına uygun oyuncularla değiştirileceğini doğruladı. Üçüncü sezonun 1964-1976 yılları arasında geçeceği açıklandı ve yeni Kraliçe Elizabeth rolü The Night Manager ve Broadchurch dizilerinden de tanıdığımız usta oyuncu Olivia Colman’a verilirken Prens Phillip Rolü karakter oyunculuğuyla tanınan Tobias Menzies’e verildi. Çarpıcı Prenses Margaret karakterine bu sezon hayat verecek kişi ise hepimizi aşırı heyecanlandıran bir seçimle eşsiz oyuncu Helena Bonham Carter… Prensesin eşi rolünde izleyeceğimiz Ben Daniels da kadroya katıldığı için onur duyduğunu paylaşan isimlerden biri oldu. Kemikleşmiş bir oyuncu kadrosunun tamamen yeni yüzlerle değiştirilmesi herkesi şok etse de dönemsel ayırımlar ve yaş gerçekçiliği için doğru bir adım olacak gibi görülüyor. Son olarak hatırlatalım, üçüncü sezon en erken 2019’da yayına başlayacak. O zamana kadar ilk iki sezonu ve kurucu kadroyu doya doya yeniden izleyecek olan tek hayran ben değilim sanırım; çok yaşa Kraliçe!
İlginizi çekebilir: Gökhan Erdem’den En İyi Belgesel Diziler (2018)
The Crown’u izlemek ve daha detaylı bilgiye sahip olmak için Netflix’in web-sitesini ziyaret edebilirsiniz.
Tudors'tan sonra farklı bir deneyim olacağı kesin. Listeye alındı.
Teşekkürler efendim.
Canan, uzun zamandan sonra yazını okumak çok sevindirdi beni! The Crown'u izlediğim için mutluyum. Beni beklediğimden çok etkiledi, (normal olarak) pek aksiyon olmamasına rağmen heyecanlandırdı. O yüzden 2 günde bitirdim ilk sezonu 🙂 Yeni sezonları da heyecanla bekliyorum. Kalemine sağlık 🙂
Çok teşekkür ederim Lisya! Ben de hem İngiliz tarihine ve kültürüne olan ilgimden hem de mükemmel prodüksiyon ve oyunculuklardan etkilenip iki günde bitirdim ilk sezonu! Kendimce tarihsel olaylar hakkında okuduktan sonra da tavsiyelerimi yazmak istedim 🙂 devamını ben de heyecanla bekliyorum!