Mastercard’ın Yurt Dışı İndirimleri: Avrupa’dan Güncel Etkinlik Takvimi
Üç dilek hakkınız olsaydı, neler isterdiniz? Bol bol seyahate çıkmak, alışveriş yapmak, güzel etkinliklerin peşinden gitmek, şeflerin sofralarına konuk olmak, sergiler gezmek… Biz de üç dilek hakkının dünyanın nabzını tutmak isteyecek Magger’lar için az olduğunun farkındayız. O zaman sihirli lambalarınızı rafa kaldırın ve sizi Mastercard Silver Logolu kart sahiplerinin paha biçilemez bir seyahate çıkmak için sahip olduğu ayrıcalıklar ile tanıştıralım. Hem de 25 Ekim ile 31 Aralık tarihlerini kapsayan muhteşem iki kampanyaları da bulunuyor! Kampanya döneminin tam Avrupa’da katılmak istediğimiz birçok etkinliğe denk gelmesi ise sanıyoruz ki sihirli lambanın işi.
Bu yaz sosyal medyada bir akım vardı: “Seyahat etmek için seyahat etmen gerektiğini fark ettiğin ‘o an’.”, hatırlıyor musunuz? Aslında bu videolarda yüzlerce sosyal medya fenomeni, havalimanında geçirilen vaktin ne kadar bunaltıcı olduğundan bahsediyordu. Fakat biz, Mastercard‘ın Silver Logolu kart sahiplerine 25 Ekim ile 31 Aralık tarihleri arasında duty-free alışverişleri için sunduğu %20 indirim ile bu akımı da yazda bırakmaya kararlıyız. Üstelik, Mastercard’ın aynı dönem sunduğu ayrıcalıklar burada bitmiyor; yurt dışındaki restoranlarda da %20 indirimden yararlanmamızı sağlıyor. Mastercard’ın bu ayrıcalığından faydalanmak için tek yapmanız gereken priceless.com’dan ilgili kampanyaya kayıt olmak. O zaman Oscar Wilde’ın da dediği gibi “Korkusuzca seyahat edin.” sözünü uygulayalım ve Avrupa’nın önümüzdeki günlerde en keyifli etkinliklerinin peşine düşelim. Gerisi, Mastercard Silver Logolu kartlarımızda!
Mastercard ile Avrupa Rehberimiz
Zürih, Bernina Express
Seyahat listemizin en başında büyülü bir deneyim geliyor. Fakat ilk olarak bir adım geriye atalım. Çünkü Bernina Express’i konuşmadan önce trenin kalkış noktası Chur’dan yalnızca 1 saat uzaklıkta olan Zürih’ten bahsetmek istiyoruz. Zürih; bize sorarsanız Avrupa’nın çağdaş sanat ve geleneksel yemekler konusunda en keyifli noktalarından biri. Sonuçta hangimiz, fondülere bayılmıyoruz? Tam da bu sebepten dolayı Zürih için kapsül bir seyahat rehberimiz bulunuyor; İsviçre’nin en büyük çağdaş sanat müzesi Kuntshaus Zürih’teki yeni Marina Abramović sergisini ziyaret edin; Zürih’ten 30 dakikalık toplu taşıma ile ulaşabileceğiniz Bruno Weber’in fantastik realist dünyasını yansıtan Bruno Weber Park’ta hayallere kapılın, son olarak Mastercard Yurt Dışı Restoran indiriminden de faydalanabileceğiniz Zeughauskeller’de röşti, fondü gibi geleneksel lezzetleri deneyimleyin. Sonra ise sırada Bernina Express var!
Bernina Express, sosyal medyada fotoğraflarını gördüğümüzde bazı sihirli dünyaların gerçek olabileceğini gösterecek kadar büyülü bir tren yolculuğu. Zürih’e 1 saat uzaklıktaki Chur’dan başlayan bu deneyim, İtalya’nın Lombardiya bölgesindeki Tirano şehrine kadar devam ediyor. Bu sırada ise bize; muhteşem manzaralar eşliğinde dağların, ormanların, kısacası doğanın keyfini çıkarmak kalıyor. Bernina Express, kesinlikle bizim Avrupa’da yaşamak istediğimiz deneyimlerin en başında yer alıyor!
Venedik, Biennale Arte 2024
Şimdi de İtalya’nın en romantik şehirlerinden birine doğru gidiyoruz. Bizce kasımda Venedik bir başka! Üstelik Biennale Arte 2024 hâlâ devam ediyor. 28 Kasım’a kadar devam eden Biennale’ye uğramadan önce gelin, Venedik’in kanallarında kısa bir yolculuğa çıkalım. Ponte di Rialto’daki köprüyü ziyaret ederek başladığınız yürüyüşü Piazza San Marco’da meydanı izlerken bir içecek ile sonlandırın. Seyahatiniz boyunca Galleria dell’Accademia’da Bellini ve Carpaccio gibi muhteşem sanatçıların Rönesans eserlerini inceleyin ve bir gününüzü rengârenk evlerin sıra sıra dizildiği Burano’yu keşfetmeye ayırın. Ardından ise tabii ki sırada bütün sanat dünyasının gözü üzerinde olan Biennale Arte 2024 var!
Biennale Arte 2024, bu sene ilk defa Latin Amerikalı bir küratör tarafından düzenleniyor. Adriano Pedrosa’nın çeşitliliği ön plana çıkardığı sergide çevresel sürdürülebilirlik ve eşitlik kavramlarının altı çiziliyor. Üstelik bu sene Yaşam Boyu Başarı için Altın Aslan kazanan isimlerden biri ise Nil Yalter. Kendisi üretimlerine Paris’ten devam eden Türk bir sanatçı!
Köln, Christmas Market
Büyülü bir deneyimden büyülü bir zaman dilimine geçmeye ne dersiniz? Tabii ki Christmas Market’lerden bahsediyoruz! Köln Katedrali’nin önüne 150’den fazla tezgâh ile kurulan Christmas Market, her sene 4 milyondan fazla katılımcı ile gerçekleşiyor. Bu katılımcılar arasında ise birçok Magger’a denk gelmeniz, mümkün! Almanya’nın en büyük Christmas Market’i olan Köln; geleneksel lezzetler, muhteşem tasarım eşyalar, buz pateni, koro gösterileri gibi özellikleri ile Noel’in ruhunu büyülü bir şekilde yakalıyor.
18 Kasım’dan 23 Aralık’a kadar devam eden bu Christmas Market’e uğradıktan sonra Köln’e çok yakın olan diğer küçük şehirlere gidebilir; Noel ruhunu daha da yerel bir şekilde deneyimleyebilirsiniz. Listemizdeki şehirler arasında; Köln’e yaklaşık 40 dakika tren yolculuğu mesafesinde bulunan ve Ren Nehri kıyısına kurulan Düsseldorf, yaklaşık 2.5 saat tren yolculuğu mesafesinde bulunan Heilderbeg Christmas Market bulunuyor.
Milano, Alışveriş ve Milano Music Week
Alışveriş yapmayı sevenler, yılın her zamanı Milano’ya keyifle gelebilir. Çünkü Milano, neredeyse her hafta özel bir etkinlik düzenleyen ender şehirlerden biri. Yalnızca Moda ve Tasarım Haftaları’ndan bahsetmiyoruz. Spirit de Milan’da ayın her ilk pazar günü caz müzik dinletileri ve tasarımcıların özel ürünleri bir araya geliyor; bir hafta sürdürülebilirliği kutluyor, diğer hafta Atina’dan gelen bir derginin pop-up etkinliğine katılıyoruz. Şimdi ise alışveriş sevgimizi Milano Music Week ile birleştirme zamanı. Çünkü şehrin tarihi eserleri, müziğin ritmi ile buluşmak üzere. Tarihimiz ise 18 ile 24 Kasım arası.
Milano’ya alışveriş yapmak için gelenlerimizi ilk olarak çok özel tasarımların bulunduğu meşhur Galleria Vittorio Emanuele II’ye alalım. Her köşesinde muhteşem İtalyan tasarımcılar ile karşılaşacağınız bu adresimizde Milano’nun en meşhur ve geleneksel pastanesi La Pasticceria Marchesi ile iş birliği gerçekleştiren Prada’nın kafesine uğramayı unutmayın. Ardından dilerseniz yürüyerek dilerseniz toplu taşıma ile çok hızlı bir şekilde Brera’ya ulaşabilirsiniz. Brera, özellikle İtalya’nın yerel tasarımcıları ile tanışmak isteyenler için muhteşem bir adres. Burada çok özel kırtasiye ürünlerinden dünyada yalnızca sayılı sayıda bulunan vintage ürünlere, yeni nesil tasarımcıların çantalarından sanat eserlerine kadar her şeyi bulabilirsiniz. Alışverişinizi tamamlandığınızda ise sahneye Milano Music Week geçiyor. Arco della Pace, Parco Sempione, Castello gibi şehrin tarihi noktalarını 18 ile 24 Kasım arasında müzik eşliğinde keşfedebilirsiniz.
Amsterdam, 13. Amsterdam Light Festival
Bir tahminde bulunacak olsaydık; bu yazıyı okuyan çoğu kişinin üniversite döneminde Amsterdam’a gittiğini söylerdik. Şimdi, çok özel bir deneyim yaşamak adına Amsterdam’a 28 Kasım ile 19 Ocak tarihleri arasında yeniden dönüyoruz. Tabii, Mastercard Silver Logolu Kart sahiplerinin duty-free ve yurtdışı restoran ayrıcalıklarından faydalanabilmesi adına bizim önerimiz; 31 Aralık tarihine kadar ziyaretinizi tamamlamanız. Zaten Avrupa’da Noel tatili olduğu için bu festivalin ruhu özellikle sene sonunda çok daha keyifli oluyor.
13. edisyonu ile karşımıza çıkan Amsterdam Light Festival; şehri sanat ile buluşturuyor. 22 sanatçının 27 eserinin bir araya geldiği festivalde kanallar sanat eserleri ile renkleniyor; unutulmaz kano yolculukları, kanal kenarında yürüyüşler gerçekleşiyor. Bir açık hava müzesine dönüşen Amsterdam, şehri ziyaret edenlere unutulmaz bir deneyim sunuyor.
Londra, Winter Wonderland
Tiyatro gösterileri, konserler, dünyanın dört bir yanından gelen şeflerin kurduğu sofralar, pop-up etkinlikler, muhteşem sergiler… Londra; her ziyaretimizde başka olasılıkların kapısını açan, defalarca geçtiğimiz sokaklarında her seferinde bizi yeniden şaşırtan bir şehir. Bizim Londra’yı ziyaret etmek için en sevdiğimiz zamanlardan biri ise aralık ayı. Çünkü Hyde Park’ta 21 Kasım’da Winter Wonderland kuruluyor!
Winter Wonderland, her yaşımızda ziyaret edebileceğimiz ve her seferinde çok eğlenebileceğimiz aktiviteler bulabileceğimiz muhteşem bir kış deneyimi. Buz barı, Noel koroları, buz patenleri, farklı konseptlerdeki eğlence parkları, oyunları, gösterileri ve yemek tezgâhları ile Winter Wonderland’de tam 150’den fazla etkinlik bulunuyor. Çocuksu bir dünyanın kapılarını keyifle açan Winter Wonderland’i, bu kış mutlaka ziyaret etmelisiniz!
İyi yolculuklar!
Kapak Fotoğrafı: Oleksandr Lutsenko – pexels.com
New York’ta Yaşamak: Gizem Güzelsoy ile Eğlenceli Sohbet
Gizem benim liseden çok yakın arkadaşım. Liseden sonra ODTÜ’de de yollarımız kesişti, uzun yıllar beraberdik. O şimdi New York’ta doktora yapıyor ama sohbetimizi okuyunca siz de bana hak vereceksiniz; içtenliğiyle, samimiyetiyle, anlattıklarıyla ve verdiği tavsiyelerle hala yanımda hissediyorum onu. Hadi New York’ta Yaşamak konulu sohbetimize buyrun! Kahvenizi alın, sohbet koyu…
Sevgili arkadaşım Gizem, röportaj teklifimi kabul ettiğin için çok teşekkür ederim. Seni yakından tanıyarak başlayabilir miyiz? Ne zaman taşındın, nasıl karar verdin doktora için New York’a yerleşmeye?
Canım arkadaşım, esas bu güzel teklifin için ben sana çok teşekkür ederim. 14 Haziran 1989, İstanbul doğumluyum. Liseyi Beyoğlu Anadolu Lisesi’nde okudum; seninle de bu güzel dostluğumuzun başladığı yer. Lisedeyken biyoloji ve kimya en sevdiğim derslerdi, bu da benim üniversite bölüm tercihimde epey etkili bir rol oynadı. 2008 yılında ODTÜ Moleküler Biyoloji ve Genetik Bölümü’nü kazandım, Ankara’ya taşındım. İlk senesi İngilizce hazırlık olmakla beraber, burada 5 sene geçirdim. ODTÜ’nün bendeki yeri çok ayrıdır. Beni ben yapan, dünyaya bakış açımı değiştiren yerdi ODTÜ. Sonradan gittiğim hiçbir yer, Amerika dahil, onun yerini tutmadı, bunu belirtmek istiyorum. Mezun olduktan sonra yüksek lisans için Koç Üniversitesi’ne başladım, burada Moleküler Nörobiyoloji üzerine tezimi verdim. 2016 Ağustos’ta da doktora için New York’a yerleştim. Şimdilerde New York Üniversitesi’nde “Kanser Metabolizması” üzerine çalışmalarımı sürdürüyorum.
Yılları geri alsak, karar verme sürecine geri dönsen, yine New York’u seçer miydin?
Liseden beri kafamda hep yurt dışına gitme fikri vardı ama bu daha çok Avrupa üzerine kuruluydu, hatta ODTÜ’deyken üçüncü sınıfta 3 aylığına yaz stajı için Almanya’ya gidip Avrupa’yı deneyimlemiştim. Aslında yüksek lisansın sonuna kadar aklımda Amerika hiç olmadı, neden bilmiyorum. Belki Türkiye’ye çok uzak diye olabilir. Sonrasında biraz daha akademinin içindeki araştırma ortamına girince ODTÜ’de olsun Koç’ta olsun hocaların neredeyse hepsinin bir Amerika geçmişi olduğunu gördüm. Yani Türkiye’de iyi bir üniversitede pozisyon bulabilmeniz için aranan şartlardan biri Amerika’da belli bir süre araştırma yapmış olmaktı. Bu da benim Amerika’ya karşı fikrimi değiştirdi ve başvuru yapmaya karar verdim. Birkaç okuldan kabul aldım, hepsi güzel yerlerdi ama ben New York Üniversitesi’ni tercih ettim, iyi ki de öyle yapmışım, yine olsa yine New York’u seçerim. Burası kesinlikle dünyanın başkenti, devamlı hareket halinde, hiç uyumayan bir şehir. Her gün yeni şeyler deneyimlememe vesile olan bir şehir. Bu yüzden de New York’ta yaşamanın benim için çok farklı bir yaşam tecrübesi olduğunu düşünüyorum.
Okula ilk gittiğin zamanları anlatabilir misin? Yepyeni bir yere taşınmak, yeni insanlar tanımak nasıldı? Nasıl bir adaptasyon süreci geçirdin, en çok zorlandığın konular neler oldu?
Okuldaki ilk zamanlarım bölüme alışmak, derslere konsantre olmak ve araştırma konum üzerine yoğunlaşmakla geçti. Bunlar dışında bir de üniversite birinci sınıfların biyoloji dersine giriyordum, o da üzerimde ayrı bir sorumluluktu, ilk zamanlar oldukça yorucuydu benim için.
Amerika çok farklı bir ülke. Türk kültüründen tamamen farklı, Avrupa’ya da hiç benzemiyor. O yüzden adaptasyonda sıkıntı çekmek muhtemel. Ama ben buraya alışma sürecimin çok zor geçtiğini düşünmüyorum. Bunda iki önemli etken var. Birincisi, ki bence en önemlisi, yalnız zaman geçirmekten çok keyif alan bir insanım. O yüzden burada yalnızlık hissine kapılmıyorum; aksine bunu bir avantaja çevirip kendimle baş başa kalıp, farklı yönlerimi keşfetmeye çalışıyorum. İkinci etken, kolay sosyalleşen biri olduğumu düşünüyorum, zaten New York aktivite kaynayan bir yer. O yüzden canım sıkılırsa ya da birileriyle iki laf etmek istersem dışarı çıkıp etkinliklere gidiyorum, insanlarla tanışıp güzel zaman geçiriyorum. Ama itiraf edeyim, Türkiye’deki arkadaşlarımla geçirdiğim kaliteli zamanlar gibi olmuyor ama yine de idare ediyorum. Özet olarak kolay bir adaptasyon dönemi geçirdim, zaten yepyeni bir hayat kurmak bana her zaman çok çekici ve heyecanlı gelmiştir. Kendimi hiçbir zaman bir yere ait hissetmedim, sanırım göçebe hayatı seviyorum. Hatta şimdi doktora bitince nereye taşınsam diye düşünüyorum.😊
Yurt dışında yaşamanın, başka bir kültür deneyimlemenin birey olarak avantajları ve dezavantajları neler sence? Türkler olarak oldukça farklı bir kültüre sahibiz. Amerikalılar nasıl insanlar, örneğin arkadaşlık ilişkileri nasıl?
New York çok kozmopolit bir yer, dünyanın her yerinden farklı kültürlere sahip milyonlarca insanın yaşadığı bir şehir. Böyle bir ortamda yaşamak bence çok büyük bir avantaj. Dünya mutfağı denemek, farklı diller öğrenmek, her yeni gün yepyeni şeyler görmek mümkün. Ayrıca Amerika çok büyük bir ülke olduğu için her eyaletin de kendine has bir kültürü var. Ben de zaman buldukça Amerika içi seyahat edip farklı eyaletleri keşfetmeye çalışıyorum. Bir de Türkiye’nin ekonomisi maalesef her geçen gün kötüye gidiyor, yurt dışında yaşamak ekonomik açıdan da büyük bir avantaj sağlıyor.
Amerikalılar arkadaş canlısı ve yeni insanlarla tanışmaya açık bir toplum. Yani burada arkadaş çevresine sahip olmak çok kolay, eğer isterseniz. Ben ilişkilerinin biraz yüzeysel olduğunu düşünüyorum ama yine de haklarını yemeyelim, bence oldukça sıcakkanlılar. Yurt dışında yaşamanın dezavantajına gelirsek, Türkiye’yi özlemek ve kendi dilini her istediğinde konuşamamak diyebilirim.
Amerika’da kültür şoku yaşadığın anlar oldu mu; çok ilginç, komik veya etkileyici bir anın varsa bizimle paylaşabilir misin?
Tabii ki oldu hem de çok, hatta her geçen gün yeni şoklar biriktiriyorum. Türkiye’de insanların kafasında nedense bir “Amerikan Rüyası” hakim. Amerika’nın mükemmel bir yer olduğunu düşünüyor herkes. Evet, fırsatlar ve özgürlükler ülkesi buna katılıyorum ama birçok yönden de Türkiye’den kat kat geride olan bir ülke. Mesela, birkaç büyük şehir dışında toplu taşıma yok burada. Buna çok şaşırmıştım ilk geldiğimde. Sokaklar, özellikle New York için geçerli bu, evsiz ve akli dengesi yerinde olmayan insanlarla dolu.
Sonra, insanlar burada o kadar yavaş ve beklemeye o kadar alışmışlar ki, bu beni ilk geldiğimde çileden çıkarıyordu. Çünkü biz Türkler olarak tez canlı bir milletiz, fakat burada bir ekmek için yarım saat market sırasında beklemek zorunda kalabiliyorsunuz ve kimse de çıkıp sıranın neden ilerlemediğini sormuyor.
Aşırı bedavacı bir toplum ayrıca, bir yerde bedava bir şey dağıtıldığını söyle önünde 10 saat kuyrukta beklerler. Çok para hesabı yaptıkları da bir gerçek. Bir keresinde bir arkadaşla UBER’e binmiştim ve 3 dolar falan tutmuştu. Arkadaşım parayı ödemişti ve benden 1.5 dolarını istemişti, o da yaşadığım şoklardan biriydi. Hani bizde lafı bile edilmez ya cüzi bir miktar sonuçta ama burada 1 dolar bile çok değerli, inanılmaz.
Hep kötü özelliklerinden bahsettim gibi oldu bir tane de sevdiğim bir şey söyleyeyim; mesela, Türkiye’de insanlar devamlı başkalarının özel hayatlarını didik didik etmekle, ne giydiğiyle ya da ne yaptığıyla ilgilenmekle meşgul. işte burada bu yok, kimse kimseyi umursamıyor. New York’ta sokakta bikiniyle dolaşsanız kimse dönüp size bakmaz ve ben bunu çok seviyorum. Çünkü insan kendini burada özgür hissediyor, başkaları ne der diye değil de kendisi nasıl isterse öyle yaşıyor.
New York’ta ne yenir, ne içilir diye sorsam? Yeme-içme konusunda birkaç lokal öneride bulunabilir misin, nerelere mutlaka gitmeliyiz sence?
En heyecanlı yerlerden birine geldik, hemen şöyle uzun bir liste yapalım:
Kahvaltı için: Bagel, yani New York simidiyle güne başlamak isterseniz Russ&Daughters; yok ben sabah tatlı bir şeyler yemek isterim derseniz o zaman Donut-Doughnut Plant; uzun boylu bir brunch yapmak isterseniz de Balthazar, Jack’s Wife Frida ya da Sarabeth’s öneririm.
Kahve için: Bana göre şehrin en iyi kahvecileri SoHo’da La Colombe; Dumbo’da Brooklyn Roasting Company ve Greenwich Village’deki Stumptown Coffee Roasters; unutmadan matcha severler için de Nolita’da Cha Cha Matcha’yı tavsiye ediyorum.
Tatlı için: NYC’de yemeden dönmeyin dediğim tatlılar: Magnolia Bakery’de muzlu puding; Taiyaki NYC’de Japon usulü sufle pancake; Dominique Ansel Bakery‘de cronut; Veniero’s Patisserie‘de İtalyan esintili strawberry milfoy ve Sundaes and Cones dondurma.
Akşam yemeği için: New York, dünya mutfaklarının hepsini barındıran bir şehir. Her ülkenin mutfağını denemeniz mümkün burada. Ben özellikle Ethiyopian denemenizi öneririm çünkü efsane güzel! Bir de Kore usulü barbekü çok değişik ve güzel yapılıyor ama ben burada daha çok New York’a özel lezzetlerden örnek vermek istiyorum:
Katz Delicatessen’de Pastrami sandwich; Emily’de New York’un en iyi hamburgeri; Joe’s Pizza’da, favorim olan, pizzayı ve Mighty Quinn’s BBQ’da Amerikan usulü barbeküyü kesinlikle denemelisiniz!
Rooftop için: New York denince rooftopsız olmaz, hem manzara hem kokteyl açısından şehrin en iyileri; 230 5th Avenue, Le Bain, Gallow Green, Mr.Purple ve The Water Tower. Gece kulübü olarak da House of Yes güzel bir deneyim olur.
İstanbul’un kendine özgü tatları vardır bizim için unutulmaz olan, peynir-simit,Boğaz’da rakı-balık gibi… Özlüyor musun İstanbul’u? Mesela, aileni görmek için İstanbul’a geldiğinde ilk yaptığın şey ne oluyor veya mutlaka yemeliyim dediğin yemekler, gitmeliyim dediğin yerler var mı?
İstanbul’u çok özlüyorum. Bunu dile getirdiğimde arkadaşlarım “Saçmalama, New York’tasın, ne yapacaksın İstanbul’u?” derler hep bana. Klişe olacak ama hiçbir yer insanın kendi ülkesi gibi, doğup büyüdüğü, kendi dilini konuştuğu yer gibi olmuyor. Türkiye’ye geldiğimde ilk yaptığım şey uçaktan iner inmez bir kebapçıya gitmek oluyor. 🙂
Bunun dışında İstanbul’da olmazsa olmazlarım; Rumelihisarı Kale’de ya da Yeniköy Emek Kafe’de kahvaltı, sonrasında sahil boyunca yürüyüş, Sarıyer Muhallebicisi’nde su muhallebisi, Kireçburnu Fırını’nda kıymalı börek, Boğaz’da rakı-balık ve Balık Pazarı’ndaki Şampiyon Kokoreç’te kokoreç ve midye dolma… Bak sayarken acıktım burada. Ayrıca dönmeden, Beşiktaş-Kadıköy vapurunda çayım ve simidimle bütün Boğaz, Galata Kulesi, Tarihi Yarımada ve Kız Kulesi’ni mutlaka bir kez seyrederim. Bir de İstanbul’dayken gidebildiğim kadar tiyatro oyununa gitmeye çalışıyorum, daha gelmeden oyun biletlerini alıyorum. Yeni açılan mekanları da sosyal medya üzerinden takip edip zamanım olursa gitmeye çalışıyorum. theMagger’a da mutlaka göz atıyorum.
New York’a geldiğimizde mutlaka ziyaret etmemiz gerektiğini düşündüğün 5 yer neresi diye sorsam?
New York’ta yapılacak o kadar çok şey var ki, 5’e indirmek çok zor oldu şimdi. O zaman şöyle sıralayalım:
- Brooklyn Köprüsü’nden yürüyerek Manhattan’dan Brooklyn’e geçebilir, Dumbo ve Brooklyn Heights’ı keşfedebilirsiniz.
- HighLine’da yürüyüş yapmak ve sonrasında Chelsea’deki sanat galerini gezebilirsiniz.
- Tabii ki Central Park’a gidip sonrasında MET Müzesi’ni gezebilirsiniz.
- Eğer zamanınız varsa Broadway’de bir show izleyebilirsiniz. Ayrıca çok farklı bir tiyatro deneyimi yaşamak icin Sleep No More’a da bir göz atabilirsiniz.
- SoHo, West Village ve Tribeca’nın tatlı sokaklarında kaybolabilirsiniz.
- Hadi bu da ekstra olsun; eğer yazın New York’a gelirseniz, Smorgasburg ve Coney Island’ı mutlaka denemelisiniz.
New York’ta yaşamak sana neler öğretti? Yurt dışında yaşamak isteyen ama buna cesaret edemeyen kişilere tavsiyede bulunabilir misin?
New York’ta yaşamak bana kendi kendime yetebilmeyi, fikirlerini açıkça belirten ve çok daha özgür hareket eden bir birey olmayı öğretti. Yalnız kaldığımda dışarda beni bekleyen yüzlerce farklı aktivitenin olduğunu bilmek, farklı yanlarımı bulmamı sağladı. Spor, hayatımın bir parçası haline geldi. Daha fazla kitap okumaya başladım, yogaya başladım, pilatese tekrar zaman ayırdım. Boş zamanlarımda New York’u keşfettim, yeni yerler görebilmek için seyahat sıklığımı artırdım, kısacası yeniliklere daha açık bir insana dönüştüm.
Yurt dışında yaşamak isteyen ama cesaret edemeyen kişilere tavsiyem: Cesaret! “Comfort zone”larından çıkıp tam olarak ne istedilerini anladıktan sonra bu yolda bir adım atmaları… Türkiye’deki insanların en büyük sorunu her gün şikayet ettikleri halde, alıştıkları hayattan bir türlü vazgeçememeleri. Birçok arkadaşım var ve hepsi bir şekilde yurt dışına yerleşmek istiyor ama hiçbiri bunun için kılını kıpırdatmıyor. Çünkü iyi kötü bir gelirleri var, evleri var, aileleri, arkadaşları yanlarında ve haliyle bu düzeni bozmak istemiyorlar. Bunların hepsini anlıyorum ve her şeyi geride bırakıp yeni bir hayata başlamanın kolay olmadığını da biliyorum. Ama işte burada önemli olan şey, hayattan ne beklediğini ve hayatının geri kalanını nerede ve nasıl geçirmek istediğini bilmek. O yüzden, tavsiyem yurt dışındaki fırsatları araştırıp, sonrasında harekete geçmeleri, biraz risk almaları bir de hemen morallerini bozup vazgeçmemeleri olur. Denemeye her zaman devam!
İyi ki varsın Gizem!
Kapak fotoğrafı: Unspalsh / Sam Trotman
İlginizi çekebilir: Emre Eminoğlu’ndan New York Müzeleri
Brno’da Yaşamak: Eralp Alper ile Düşündüren Bir Röportaj
“Türkiye’den başka nerede yaşayabiliriz?” diye araştırıp, farklı bir ülkede yeni bir hayat kurabilmek için heyecanlanırken bir yandan geleneklerimiz, ailemiz, geçmişimiz bizi burada tutuyor. theMagger’ın röportaj dizisi “Yurt Dışına Yaşamak” ise buna cesaret etmiş ve bunu başarmış olanların hikayelerini anlatıyor. Taşınma süreçlerinden kültür şoku yaşadıkları anılara, lokal mekan önerilerinden dil öğrenme yollarına tüm merak ettiklerinizi onlara sorduk. Bu haftaki konumuz Çek Cumhuriyeti’nin en büyük ikinci şehri Brno’da yaşamak, konuğumuz ise Eralp Alper.
Sevgili Eralp, öncelikle seni daha yakından tanıyabilir miyiz? Nasıl karar verdin Brno’ya taşınmaya, nasıl ilerledi süreç?
Kısaca bahsedeyim tabii. Doğma büyüme Adanalı’yım, İzmir’de üniversite okudum, İstanbul’da uluslararası bir firmada 4 sene çalıştım ve şimdi Çekya’nın Brno şehrinde çalışıyorum yaklaşık 1 senedir. Bilgisayar mühendisiyim ve çalıştığım şirkette mesleğimle ilgili bir alanda uzmanlık yapıyorum.
İstanbul’da çalışmaya başladığım dönemde yurt dışında yaşama fikri aklımda hiç yoktu desem yeridir. Zaman ilerledikçe kısmen maddi kısmen sosyal bazı sıkıntılardan ötürü bu fikre sıcak bakmaya başladık eşimle beraber. Şirket içi bir geçiş olduğu için daha sancısız bir süreçten geçtim diyebilirim. Yani kendi açımdan hızlı gelişen bir durumdu. Şişli’de dar bir sokakta bulunan evimizi boşaltmak dışında çok fazla zorlukla karşılaşılmadı.
O karar verme sürecine geri dönsen, yine Brno’yu seçer miydin, memnun musun Brno’da yaşamaktan? Neler yapıyorsun orada?
Çalıştığım şirket aracılığıyla kolaylıkla geçebileceğim ülkeler Çekya ve Polonya gibi mütevazı AB ülkeleriydi. Çekya içerisinde Brno hakkında pek fikrim yoktu. Prag’dan sonraki ikinci büyük şehir olduğunu biliyordum ama bu kadardı bilgim. Bir süre araştırdım ve en klişe tabirle Brno’nun “Avrupa’nın Eskişehir’i” olduğuna karar verdim, ayrıca şehirde bilişim sektöründe çok sayıda iş fırsatı olması cazip geldi… Bu minik analizden sonra hiç tereddütte kalmadan karar verdim ve süreci başlattım. Şu an tahmin ettiğimden daha memnunum burada yaşamaktan. Geriye dönsem de yine aynı kararı verirdim. İstanbul kaosundan çok rahatsız olmadığımı düşünürdüm ben hep. Fakat buraya geldikten sonra bu yavaş akan huzurlu hayattan çok keyif aldığımı fark ettim. Vaktimin nasıl geçtiğine gelirsek; özetle haftanın iki günü evden çalışıyorum. En büyük hobim olan sinemayı aksatmıyorum, hem salona gidiyorum hem evde izliyorum. Pek gece hayatı sevmediğim için sosyal hayatım biraz daha yaşlı işi. Instagram’daki film blogum @atiptutuyorum için yazı yazıyorum, şimdi theMagger’a da yazmaya başladım. Her şey gayet yolunda.
İlk zamanlar biraz zor oluyor diyorlar. Taşındığın ilk zamanları anlatabilir misin? Yepyeni bir yere taşınmak, yeni insanlar tanımak çok hızlı olmuyordur… Nasıl bir adaptasyon süreci geçirdin, en çok zorlandığın konular neler oldu? Dile alışma sürecinden de bahsedebilir misin, neler yaptın bunun için?
Taşınmak herkes için heyecan verici ve zorlu bir süreç. Çalıştığım ofiste 4000 kişi var şu an ve sadece yarısı Çek vatandaşı. Şehirde de 400 bin kişi yaşıyor ve bunun 40 bin civarı Expat ya da yabancı öğrenci. Böyle olması insanı biraz daha iyi hissettiriyor ilk aşamada. Ev bulmak çok sıkıntılı iş burada maalesef, bu açıdan biraz şanslıydım süreç çok uzamadan ev bulabildim. Devlet dairelerindeki evrak işleri ve bürokratik aşamalar oldukça zahmetli. Çok yavaş çalışan bir sistemleri olduğunu söyleyebilirim. Dil ise klasik bir slav dili. Oldukça karmaşık görünüyor. İngilizce bilmek 100% her yerde geçerli olmasa da, hayatta kalmak için yeterli gayet. O yüzden şimdilik rahatım. En kötü şeylerden bahsettiğime göre diğer sorularda buradaki yaşamı daha rahat övebilirim.
Biliyoruz bu soru klasiklerden ama en fazla merak edilenlerden de biri aynı zamanda; Yaşam koşulları nasıl, pahalı mı? Önceden Türkiye’de yaşadığın şehir ile arasında ciddi farklar var mı?
Yaşam koşulları Kuzey Avrupa seviyesine uzak olsa da yine de iyi seviyede. Sadece kira fiyatları olması gerekenin üstünde. Onun dışında gayet makul ve mütevazı bir şehir. İstanbul ile kıyaslamam gerekirse, yine İstanbul’da kazanabileceğim civarda kazanıyorum. Ama oradaki hayatımıza nazaran daha rahatız, hem maddi olarak hem psikolojik olarak. Kazancımın da İstanbul’a denk olduğunu düşünürsek TL ile kıyaslama yapmamda sakınca yok diye düşünüyorum. Merkeze yakın 60 metrekare, yeni ve eşyalı evler 3300-3700 tl arası. Dışarda ortalama bir restoranda ortalama bir yemek fiyatı 30-35 tl civarı. Yine restoranda bira fiyatı ortalama 8-9 lira ki en hesaplı oldukları alan bu. Yani bazı alanlarda daha pahalı bazı alanlarda daha ucuz, ama biraz yaşadıktan sonra total giderlerin neredeyse denk olduğunu fark ediyorsun.
Yurt dışında yaşamanın, başka bir kültür deneyimlemenin birey olarak avantajları ve dezavantajları neler sence? Türkler olarak oldukça farklı bir kültüre sahibiz. Şehrin insanları, Brnolular nasıl insanlar, örneğin arkadaşlık ilişkileri nasıl?
Uzun süre Sovyet işgalinde ve komünizm ile yaşamış bir toplum Çek toplumu. Dünyaya bakış açıları bizim kendi bakış açımızla pek kesişiyor diyemem. Farklı zorluklar yaşamışlar, devrim sonrası dünyaya adaptasyonları biraz sancılı olmuş zira bu adaptasyon hala devam ediyor sayılır. Gençler daha global bir kültürün içinden gibi gözükse de, eski jenerasyon biraz değişimin dışında kalmış. Bunları gözlemleme şansı bulmak, yeni insanlar tanımak ve onların değer yargılarını anlamaya çalışmak oldukça ufuk açıcı. Tabi bu deneyimler ufuk açıcı olduğu kadar ufak çaplı şok edici de olabiliyor. Yabancılar polis ofisindeki memurların yüksek sesle Çekçe konuştukları zaman daha anlaşılır olduklarını düşünmeleri vb. durumlar kişiyi sersemletebiliyor…
Ama yemek kültürü gibi bir değişkenin öneminden bahsetmeden olmaz. Dışarda yenilen yemekler pek tatmin etmediği için genelde evimizde yemekten keyif alıyoruz. Bunun dışında, buralı insanlar yer yer soğuk yer yer sıcakkanlı, genelleme yapmanın pek mümkün olmadığı profiller. Mesai bittikten sonra merkezde vakit geçiren, ucuz alkolün verdiği motivasyonla sosyalleşen insanların sayısı çok. Arkadaşlık ilişkileri ise pek bizdeki gibi içiçe değil. Biraz daha mesafeli. Ama genel olarak gözünüzde ölü bir şehir canlanmasın. Çok sayıda öğrencinin ve genç çalışan profilin katkısıyla şehir baya cıvıl cıvıl her mevsim. Ama en büyük avantajları kesinlikle ve kesinlikle rahatlık ve güvenlik. İnsanların giydikleri veya söylemleri üzerinden ötekileştirilme ihtimalinin olmadığı, kadınların da diken üstünde hareket etmediği bir yerde yaşamak gerçekten güzel bir his.
Brno’da ne yenir, ne içilir diye sorsak; yemek kültürü hakkında neler söyleyebilirsin?
Yemek işi Çeklerin en iyi olduğu konu değil malum… Ama bira konusunda çok kibirliler, haklılar da. Kahvaltı için merkezde bulunan Cafe Placzek şahane bir tercih. Bizim kahvaltı kültürümüzle pek alakalı olmayan farklı ve lezzetli seçenekler sunuyorlar. Akşam yemeği seçeneği için Bistro Bastardo tercih edilebilir, hem konseptleri hem yemekleri ilgi çekici. Lokal lezzet olarak iste muhteşem bir önerim var; MJ Holiday isimli restoran. Harika sosuyla muhteşem bir domuz kaburga yemek için ideal adres. Şehir turist şehri değil malum. Bu mekan da oldukça lokal işi. İngilizce menüleri var ama biz hep domuz kaburga yediğimiz için bize pek fark etmiyor… Kahve olarak SKOG Urban Hub, birayı membasında içmek içinse adres StaroBrno bira fabrikası. En azından bunlar ilk tercihler olmalı diye düşünüyorum. Gece hayatından uzak olduğum için o alanda kefil olabileceğim bir yer yok, sadece çok hareketli mekanlar olduğunu biliyorum, arayan bulur diyeyim…
Brno’ya gittiğimizde mutlaka ziyaret etmemiz gerektiğini düşündüğün 5 yer neresi diye sorsak?
Açıkçası bu şehir Viyana-Prag-Bratislava üçgeninin ortasında. Yani turistik olarak buraya uğrayacak kişiler halihazırda yeterince turistik checklist’lerini gerçekleştirmiştir veya gerçekleştirecektir bu etraftaki şehirlerde; o yüzden Brno’yu daha çok kafa dinlenecek, müzeden kiliseye koşuşturulmayacak bir yer olarak kafalarında kodlayabilirler…
Fakat tabii ki gezilecek yer isteyene de malzeme yok değil. Çekoslovakya’nın resmi ayrılık imzalarının atıldığı Vila Tugendhat. Avusturya imparatorluğu döneminde işkence merkezi olarak kullanılan, acı hatıralarla dolu, şehrin tepesine konuşlanmış Spilberk kalesi. Şehir merkezinde Zelny Trh meydanında neredeyse her gün açık olan meyve-sebze pazarı. Ve turistsiz hava sahası olarak nitelendirilebilecek old town ara sokakların hepsi. Çek sınırları içerisindeki en “Çek” şehirlerden birisi burası. Tarihiyle paralel. Hem yıkık, hem şık. Deneyimlemekten keyif alınacağına eminim.
İstanbul’un kendine özgü özellikleri vardır ya hani, rakı-meze veya Boğaz manzarası gibi… Özlüyor musun İstanbul’un bazı yönlerini?
Rakı, meze ve boğaz güzel şeyler ama ben memleketim Adana’nın kebabı hariç çok bir şey özlemiyorum sanırım. Adana’da yediğim Adana kebap benim için çok kıymetli, o yüzden ben İstanbuldayken de bu anlamda gurbette gibiydim…
İstanbul için pek özlenecek bir taraf kalmadı sanırım kendi adıma, arkadaşlarım hariç. İstiklal caddesinde son gittiğim film festivali, İstanbul’u terk etme adına aldığım kararı pekiştirir cinstendi. Eski Taksim nostaljisi yapmayacağım ama 2015 yılında bile semt çok daha iyi durumdaydı. Bu sürece şahitlik etmiş olmaktan dolayı üzgünüm. Kurtarılmış alanlarda yaşamaya çalışma çabası da oldukça üzücü. Bir gün dönmek durumunda kalırsam yine olabildiğince izole bir yaşam sürme çabası göstereceğime eminim, bu yüzden umarım dönmek zorunda kalmam diye düşünüyorum. Bu sakinliğe alıştıktan sonra özellikle çok zor olur tekrar adapte olmak. Yakın zamanda yüksek lisans sınavlarım için İstanbul’a gideceğim. Aklımdaki ilk şeyler de arkadaşlarımı görmek ve döner, kokoreç vb. şeyler yemek sanırım. Çok klişeyim yani, pek rakıcı da değilim fark ettiyseniz. Bir de Zula’da hamburger yemeyi özledim…
Peki Türkiye dışında yaşamak sana neler öğretti? Nasıl değiştirdi seni, neler kattı şimdiki yaşamına? Yurt dışında yaşamak isteyen ama buna cesaret edemeyen kişilere birkaç tavsiyede bulunabilir misin?
Farklı ülkelerden insanların çalışma kültür ve disiplinlerini algılamaya çalışmak, onlara adapte olmak için çaba göstermek çok önemli bir deneyim. Burada zamanın daha yavaş akması, sorumlulukların dışındaki işlerin sana yüklenmemesi, “baskı” olarak niteledikleri şeyin İstanbul’da çalışmış bir insan için pek bir anlam ifade etmemesi gibi durumlar söz konusu. Ben buraya geldikten sonra en çok özgüven depoladım heralde. Yabancı dilde, hayatımın ilk yurt dışı tecrübesinde kolay bir adaptasyon süreci geçirdim. Kendime ayırdığım vakit arttı. Ve ilginç bir şekilde kendime ayırdığım vakitten daha çok haz almaya başladım.
Yurt dışında yaşamak isteyen insanlara tavsiyem kararlı olup olmadıkları konusunda kendi kendilerini iyice bir test etmeleri. Zira bu süreçte bıkkınlık geçirip pes edilebilecek dönemeçler illa ki olabiliyor. Ki bu konuda şanslı insanlardan biriyim, o dönemeçleri hafif atlattım. Kararlarından emin olanlar mutlaka ve mutlaka şanslarını denemeye başlamalı. Çalışılan sektörün dinamiklerine göre bu “denemeler” çok değişkenlik gösterebiliyor o yüzden bu konuda spesifik tavsiyeler vermek biraz mantıksız olabilir. Ama bu işin sonunda başarıp, yurtdışında yaşayıp sonrasında ülkelerine geri dönseler bile “İyi ki denemişim” diyeceklerine yüzde yüz eminim. Konfor alanını böyle bir amaç için terketmek, insana kendini oldukça iyi hissettiriyor.
Filmlere ilgili olduğunu biliyoruz theMagger’daki yazılarından ve Instagram’daki sayfandan. Peki Brno’da kendini nasıl besliyorsun?
@atiptutuyorum ile kendine has çok güzel bir kitleye ulaşmanın verdiği bir haz oluştu. Akabinde theMagger’a yazma fikri ile motivasyonum iyice arttı. Brno ise sinema anlamında oldukça iyi durumda. İstanbul buradan nüfus olarak 35-40 kat daha büyük ama, bağımsız filmlerin vizyon gücü neredeyse denk… Ayrıca evde sinema mevzusunun geldiği nokta malumken sinema salonları bu hobimize tekel olamıyor neyse ki. Kendini besleme mevzusu ise farklı bir durum. Instagram’daki sayfa sayesinde insanlarla filmler hakkında konuşabiliyor, tartışabiliyor olmak büyük keyif, onun dışında araştırmaktan okumaktan da baya keyif alan bir insanım. Yani sinema benim için en büyük yoldaş sanırım. Sinema hakkında yazmaktan da en az sinema kadar keyif aldığımı fark ettiğim gün ise benim bayramım…
İlginizi çekebilir: MagPorter’dan Şanghay’da Yaşamak
Kapak Fotoğrafı: haberturk.com
Şanghay’da Yaşamak: Selin Mutafoğlu ile Keşif Dolu Röportaj
“Türkiye’den başka nerede yaşayabiliriz?” diye araştırıp, farklı bir ülkede yeni bir hayat kurabilmek için heyecanlanırken bir yandan geleneklerimiz, ailemiz, geçmişimiz bizi burada tutuyor. theMagger’ın röportaj dizisi “Yurt Dışına Yaşamak” ise buna cesaret etmiş ve bunu başarmış olanların hikayelerini anlatıyor. Taşınma süreçlerinden kültür şoku yaşadıkları anılara, lokal mekan önerilerinden dil öğrenme yollarına tüm merak ettiklerinizi onlara sorduk. Bu haftaki konumuz Şanghay’da yaşamak, konuğumuz ise Selin Mutafoğlu.
[[konum_1]]
Sevgili Selin, öncelikle seni daha yakından tanıyabilir miyiz? Şangay’da yaşamak kulağa çok eğlenceli geliyor, sen buna ne zaman ve nasıl karar verdin? Daha önce Şangay’ı görme şansın olmuş muydu yani planlı bir gidiş miydi yoksa hiç görmeden direkt orada yaşamaya karar verdin ve gittin mi?
Merhaba ben Selin. İstanbullu’yum. Üniversitede katıldığım Erasmus Programı ile gittiğim Madrid’deki 6 ayım hariç hep İstanbul’da yaşadım. Değerlendirilebilecek her fırsatta elimden geldiğince seyahat etsem de Şanghay, uzun dönemli ilk yurt dışında yaşama deneyimim oldu. Şanghay’a gelmeden önce özel sektörde pazar araştırmada çalışıyordum. Taşınacağımız belli olunca işi bırakarak Şanghay’a geldim ve şimdi bir yandan theMagger’a yazı yazarak, bir yandan da farklı alanlarda kendime yeni fırsatlar yaratmaya çalışarak günlerimi geçiriyorum. Her gün yeni bir bilgi ve keşif halinde geziniyorum aynı zamanda.
Eşim Sinan’la önümüze bir fırsat çıktığı taktirde hep yurt dışında yaşamayı deneyimlemek istiyorduk, şansımıza Şanghay oldu! Sinan’ın işi dolayısıyla buradayız. Başta Singapur diye hazırlandığımız süreç, uçuştan bir gece önce aldığımız ‘ani’ bir haberle Şanghay’da son buldu. Tabii başta biraz şok olduk; çünkü Singapur Asya’da olmasına rağmen İngilizce’nin ana dillerden biri olarak konuşulduğu neredeyse tek yerdi ve biz bunu düşünüp ne şanslıyız derken Şanghay seçeneği karşımıza çıkınca biraz afalladık. Çin’e gidiyorduk neticede. İkimiz de Çince bilmiyoruz, Çin’de hiçbir yeri görmemişiz… Bir de tabii okuduğumuz, duyduğumuz haberler de ister istemez bilmediğimiz bir yer hakkında bizi önyargılı yapıyor. Ancak geldikten sonra bizim için daha iyi olduğunu her geçen gün hissediyoruz. Henüz 4 aydır buradayım, bu süre içinde Singapur’u da gezme fırsatım oldu. Orası da çok güzel, keyifli, hatta ideal bir dünya ama Şanghay’ın büyüklüğü yanında hızlı bir turla 4 günde çoğu yeri gezdim, gördüm diyebilirim. Tabii ki bir şehirde yaşamak apayrı, seyahat için bulunmak ayrı. Eminim orada olsaydık şehir haricinde etrafında yer alan adını hiç duymadığımız bir sürü adaya giderdik. Şanghay’da ne kadar kalacağımız belli değil ama göremediğimiz, bilmediğimiz yerler kesin kalacak. Çin’i hiç söylemiyorum bile. Çin içinde en yakın uçuş mesafesi 2 saatten başlıyor. Aynı zamanda 2.5 saatte Japonya’ya gidebiliyorsunuz!
O karar verme sürecine geri dönsen, yine Şangay’ı seçer miydin, memnun musun orada yaşamaktan? Seni memnun etmeyen ya da düşündüğünden çok farklı şekilde karşına çıkan durumlar oldu mu?
Aslında az önce de belirttiğim gibi karar verme süreci çok da bizim elimizde olan bir süreç olmadı. Ancak Şanghay olması çok da iyi olmuş diyoruz şu anda, yani evet kesinlikle Şanghay’ı yine seçerdik! Buraya gelmeden önce, Çin’e gitme fikri açıkçası gözümüzü korkutmuştu ama yine de hiçbir zaman olumsuz düşünmedik. Şu anda çok memnunuz. Herhalde bir yıl önce bunu söyleselerdi, pek inanmayabilirdim. 🙂 Şanghay’ı gerçekten sevdik; yaşamak için gayet keyifli, rahat, hareketli ve güvenli. Yollar dümdüz, evin çevresindeki yakın yerlere metroyla gitmektense yürüyerek ya da daha da güzeli bisiklet kiralayarak gidip gelebiliyoruz. Mobike App’i üzerinden istediğimiz yerde alıp istediğimiz yerde sarı ya da turuncu bisikletleri bırakıyoruz, bu uygulama yine WeChat’e bağlı. Ayrıca Alipay üzerinden de çalışan mavi bisikletler var. Bisiklet ve elektrikli motorsiklet, scooter kullanımı çok yaygın, zaten kendilerine ait ayrı bir yolları da var. Bu yoldaki trafik araba trafiğinden daha hareketli olduğu için dikkatli olmak gerekiyor genelde; sırf sürerken değil yaya olarak karşıdan karşıya geçerken de. Biz de burada herkesin kullandığı elektrikli scooter olan Niu’dan aldık. Ben de çok rahatlıkla kullanabiliyorum ve çok hoşuma gidiyor. Sinema, tiyatro, müzikal, sergi takvimleri de oldukça yoğun. Büyük prodüksiyonlar geliyor. Henüz gitme fırsatımız olmadı ama planlarımız arasında var. Tabii sinemada yasaklı filmler listesi var; mesela Joker oynamadı, çünkü devlet izin vermiyor ya da bazı filmler sansürlü şekilde de yayınlanabiliyor diye haberler alıyoruz.
Memnun etmeyen demeyelim ama ara ara zorlayan bir konu internet. VPN’siz hayat imkansız. Mesela VPN güncellemesi gerekiyor ama Çin’deyken yapamıyorsunuz. Türlü türlü yolları var ama uğraştırıcı. Düşündüğümden farklı şekilde karşıma çıkansa beklediğimden çok daha yeşil olması. Oturduğumuz bölge ile de bağlantılı bu durum ama yine de kocaman ağaçların yolları kaplaması, hepsinin düzenli bir şekilde budanmış olması etkileyici. Bir sürü park var, yenilenen sahil şeridi var… Yaşadığımız ‘lane house’ için bile önceden sorsalar yaşar mıydın diye emin olamayabilirdim. Dışında bulunan ortak mutfaklar, etrafın dağınıklığı, tozu, kirliliği hiç rahatsız etmiyor. Bunlar bizim pek alışık olmadığımız durumlar ama şu an içinde bulunduğum ortam beni mutlu ediyor.
İlk zamanlar biraz zor oluyor. Taşındığın ilk zamanları anlatabilir misin? Yepyeni bir yere taşınmak, yeni insanlar tanımak çok hızlı olmuyordur… Nasıl bir adaptasyon süreci geçirdin, en çok zorlandığın konular neler oldu?
Bence en zor kısmı aileden, arkadaşlardan ayrılmak. Benim için uçakta geçirdiğim süre mesela hem hüzünlüydü hem de heyecan vericiydi. İnince Sinan’ın karşılamasıyla rahatlama hissi ve farklı bir dönemin başladığının gerçekliği ile ayrı bir heyecan dalgası başladı. Taşınacağımız evi eşyalı tutma şansımız olduğu için hiç ev eşyası taşımadık. Evde ana mobilyalar vardı ama hiç mutfak eşyası yoktu, bunları tamamladık. Sadece dörder tane tabak, bardak, kase aldık. Hala 4 tane ile hayatımıza devam ediyoruz. Bu arada eski tarz Çin evinde oturduğumuz için evde bulaşık makinesi yok. Bunu evi tutarken fark etmemiştik! İsteseniz de bağlatamıyorsunuz çünkü sistemi yok. Şu an bizim için ne kadar az eşya o kadar iyi, zaten iki kişi olduğumuz için yetiyor elimizdekiler. Bunların hepsi zamanla oldu, örneğin bu küçük ev aletlerini alalı 1 ay olmuştur en fazla. Zaten önce bir çevreyi keşfetme, sokağı öğrenme, nerede ne var, market yakın mı gibi soruların cevaplarını öğrendim. İlk zamanlarda daha çok yabancılara yönelik bir markete giderken çok daha yakınımızdaki yerel marketi keşfettikten sonra yerel markette saatlerimi geçirdiğim oluyordu; çünkü her şey Çince ve o kadar çok seçenek, o kadar çok bilmediğim meyve, sebze vardı ki… Birine bir şey de sorulmuyor, kimse İngilizce bilmiyor. Kasa önlerinde uzun kuyruklar, kavgalar…
Sosyalleşmem That’s Shanghai ve Smart Shanghai sitelerini keşfettikten sonra Craft’d adlı bir atölyede sabun workshopu’na giderek başladı. Oranın sahibinden farklı bir kaynak öğrendim ve Shanghai Expat Association buluşmalarına gitmeye başladım. Orada da başkalarıyla tanıştım, kapı kapıyı açtı… Sonra şansa annem sayesinde bambaşka bir grupla tanıştım ve Internations grubuna dahil oldum. Şanghay’da inanılmaz kalabalık WeChat grupları var, birileri sizi mutlaka ekliyor ve oradan genel olarak expat dünyasını takip edebiliyorsunuz. Bizim evin köşesinde Chez Moi adında bir çiçekçi var, orada çalışan kız şansa biraz İngilizce bildiği için bizim çoğu işimizde çok yardımcı oldu, böylece Çinli bir arkadaşımız da oldu. Sinan’ın iş dolayısıyla İtalyan bir grup tanıdığımız var. İnanılamayacak şekilde çok Türk var burada. Tanıştıklarımız çok uzun yıllardır burada yaşıyorlar ve hepsi çok yardımcı, tatlı. Her birininki ayrı bir hikaye, her seferinde onlardan bir sürü şey öğreniyorum. Hala bir sürü insanla tanışmaya devam ediyorum. Bunların hiçbiri bir anda olmadı, zamanla yavaş yavaş oturdu. İlk başlarda boşluğa düştüğüm, ne yapacağım ben şimdi dediğim anlar da oldu, ama şehri sevmem adaptasyon sürecimi hızlandırdı diye düşünüyorum.
Dile alışma sürecinden de bahsedebilir misin, neler yaptın bunun için? Çince bilerek mi gittin yoksa iletişimini İngilizce mi sağlıyorsun? Ya da Şangay’da yaşamını sürdürebilmek için mutlaka Çince mi öğrenmek gerekiyor, Çince bilmeyenler için bir probleme dönüşüyor mu dil konusu?
Dile alışamadım ama pes de etmedim. Birkaç kere Çince deneme derslerine gittim, aslında ilgimi de çekti; ancak düzenli şekilde derslere başlama fırsatım olmadı. Deneme derslerinde bile Çinlilerin kendi aralarında birbirlerini anlayamadıklarını, aynı kelimenin farklı telaffuzlarda birden fazla anlamı olduğunu ve bunun iletişimde karışıklık yarattığını söylediler. Benim öğreneceğim ve konuşacağım Çince’yi acaba kaç Çinli nasıl anlar merak ediyorum. 🙂 Zaten Pinyin öğreniliyor en başta. Pinyin, Çince karakterlerin Latin alfabesi ile yazılıp okunabilmesi oluyor. En son aşamada Çince yazımını öğreniyorsunuz ki çoğu Çinli bile bilmeyebiliyormuş.
Birkaç uygulama üzerinden kendimce en azından telaffuzu öğrenmeye başladım. Sayıları öğrenmem ve ezberlemem epey vakit aldı. Bağıra bağıra, evde tekrar ede ede, sokakta alışveriş sırasında söylenen tutarı anlamaya çalışarak kendimi geliştirmeye çalışıyorum. Bunun dışında tamamen deneme yanılma ya da Google Translate uygulaması üzerinden hayatıma devam ediyorum. Açıkçası çok da zorlandığım anlar olmadı şimdiye kadar. Anlaşamamak can sıkıcı ama idare ediliyor. Uzun yıllardır burada yaşayıp Çince öğrenmemiş bir sürü yabancı ile tanıştım. Vücut diliyle bile anlaşamadığımız anlar oluyor; biz “a” demek isterken onlar “z” anlıyor, o yüzden onları da kendimizi de çok zorlamıyoruz artık. Zaten metrolarda, tabelalarda Latin harfleriyle yazıyor sokak isimleri, duraklar, yollar… Özellikle küçük Çin lokantalarında insanların ne yediğine bakıp gözüme kestirdiğimi elimle işaret ederek istiyorum ya da yine uygulama üzerinden menünün fotoğrafını çekerek çevirisine bakıyorum.
Didi’de İngilizce mesajlaşma seçeneği var, tabii ki karşı taraf İngilizce bilmiyor! Ona mesajlar çevrilerek Çince gidiyor, bize de İngilizce. Zaten nereye gideceğinizi uygulamada girmiş oluyorsunuz, ödeme şekliniz de online ise binince “ni hao”, inince “xie xie” yetiyor. 🙂 Aynı şekilde WeChat’te Çince-İngilizce çeviri özelliği var. Bunlar sevdiğimiz özellikler, ama diğer bir sürü uygulama Çince, orada da adresinizi Çince girdiniz mi bir kere, uygulamayı da zamanla çözüyorsunuz.
Biliyoruz bu soru klasiklerden ama en fazla merak edilenlerden de biri aynı zamanda; Yaşam koşulları nasıl, pahalı mı? İstanbul ile arasında ciddi farklar var mı?
20 TL’ye ya da daha uyguna da karnınızı doyurabilirsiniz, 200 TL’ye de. Tamamen gittiğiniz yere bağlı. Şanghay’ın hareketli bölgelerinden birinde yaşıyorsanız, kiralar İstanbul’un hareketli, merkezi yerlerine göre neredeyse 7-8 kat daha pahalı. Kahve ve içki İstanbul fiyatları civarı diyebiliriz, ama sanki kahvede Şanghay daha pahalıya kaçıyor. İnanılmaz çok sayıda ve dip dibe alışveriş merkezleri var ve hepsi de dolu. Büyük, lüks markaların mağazaları direkt göze çarpıyor. Son yıllardaki lüks tüketim artışı ile hepsi de bir şekilde iş yapıyor. Genel olarak mağazalar devasa büyüklükte caddelerde yerlerini alıyorlar ve hepsi ışıl ışıl, devasa LED ekranlarda reklamları dönüyor. Şanghay’da boş bir yer bulmak pek mümkün değil, sürekli bir hareket ve işleyiş var şehirde.
Yurt dışında yaşamanın, başka bir kültür deneyimlemenin birey olarak avantajları ve dezavantajları neler sence? Türkler olarak oldukça farklı bir kültüre sahibiz. Şangaylılar nasıl insanlar, örneğin arkadaşlık ilişkileri nasıl?
Avantajı kesinlikle farklı bakış açılarını görmek, öğrenmek, anlamak ve kendini nasıl geliştirebileceğini keşfetmek. Ufkumuzun genişleyeceğini düşünüyorum. Buradan kendimize ne alabiliriz, ne yapabiliriz, aklımızda olmayan ama bize farklı kapılar açabilecek fırsatları değerlendirmek önemli. Yurt dışı bu konuda tamamen kişiye de bağlı olarak uçsuz bucaksız bir deniz. İnsan yalnız kaldığında neler yapabileceğini görüyor ki ben aslında yalnız değilim yanımda Sinan var, birbirimize her konuda destek oluyoruz; ama yine de bildiğiniz, tanıdığınız yerden, kişilerden uzaktasınız. Şanghaylılar, Çinliler bizden çok farklılar, ruhani olarak ayrı bir boyutta oldukları kesin. 🙂 Bir kere duyguları yok gibi, çok kapalılar. Herhangi bir bakışından, duruşundan ne hissettiğini, ne demek istediğini tam anlayamıyorsunuz. İltifat mı etti yoksa kötü bir şey mi söyledi, kendilerince direkt söylüyorlar ama anlamları farklı olabiliyor. Mesela ‘seni seviyorum’ ifadesini okumuştum. Çinliler birbirlerine bunu söylemiyorlar ya da söyleyemiyorlar demek daha doğru olur; çünkü bunu utanç verici buluyorlar. Duygularını sözlerle değil eylemlerle belli ettiklerini yine farklı bir yerde okumuştum.
Dezavantajı nedir diye düşünecek olursam da şu an bizim için galiba iletişim; ama dediğim gibi onu da çok dert etmemeye çalışıyoruz. Mesela iş arayışındayım, farklı girişimlerin yanında kurumsal bir yerde de şansımı denemeye çalışıyorum ama dil şu an için en büyük engelim. Neredeyse her ilanda çince bilinmesi isteniyor.
Şangay’da ne yenir, ne içilir diye sorsak; yemek kültürü hakkında neler söyleyebilirsin?
Yemek seçenekleri burada inanılmaz. Her delikte farklı bir şeyler pişiyor neredeyse. Delik diyorum çünkü bahsettiğim yerler sıkışık, küçücük, tabureli, en fazla 5-6 masalı ya da hiç oturma yeri olmayan yerler. Saatler de belli. Lokal, küçük yerlerin işleyişi ile büyük restoranların işleyişi çok farklı. 22:00’da genelde çoğu yerde mutfak kapanıyor. Gece atıştırmalıkları hiç yok, arada eksikliğini çekiyoruz. Güne çok erken başlıyorlar, öğle yemekleri 12:00-14:00 arası, akşam yemekleri ise 17:00 itibariyle başlıyor en geç 19:00 gibi bitiyor. Bu bahsettiklerim tamamen Çinliler. Bizim komşuların da düzeni bu şekilde, her öğün ayrı bir yemek yapıyorlar. Bir de şimdi kış olduğu için sanırım, akşamları kuru meyve ya da kuru yemiş kavuruyorlar tavalarında.
Yeme kültürünü, mutfaklarını öğrenmek için başlı başına bir eğitim gerekiyor. Aynı bizde olduğu gibi her bölgenin kendine has mutfağı var. Ben şu anda eve giderken yolumun üzerinde gözüme kestirdiklerimi yemeye çalışıyorum, o kadar çok yer var ki bazen hangisine gireceğimi şaşırıyorum. Bir de genelde yediklerimin isimlerini sonradan araştırarak birilerine sorarak öğreniyorum. Çin mutfağının, sokak yemeklerinin dışında dünya mutfağı da elinizin altında Şanghay’da. Ne isterseniz bir sürü seçenekle ve neredeyse olabilecek en iyi kaliteyle sunuluyor. Çin mutfağını sevmeyenler asla aç kalmazlar. Hem kendi pastaneleri hem de Fransız pastaneleriyle ekmek, tatlı seçeneği bol. Binbir çeşit çay, kahve alabileceğiniz yerler de mevcut. Yerel pazarlarında ne ararsanız var; balık çeşitleri, kabuklu deniz ürünlerinden milyonlarcası, tavuk (tavuk ayakları özellikle), kaz, ördek (bütün şeklinde kurutulmaya bırakılıyor), et (kasaplar sokak ortasında, etler de öyle, bütün şekilde istediğiniz bölge size veriliyor) Noodle, wonton, dumpling harici olmazsa olmaz ana yemek parçası haşlanmış ya da kızarmış pirinç. Kesinlikle temel besin kaynakları. Bir de her yemeğin üzerinde bulunan kişniş sofralardan eksik kalmıyor.
Şangay’a gittiğimizde mutlaka ziyaret etmemiz gerektiğini düşündüğün 5 yer neresi diye sorsak?
Bu yazdıklarım ilk aklıma gelenler ve öne çıkanlar aslında. Yoksa daha eklenecek bir sürü yer var. Şanghay Gezilecek Yerler yazımda ayrıntılı olarak bahsettiğim birkaç yerden burada da bahsedebiliriz. Şanghay’ın olmazsa olmazı diyebileceğimiz sahil şeridi ve internette Şanghay diye arattığınızda karşınıza çıkan ilk manzara The Bund, Şanghay’ın eski bölgelerinden Shanghai Old Town ve Laoximen&Yu Garden, bisiklet kiralayarak ya da yürüyerek ağaçlı yolların arasından French Concession turu yapıp, lane house bölgelerini keşfedebileceğiniz Former French Concession ve Tianzifang, hem Jing’an bölgesini görmek hem de devasa binaların arasından bir anda çıkan tapınakla karşılaşmak oldukça etkileyici bir yer olan Jing’an Temple ve son olarak, Şanghay’ın çağdaş sanat bölgesi M50 Creativity Space ziyaret edebileceğiniz yerler arasında.
Şangay’da tüm internet ağı devlet kontrolünde ve Google, WhatsApp, Youtube, Instagram gibi bizim her gün saatlerce kullandığımız ve erişemediğimizde sıkıntılar yaşadığımız uygulamalar yasaklı. Bununla nasıl baş ediyorsunuz?
Evet, Şanghay’ın en zorlu yanı bu diyebiliriz. İnternet kontrolü aslında her alanda olduğu gibi sıkı sıkıya devlette. Sırf WeChat yazışmalarının takibi yapılsın diye milyonlarca Çinli’nin işe alındığı söyleniyor. Normalde yasak ama bir sürü yabancının bulunduğu bir yerde bazı konular bilinse de bilmezlikten gelinebiliyor. VPN ile yasaklı olan her siteye bağlanabiliyoruz ama hızı sorgulanır. Bazen pes edip Instagram detoksu olsun bu da bize dediğimiz zamanlar oldu. VPN’i Çin’e giriş yapmadan indirmek gerekiyor, tüm kurulumu buraya gelmeden halletmiş olmak en iyisi. Bizde iki tane VPN var, bir tanesi yedek, zor zamanlarda ihtiyaç olursa diye duruyor.
Peki diyelim biz de Şangay’da yaşamaya karar verdik, nasıl işliyor bu süreç? Oturum izni almak, ortak bir dilin olmayan insanlarla iletişim kurmak zor bir süreç mi, tüm o bürokratik işlemler nasıl işliyor?
En zor soru sanırım bu benim için. 🙂 Biz şirket aracılığıyla başvuru yaptık, arada da bir ajans vardı. Zaten bireysel başvurularda da en doğrusu herhalde bir ajans üzerinden ilerlemek olur diye düşünüyorum. Çin için her yerde olduğu gibi farklı bir sürü vize tipi var. Örneğin Sinan, çalışma vizesi (Z vizesi) için başvuru yaptı; bense onu ziyaret ediyormuşçasına S1 vizesi için başvuru yaptım. Aramızda iki aylık bir zaman farkı var, ben başvuru yapabilmek için onun oturma iznini almasını bekledim. İkimiz de oturma iznimizi Çin’deyken aldık. Geçici vizelerimiz oturma vizesine döndü. Burada da şirket ile ilerledik ve onlar olmasaydı açıkçası sürecin gidişatını ön göremiyorum. Çinli, İngilizce bilen birilerinden yardım almak şart gibi. Her bir belgenizin Çince tercüme olması en öncelikli maddelerden. Türkiye’deki süreç başlı başına uzun çünkü önce belgeleri toplamak sonrası onları tercüme ettirmek, ardından vize başvurusu için randevu almak gerekiyor. Belgelerin tesliminden sonra sizinle birebir görüşme yapılıyor. Son aşama ise vizenin çıkışını beklemek. Kaç günlük, neye göre vize verildiği hakkında pek bir fikrim yok. Vizenin çıkması 2-3 haftayı bulabiliyor. Oturma izni başvurusunu ise Çin’e giriş sonrasında 1 ay içinde yapabiliyorsunuz. Önce oturduğunuz bölgedeki polis ofisine gidip kayıt yaptırmak gerekiyor, ikametgah aldırımı gibi düşünülebilir. Ardından oturma izni talebi için size verilecek tarih belirleniyor. Pasaportunuz belli bir süre onların elinde kalıyor, size geçici bir belge veriyorlar. Benimki 2 hafta içinde çıktı ama bu süreç değişiklik gösterebilir. Ailelerimiz, arkadaşlarımız gelmeye karar verdiklerinde onlarla her bir aşamayı tecrübe ederiz gibi gözüküyor.
Peki Türkiye dışında yaşamak sana neler öğretti? Nasıl değiştirdi seni, neler kattı şimdiki yaşamına? Yurt dışında yaşamak isteyen ama buna cesaret edemeyen kişilere birkaç tavsiyede bulunabilir misin?
Bambaşka bir dünyaya ışınlanmış gibiyim. Kıta, kültür, dil, hava, su, yiyecek-içecek, çevre, teknoloji, hayat akışı, aklınıza gelebilecek hayatımdaki her türlü etken bir şekilde değişti. Mevcut düzeni bıraktık, kalktık geldik, kendimize yeni bir düzen oturttuk gibi. Bu yeni düzen, beni daha girişken ve hareketli olmaya, daha çok düşünmeye, ne yapılabilir diye daha yaratıcı olmaya itti gibi hissediyorum. Her gittiğim yerden, her yeni tanıştığım birilerinden sürekli gerekli gereksiz bir sürü detay öğreniyorum. Umarım bu süre içerisinde ileride de bana yol gösterecek keşiflerimi tamamlayabilirim.
Şu aşamadaki tavsiyem, önünüze çıkan fırsatları en iyi şekilde değerlendirin olacak. Eğer siz nereye gideceğinizi belirlemişseniz, zaten bir planınız vardır demektir ve bunu gerçekleştirmekten çekinmeyin. İnsan bir şekilde yolunu buluyor. Kendiniz bir şekilde fırsatları da yaratabilirsiniz. Bizim neresi olacağı bile belli değildi ama elimize böyle bir fırsat geçmişken değerlendirmemek, sonrasında pişmanlığımız olabilirdi. Biz de en azından deneyelim, iyi, kötü ne varsa yaşayalım öğrenelim dedik. Olur da Şanghay’a gelmek isteyen olursa biz şimdilik buralardayız, bekleriz. Elimizden geldiğince de her konuda destek olmaya varız. 🙂
Bonus soru: Şangay’da kültür şoku yaşadığın anlar oldu mu; çok ilginç, komik veya etkileyici bir anın varsa bizimle paylaşabilir misin?
Kadın-erkek fark etmeksizin yere tükürmeleri. 🙂 Öyle böyle bir tükürme değil o nedenle özellikle belirtmek istiyorum. Kalabalığa rağmen bir şekilde düzen var, bu şaşırdığım noktalardan biri. Gerginlikleri, aceleleri yok. Biz koşturmaya alışmışız herhalde ondan arada biraz sabırsızlanıyor onların arasında yürürken ya da beklerken. 🙂 Sokaklarda her yer kamera dolu. En ücra köşelerde bile var, Çin’de kamera sayısı en fazla olan şehirlerden biri Şanghay. Şu ana kadar çok fazla evsiz, dilenci görmedim, tek tük vardı. Onda da dilenci WeChat ya da Alipay üzerinden para bekliyordu. Önünde QR’ları açık uzanmış yatıyordu üst geçitte. Başka bir online ödeme anım da, eve yardıma gelen veya çocuk bakan Çinlilere ‘ayi’ deniyor, anlamı da teyze anlamına geliyor, bizim “ayi” 2 saat sonunda işini bitirdikten sonra ben nakit vermek isteyince şaşırdı. WeChat üzerinden ödemeleri aldığını belirtince de ben şaşırdım tabii. 🙂
Ayrıca çok gürültülü yemek yiyorlar; ağız şapırdatma, hüpleterek çay içme gibi hareketler söz konusu ve bunun kadar doğal bir eylem olamaz onlar için. Zaten çay seremonisinde çayı hüpleterek içmezseniz ayıp sayılıyor! Parklarda, sokakların köşelerinde yaptıkları danslar, tai chi’ler izlemeye değer. Yaşça büyük kişiler hem sosyalleşmek hem de günlük hareketlerini yapmak üzere bir araya geliyorlar. Yaz-kış fark etmeksizin toplanıyorlar!
Kapak fotoğrafı: Unsplash / Pen Tsai
Teşekkürler!
İlginizi çekebilir: MagPorter’dan Londra’da Yaşamak
Cape Town’da Yaşamak: Güliz Özbek ile Renkli Bir Röportaj
Bir yanda “Olduğun yerde kal, değişikliğe ne gerek var? Bak ailen, dostların, geçmişin burada” diyen o ses, bir yanda farklı bir ülkede yeni bir hayat kurmak isteyen, içinizdeki o kıpır kıpır heyecan. theMagger’ın sevilen röportaj dizisi “Yurt Dışında Yaşamak” bu arada kalmışlığı cesareti ve kararlılığıyla bir sonuca ulaştırmış olanların hikayelerini anlatıyor. Taşınma süreçlerinden kültür şoku yaşadıkları anılara, lokal mekan önerilerinden dil öğrenme yollarına tüm merak ettiklerinizi onlara sorduk. Bu haftaki konumuz Cape Town’da Yaşamak, konuğumuz ise Güliz Özbek.
[[konum_1]]
Sevgili Güliz, öncelikle seni daha yakından tanıyabilir miyiz? Nasıl karar verdin Cape Town’a taşınmaya, nasıl ilerledi süreç?
Uzun bir kurumsal hayattan sonra 2014’te sanat ve teknoloji hobilerimi birleştiren Art50.net isimli çağdaş sanat platformunu kurdum. Özellikle genç sanatçılara destek veren, yeni koleksiyonerler oluşturmayı ve sanata 7/24 ulaşımı hedefleyen bu online oluşum ve iş modeli, bana oldukça esnek bir çalışma ortamı sağladı. Bu nedenle 2016 yılında eşimin işi nedeniyle Cape Town’a gitme olasılığı çıkınca hiç düşünmedim. İstanbul’daki ofisi ve ekibimi, hem geçmiş ve gelecek müşterilerimize hem de sanatçılarımıza en iyi hizmeti verecek şekilde organize ettim. 2017 yılı başında Cape Town’a gelir gelmez, burada da benzeri bir ofis ortamı yaratarak işlerin hiç aksamadan yürümesini sağladık. Şu anda iki yıldan fazladır burada yaşıyorum.
O karar verme sürecine geri dönsen, yine Cape Town’u seçer miydin, memnun musun Cape Town’da yaşamaktan? Neler yapıyorsun orada?
Cape Town gibi dünya çağdaş sanat haritasında önemli yeri olan ve Afrika sanat pazarına yakın olmamı sağlayan bir lokasyonda yaşamaktan, başka güzelliklerinin yanı sıra işim için de mükemmel bir yer olduğu için açıkçası başından beri çok mutluyum, tekrar seçmem gerekse yine buraya gelirim. Cape Town’a taşınacağımızı söylediğimde beni tanıyan (ve burayı bilen) herkesin ilk kelimeleri “tam sana göre bir yer” olmuştu, burası her geçen gün bunu kanıtladı.
Güney Afrika maceramız başlamadan çok önce de hem turistik amaçlarla hem de çağdaş Afrika sanatı bağlamında bu kıtaya çok büyük bir ilgim vardı. Dünyadaki fuarlarda her zaman çağdaş Afrika sanatçılarını temsil eden galerileri, sanatçıları, 1:54 gibi çağdaş Afrika sanat fuarlarını takip ederdim. Ayrıca Güney Afrika ve Cape Town’daki sanatsal altyapı gelişimleri, yeni açılacak MOCAA müzesi radarımdaydı. Buraya taşındığımız 2017 şubat ayında, taşındığımız ilk günün buradaki meşhur “First Thursday” olması, sonraki hafta hemen Cape Town Art Fair ve beraberindeki yoğun sanatsal etkinlikler, bana ilk günden adeta “cennete düşmüşüm” etkisi yarattı!
İstanbul’a 12 saat uçuş mesafesinde olmasına rağmen saat farkının olmaması, hem yolculuğu hem de burada iken Türkiye ile senkronize çalışmayı kolaylaştırıyor. İstanbul’a göre çok daha sakin ve kolay bir hayat tarzı olduğundan hem iş hem özel hayatta zamanı daha verimli kullanabiliyorum, tamamen istediğim şeylere odaklanabiliyorum. Genelde iş ve ailevi nedenlerle Nisan ve Aralık’ta 2 hafta, yazın da 2 ay civarında Türkiye ve civarında oluyorum. Türkiye ile zıt iklimleri yaşadığımızdan yılın hemen hemen tamamını bahar/yaz şeklinde yaşayabiliyorum.
Cape Town’da iken hemen her sabah okyanus kenarında yürüyüş yapıp sonra günün belli kısmını evdeki ofisimde, Türkiye’deki ofisle bağlantılı olarak bilgisayar ve whatsapp başında geçiriyorum. Burada olduğum süre içinde Türkiye’de online satışlar dışında önemli sanatsal projeler gerçekleştirdik ve gerçekleştiriyoruz. Burada olmam dezavantaj değil avantajlar da sağlıyor. Hafta içi geri kalan zamanlarda ise genelde sanat odaklı etkinliklerim oluyor; galeri, sanatçı stüdyosu, müzelerdeki yeni sergiler, heykel bahçeleri, koleksiyoner buluşmaları, fotoğraf çekimleri (kendi özel hobim olarak ve iş için sosyal medya amaçlı), müzayedeler, kitapçılar, kitap okumalar epey zaman alıyor. Ben geldiğimden beri burada dünya çapında iki tane çok özel sanat müzesi (MOCAA ve Norval Foundation) ve birçok yeni galeri ve sanat mekanı açıldı, dünyadaki koleksiyonerlerin gözü buraya çevrildi; sanırım çok şanslıyım.
Hafta sonları ise yapacak keyifli şeyler sonsuz. Şehir içindeki güzellikler ve etkinlikler dışında şarap bağları ve yakınlardaki sahil kasabaları en sık gittiğimiz yerler. Burada şarap bağları da şarap ve yiyeceklerinin dışında dekorları, bahçeleri ve sanat koleksiyonlarıyla ünlü. Hem şarabın hem her türlü yiyeceğin en taze, en organik ve hatta en estetik olanlarını, (üstelik de uygun fiyatlarla) bulma ve yeme olanağı büyük bir zevk.
İlk zamanlar biraz zor oluyor diyorlar. Taşındığın ilk zamanları anlatabilir misin? Yepyeni bir yere taşınmak, yeni insanlar tanımak çok hızlı olmuyordur… Nasıl bir adaptasyon süreci geçirdin, en çok zorlandığın konular neler oldu? Dile alışma sürecinden de bahsedebilir misin, neler yaptın bunun için?
Açıkçası buraya alışmak ve adapte olmak gibi bir süreç hiç yaşamadık, sanki hep buradaymışız gibi rahattık. Tek zorluk, şu andaki evimize taşınana kadar üç ayrı ev ve otelde yaşamak, oradan oraya taşınmaktı ama bu da farklı semtleri ve yaşam şekillerini tanıma fırsatı verdiğinden deneyime zenginlik kattı diyebilirim. Hem işimin işi (otelcilik sektörü) hem benim sanat dünyası ile olan ilişkim, bizi çok çabuk buradaki insanlarla ve uygun ortamlarla kaynaştırdı. Bazen Türkiye’dekinden daha bile sosyal yaşadığımızı düşünüyorum. Belli zevkleri, kültürleri, yaşam tarzını paylaştığınız insanlarla çok çabuk kaynaşıyorsunuz; belki biraz da orta yaş üzeri olmanın verdiği bir deneyim, olgunluk, rahatlık diyebiliriz.
Gerçi eşim İngiliz ama benim Türk olarak en yadırgadığım şeyler, işlerin biraz ağır yürümesi, insanların telaşsız ve rahat olmaları diyebiliriz. Bunlar eşya/mobilya siparişinden, insanların araba kullanmasına, sipariş ettiğiniz yiyeceğin uzun sürede gelmesine hatta kuaförde geçirdiğiniz zamanlara kadar yansıyor. Bu konuda da adaptasyonumu sağladım sanırım 🙂 Bu arada ana dil hem İngilizce hem de Afrikaans. Her ikisini de konuşuyorlar ama her seviyede insan İngilizce bildiğinden ben hiç sorun yaşamadım.
Biliyoruz bu soru klasiklerden ama en fazla merak edilenlerden de biri aynı zamanda; Yaşam koşulları nasıl, pahalı mı? İstanbul ile arasında ciddi farklar var mı?
Cape Town, Güney Afrika’daki en pahalı şehir ama yine de Avrupa ve Amerika standartalarına göre ucuz, Türk parasına göre ise maalesef eşit hale geldi. İki yıl önce taşındığımızda 1 TL = 4 rand iken şu anda 1 TL = 2.6 rand. Güney Afrika’nın da çok parlak bir ekonomisi olmadığı ve rand’ın dünyadaki en fazla değer kaybeden para birimlerinden biri olduğu göz önüne alındığında, maalesef TL’nin düştüğü durum içler acısı. Günlük hayattaki masraflarımızdan taksi, otopark, benzin, yiyecek, içecek gibi şeyler oldukça uygun iken örneğin bir bayan olarak ihtiyacımız olan kuaför hizmetleri ve her türlü ithal ürün (kıyafetten arabaya, elektronik eşyaya) Türkiye’ye göre pahalı.
Yurt dışında yaşamanın, başka bir kültür deneyimlemenin birey olarak avantajları ve dezavantajları neler sence? Türkler olarak oldukça farklı bir kültüre sahibiz. Güney Afrikalılar nasıl insanlar, örneğin arkadaşlık ilişkileri nasıl?
Güney Afrikalılar, genellikle kökeninde Alman, İngiliz, Hollandalı kimliklere sahipler. Birçoğu da hem bunların hem de Güney Afrika yerlisi (Afrikaans) karışımı. Her ne kadar onlar da her yere gitmek için vize almak zorunda olsalar da dünyayı epey gezen insanlar. Yeme içme, doğa, deniz, seyahat kültürleri geniş. Ben, en azından kendi çevremdeki insanları en az Türkler kadar, hatta daha da sıcak buldum. Buradaki en iyi arkadaşlarımdan bazıları bir dükkanda ya da sergide veya birinin evinde tanıştığım ve dostluğu sürdürdüğüm kişiler. Öncelikle yeni tanıştıkları insanlara karşı çok kibar ve çok ilgililer, çok soru sorup anlattıklarınızı ilgiyle dinliyorlar, sizi hemen kendi evlerine ya da size uygun etkinliklere davet ediyorlar yani yüzeyde kalmıyor 🙂
Cape Town’da ne yenir, ne içilir diye sorsak; yemek kültürü hakkında neler söyleyebilirsin? Bize yeme-içme alanında birkaç lokal öneride bulunabilir misin, nerelere mutlaka gitmeliyiz?
Eşimle beraber yeme içmeye de meraklı olduğumuzdan burası o anlamda da cennet oldu bizim için. Daha önce bahsettiğim gibi her meyve, sebze ve her türlü yiyeceğin en tazesi, en güzeli, doğalı ve organiğini kolayca ve uygun fiyatlara bulmak mümkün. Ev dışında yemek için de alternatifler çok fazla. Hem et hem deniz ürünlerine meraklı olanlar için gerçekten güzel mekanlar var; Türkiye ile kıyasladığınızda midye-karides ve taze balıkları rahatça ve bolca yiyebiliyorsunuz.
Buradaki bazı trendler şöyle: Öncelikle belli başlı restoranlarda, çok sezon dışı değilse istediğiniz gün ve saate yer bulmak mümkün değil. Bunlar bir aylık online rezervasyonla müşteri alıyorlar, her ayın 1’inde saat 8’de ekran başındaysanız ne ala, bir sonraki ay için bir ihtimal yer bulabilirsiniz ama istediğiniz gün ve saate olacağını garanti edemem 🙂 Bunların en başında, Afrika’nın en iyi restoranı olarak bilinen Test Kitchen var. Yer bulamazsanız, benzeri menü için kardeşleri Put Luck Club, Salsify ve Short Market Club‘a da bakabilirsiniz, hatta şu anda yeni açılan kardeşleri The Commissary için rezervasyon yapılmıyor ama gidip kapıda bekliyorsunuz.
Diğer trend ise ünlü şefler! Michelin yıldızı burada veriliyor olsa kesinlikle alabilecek yetkinlikte şefler var. Bunlar da ünlü olduktan sonra, yeni farklı mekanlar açmaya başlıyorlar; kimileri fine dining, kimileri şarap bağları içinde, kimileri rezervasyonsuz “casual”, kimileri farklı mutfaklarda. Bunlardan benim favorim de ünlü şef Liam Tomlin’in rezervasyonsuz – “casual” ve çok yaratıcı Hint restoranı Thali.
Buranın et restoranlarından ise yeni favorim, Stellenbosch’daki Fat Butchers. Orada yedikten sonra başka bir et restoranına gitmek yerine yarım saat araba kullanıp şehrin dışına çıkmayı tercih etmeye başladım.
Hem güzel kahve çeşitleri hem kahvaltı hem de tam Instagram’lık fotoğraf çekimi ve deneyim için, efsanevi kahvecimiz, steam punk dekorlu Truth Cafe’ye gitmelisiniz.
Genel bir menü ama muhteşem bir ambiyans için, özellikle güneş batımında Grand Africa Beach Cafe’yi öneririm. Eğer hava o kadar güzel değilse, yine harika ambiyans için Kloof Street House derim. Buraya hem yemek için hem de yemekten sonra içki için gidebilirsiniz. Hafta sonu ise Cumartesi ve Pazar günleri kahvaltı için gidecek en önemli yer, Oranjezicht Farmers Market. Saat 9:00 -14:00 arasında, etten sebzeye, peynirden kuruyemişe, ev yapımı reçellerden baharatlara her türlü organik ve taze yiyeceği alabilmenizin yanı sıra, onlarca farklı yiyecek ve içecek standından size uygun kahvaltılıkları da alıp denize nazır banklarda oturup yiyebilirsiniz.
Cape Town’a gittiğimizde mutlaka ziyaret etmemiz gerektiğini düşündüğün 5 yer neresi diye sorsak? (müze, kilise, pazarlar, özellikle lokallerin takıldığı güzel sokaklar…)
_Bo-kaap: Renkli evleriyle meşhur Cape Malay – Müslüman mahallesi.
_Bree Street: Barlar, restoranlar, galeriler; özellikle her ayın ilk perşembesi gidilmeli.
_Table Mountain / Lions Head: İster tepesine çıkıp şehrin manzarasına bakın, isterseniz uzaktan dağların kendilerine bakın, hepsi muhteşem deneyimler.
_Waterfront – Silo bölgesi: Müze, galeriler, diğer tarafında alışveriş merkezi, yüzlerce restoran, bar, cafe, hediyelik eşyacı ve sokak çalgıcıları ile çok turistik ama her zaman çok keyifli.
_Woodstock ve Old Biscuit Mill: Woodstock bölgesi tasarım dükkanları, sanat galerileri, bolca graffiti ve sokak resimleriyle dolu duvarları, gurme restoran ve “cosy” kafelerle dolu çok keyifli bir bölge ama biraz güvenlik riski olduğundan tam nereye gideceğini bilerek planlı dolaşmak gerekiyor. Az zamanınız varsa direkt Old Biscuit Mill’e giderek bunların hepsinden güzel örneklerin bulunduğu bir alanda güvenlice gezebilirsiniz. Burası cumartesi günleri saat 14.00’e kadar hem yiyecek içecek hem tasarım eşyaların satıldığı bir pazara dönüşüyor.
_Camps Bay / Clifton Beach: Hem plajları hem manzarası ile gelmişken görmezseniz, kumlarda yürümezseniz olmaz.
Cape Town güvenlik açısından pek rahat bir şehir değil. Dolayısıyla güvenlik, buraya tatile gelmek veya taşınmak isteyenlerin en çok endişe duyduğu konu. Onlara ne yapmalarını önerirsin, lokaller neler yapıyor bu konuyla ilgili?
Cape Town nispeten güvenli bir şehir. Ama yine de gece karanlıkta sokaklarda yürünmemesini öneririz. Geceleri çok yakın mesafaler (mesela 100 metre!) için bile taksiye binilmesi öneriliyor. Uber çok yaygın, ucuz ve güvenilir.
İşinden dolayı sanatla iç içesin. Cape Town da sanat açısından oldukça gelişmiş bir şehir. Cape Town’a gelenlere, sanatın peşinden koşmaları için ne önerirsin?
Art50.net’in sanat şehirleri – Cape Town yazısını okumalarını öneririm!
İstanbul’un kendine özgü özellikleri vardır ya hani, rakı-meze veya Boğaz manzarası gibi… Özlüyor musun İstanbul’un bazı yönlerini? Mesela arada sırada İstanbul’a geldiğinde ilk yaptığın şey ne oluyor veya mutlaka yemeliyim dediğin yemekler, gitmeliyim dediğin yerler var mı?
En özlediğim şeyler: kebap, Boğaz’da yürüyüş, Mükellef’te binbir taze meze, eşim de gelmişse Karaköy’de balık-ekmek. Balat, Karaköy, Nişantaşı, Bebek, Arnavutköy gibi semtlerde yeni açılan yerleri öğrenip, arkadaşlarımla oralarda buluşmak. Bu yıl geldiğimde listemde yeni bir madde daha var; daha önce gitmiştim ama Chefs Table programında tekrar hayran olduğum Musa Dağdeviren’in Kadiköy’deki Çiya’sına gitmek.
Peki Türkiye dışında yaşamak sana neler öğretti? Nasıl değiştirdi seni, neler kattı şimdiki yaşamına? Yurt dışında yaşamak isteyen ama buna cesaret edemeyen kişilere birkaç tavsiyede bulunabilir misin?
Daha önce yüksek lisans için 2 yıl Amerika’da yaşamıştım ama öğrencilik deneyimi çok farklı. Burada bu dönemimde yaşadığım hayat, bana yapmak istediklerimi özgürce yapma ve öğrenme enerjisi ve motivasyonu verdi. İnsan olarak çok daha zenginleştiğimi hissediyorum. Ayrıca tanıştığım yeni insanlardan aldıklarım ve onlara verdiklerimin tatmini de büyük bir mutluluk. Şu andaki deneyimim için tek söyleyebileceğim, “keşke daha önce yapsaydım”. Dolayısı ile yurtdışında yaşamak isteyenlere tavsiyem, bir an önce bu maceraya atılmaları! Bu macerayı en iyi değerlendirmek için de çok gezmelerini, okumalarını, tüm lokal etkinlikleri takip etmelerini, yerel insanlarla bol bol sohbet etmelerini öneririm.
İlginizi çekebilir: Lizbon’da Yaşamak
Lizbon’da Yaşamak: Özge Kıner ile Dopdolu Bir Röportaj
Bir yanda “Olduğun yerde kal, değişikliğe ne gerek var? Bak ailen, dostların, geçmişin burada” diyen o ses, bir yanda farklı bir ülkede yeni bir hayat kurmak isteyen, içinizdeki o kıpır kıpır heyecan. theMagger’ın sevilen röportaj dizisi “Yurt Dışında Yaşamak” bu arada kalmışlığı cesareti ve kararlılığıyla bir sonuca ulaştırmış olanların hikayelerini anlatıyor. Taşınma süreçlerinden kültür şoku yaşadıkları anılara, lokal mekan önerilerinden dil öğrenme yollarına tüm merak ettiklerinizi onlara sorduk. Bu haftaki konumuz Lizbon’da Yaşamak, konuğumuz ise Özge Kıner.
[[konum_1]]
Sevgili Özge, öncelikle seni daha yakından tanıyabilir miyiz? Nasıl karar verdin Lizbon’a taşınmaya, nasıl ilerledi süreç?
69 doğumluyum. Aslen Doğu Karadeniz Tirebolu doğumluyum ama kendimi daha çok bir Kadıköy Kalamışlı olarak görüyorum. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi lisans ve Maliye anabilim dalı yüksek lisanstan sonra 92 senesinde Almanya Göttingen Üniversitesi’nde Siyasal Bilimler ve Sosyal Siyaset konusunda ön lisans eğitiminden sonra doktoraya başladım ama 98 senesinde geri döndüm ve önce özel bir banka sonra bir holding bünyesinde dış ticaret ve yatırım direktörü olarak çalıştım. Hala freelance danışman ve öykü yazarı olarak hayatıma devam ediyorum. Türkçe olarak yayımlanmış bir öykü kitabım ve çeşitli edebiyat dergilerinde çıkmış öykülerim, kitap incelemeleri ve yazılarım var. Bu konuda çalışmalarım devam ediyor. Lizbon ile ilgili, Lizbon’a taşınmaktan çok Fransa’ya taşınmak söz konusuydu. Esasında 2013 yazında Marsilya tatilinde eşimle tanıştım. Eşim Fransız. Aşk sebebi ile 3 senelik bir gidip gelmeden sonra işimden ayrılma kararı aldım ve Fransa’ya taşındım. Lizbon her ikimiz için de kendimizi evde hissettiğimiz bir şehir olduğundan ikinci adresimiz olarak Lizbon’u seçtik ve bir ayağımız sürekli orada.
O karar verme sürecine geri dönsen, yine Lizbon’u seçer miydin, memnun musun Portekiz’de yaşamaktan? Neler yapıyorsun orada?
Fransa Beaujolais bölgesi, eşimin işi ve ilk eşinden iki çocuğunun eğitimi sebebi ile karargahımız ama Lizbon hür irademizle ve aşık olarak seçtiğimiz bir şehir ve bana her zaman İstanbul’u hatırlatıyor. Bu sebeple evet, tekrar başa dönsem, tekrar Lizbon derdim. Bir kere Lizbon da İstanbul gibi 7 tepe üzerine kurulu. Ortasından Tejo nehri geçiyor ki nehir geniş olduğundan boğazı hatırlatıyor bana ve bu nehrin üzerinde de aynen bizdeki gibi büyük bir köprü var. Alfama bölgesi bana doğduğum şehir Tirebolu’yu hatırlatıyor, yokuşları ve merdivenleri ile. Her yokuş, her merdiven bir nevi nehire açılıyor, tıpkı doğduğum şehirde denize açılan yokuşlar gibi. Lizbon insanı açık, güler yüzlü ve esnaf kavramı hala kaybolmamış. Evet Lizbon’a aşığım diyebilirim 🙂 Lizbon’da serbest danışmanlık işime devam ediyorum. Eşimin burada kurduğu proje yönetimi ve gayri menkul şirketi bünyesinde zaman zaman çalışmalar yapıyorum ve tabi Pessoa ve Saramago’nun memleketinde yazmak için esin aramaya gerek kalmıyor. Daha çok yazı çalışmalarıma devam ediyorum.
İlk zamanlar biraz zor oluyor diyorlar. Taşındığın ilk zamanları anlatabilir misin? Yepyeni bir yere taşınmak, yeni insanlar tanımak çok hızlı olmuyordur… Nasıl bir adaptasyon süreci geçirdin, en çok zorlandığın konular neler oldu? Dile alışma sürecinden de bahsedebilir misin, neler yaptın bunun için?
Açıkçası 45 yaşında böyle bir işe kalkıştığım için kendimi tam taşınmış hissetmiyorum. İstanbul’daki hayatım her şeyi ile aynen devam ediyor. Daha çok üç ülke ve üç şehirde yaşayan biri gibiyim. Fakat yine de İstanbul’dan, arkadaşlarımdan ve ailemden uzun süre uzakta yaşamanın üzerimde negatif etkisi olmadı değil. Ama bu konuyu her 2-3 ayda bir İstanbul’a gelerek çözmeye çalışıyorum. Başka bir ülkede oturum izni ile yaşayınca 3 aydan fazla yurt dışında, Fransa ve Portekiz örneğinde Avrupa Birliği Schengen ülkeleri dışında yaşayamıyorsunuz. Yasal olarak durum bu ama normali de bu. Yeni insanlarla tanışmamsa dil kursunda oldu daha çok. Hatta çok iyi iki dost kazandım bu vesile ile ama her ikisi de başka ülkelerde yaşıyorlar şu an. Edebiyat ve sanat sevgim üzerinden bir kaç arkadaşım oldu. Yaşadığınız ülkenin diline hakim olmak çok önemli adaptasyon için. İngilizce ve Almanca konusunda çok iyi olmama rağmen Fransızca öğrenmem şarttı. Şu aşamada Portekizce öğrenmiyorum ama planlarım arasında. Portekizliler İngilizce ve Fransızca biliyor genelde. Fakat yalnızlık en çok zorlandığım konu oldu bir süre.,
Biliyoruz bu soru klasiklerden ama en fazla merak edilenlerden de biri aynı zamanda; Yaşam koşulları nasıl, pahalı mı? İstanbul ile arasında ciddi farklar var mı?
Portekiz’de yaşam koşulları Fransa’ya göre pahalı değil. Tabi bu nasıl bir hayat yaşadığınızla da yakından ilgili ama temel olarak Portekiz Avrupa’nın fakir çocuğu gibi düşünülebilir. Fransa aşırı pahalı bunun yanında. Türkiye ile şu sıralar Batı Avrupa ülkelerini satın alma gücü açısında karşılaştıramayız bence. TL’nin değer kaybı EURO bölgesini genel olarak pahalı kılıyor ama Lizbon bu açıdan İstanbul’a yakın diyebilirim.
Yurt dışında yaşamanın, başka bir kültür deneyimlemenin birey olarak avantajları ve dezavantajları neler sence? Türkler olarak oldukça farklı bir kültüre sahibiz. Portekizliler nasıl insanlar, örneğin arkadaşlık ilişkileri nasıl?
Yurt içinde yaşayanlar yurt dışında yaşamayı seçenlerin hiç sorunsuz, süper bir hayat yaşadığı yanılgısı içinde oluyorlar hep. Maalesef insanın kendi sosyokültürel bölgesinden çıkması, ki ben kendimi tipik bir Türk olarak görmememe rağmen, duygusal açıdan zor. Sonuçta sanki her şeye sil baştan başlıyor gibi oluyorsunuz. Özellikle Türk imajı da buna hiç yardımcı olmuyor. Her ne kadar sosyo ekonomik ve eğitim düzeyi yüksek bir kişi de olsanız en basitinden yabancılar polisi ve valilikte oturum izni alma sürecinde herkesle aynı torbaya atılıyorsunuz. Okuma yazma bilmeyen kişilerle aynı süreçlerden ve hatta yan yana geçiyorsunuz. Bu biraz sinir bozucu bir süreç. Niye ben bu kadar okudum gibi soruları kendinize sorabiliyorsunuz ama bu süreç kısa bir süreç, bunu atlatmayı başarırsanız insan ilişkileri açısından daha yüksek standartlarda yaşama şansını buluyorsunuz. Kimse sizi giydikleriniz, renginiz veya cinsiyetiniz nedeni ile Türkiye’de olduğu kadar taciz etmiyor. Ama kadın erkek eşitsizliği farklı oranlarda her yerde var, bunu da yazmadan geçemeyeceğim. Portekizliler gerçekten insan canlısı, çok sıcak ve saygılı insanlar. Kültürel ve mimari açıdan çok iyiler. Çok iyi sanat müzeleri, galeriler var. Her yer bahçe ve yemek kültürleri çok iyi. En basit yemekten en sanatsal yemeğe kadar çok yetenekliler.
Portekiz’de kültür şoku yaşadığın anlar oldu mu; çok ilginç, komik veya etkileyici bir anın varsa bizimle paylaşabilir misin?
Portekiz’de açıkcası kültür şoku yaşamadım. Fransa da da yaşadığımı söyleyemem. Sadece ilginç bir anekdot, Fransa’da bütün sınavlar yasal olarak kurşun kalemle yapılıyor. Eğer yanlışlıkla tükenmez kalem vs ile sınava katılırsınız, sınav doğrudan geçersiz sayılıyor.
Lizbon’da ne yenir, ne içilir diye sorsak; yemek kültürü hakkında neler söyleyebilirsin? Bize yeme-içme alanında birkaç lokal öneride bulunabilir misin, nerelere mutlaka gitmeliyiz?
Lizbon temel olarak zeytinyağı, sarımsak ve sardalya şehri. Sokaklar bu kokudan geçilmiyor. Ve geleneksel yemeklerde özellikle zeytinyağı ve sarımsak fazlasıyla kullanılıyor. Lizbon’da bir 10 euro’ya bir öğle yemeği yiyebileceğiniz gibi 300-400 euro ve hatta daha fazlasına bir yemek yiyebilirsiniz. Michelin yıldızlı restoranların sayısı bir hayli fazla ama bunun yanı sıra fine dining dediğimiz gastronomik restoranlar da çok ve genelde hepsi çok iyi. Yeme ve içmeye meraklı bir çift olarak bu konuda kesin garanti verebilirim. Lizbon’da en bilindik geleneksel yemek kuru morina balığı ile yapılan yemekler, bunlara Bacalhau deniyor. Benim en tercih ettiğim Bacalhau a Bras; çok ince kesilmiş ve kızartılmış patates, yumurta sarısı ve kurutulmuş morin balığı ile yapılıyor. Diğer şekillerini çok kuru buluyorum ama damak zevki ile alakalı. Ayrıca Lizbon denince başka bir klasik de en ünlü tatlıları olan Pasteis de Nata. Bu da yumurta ile yapılıyor. En ünlüsü, kapısında kuyruklar oluşan Pasteis de Belem. Tabi Portekiz şarapları ile de ünlü. Herkes tatlı Porto şarabını bilir ama Vino Verde dedikleri yeşil şarapları, beyaz ve kırmızı şarapları da çok çok iyi.
Lizbon’da bizim bildiğimiz manada bir kahvaltı geleceği yok. Ama sabah kalkıp, bir tosta mista (bizim karışık tost ama jambon ve peynir ile yapılıyor), taze sıkılmış portakal suyu ve kahve ya da çay (sallama genelde) ile kahvaltı yapmak isteyenler için şehirdeki bütün geleneksel pastaneleri, Avenida de Liberdade üzerindeki bütün kioskları önerebilirim. Spesifik olarak bir mekan belirtmem gerekirse, Alfama’da bulunan Memmo Alfama Oteli’nin kahvaltıları müthiş ve burada süper bir manzara eşliğinde zengin bir kahvaltı yapabilirsiniz. Öğle yemeği için, Chiado bölgesindeki Cafe Lisboa’yı önerebilirim. Geleneksel lokal yemekleri, özenli hazırlanmış bir şekilde, çok eski tiyatro binasının içindeki bu restoranda yiyebilirsiniz. Akşam yemeğinde gastronomik bir deneyim için Cave 23 ya da daha bistro tarzında bir deneyim için 100 Manerias Bistro’yu, Michelin yıldızlı bir deneyim içinse Alma Restoran’ı tavsiye ederim. En iyi kahveci bence Cafe a Brasileria. Önündeki oturan Pessoa heykeli de bonusu 🙂
Gece Klubü olarak rafine tarzı ile JNCQUOI alt kat bar kısmını tavsiye ederim. Canlı DJ eşliğinde bar etrafında oturup, harika kokteyllerden birini yudumlayabilirsiniz. Tam olarak gece klubü konsepti olmasa da atmosfer şahane. Bir de Fado mekanlarını eklemek isterim. Çünkü Lizbon Fado demek bir anlamda. Fado, Lizbon’daki tarihi 1820’lere uzanan, melankolik, hüzün ve özlem kokan müzik şekli. Ya tek tek ya da çift halinde ayakta söyleniyor. Üzerimde tüylerimi diken diken eden bir etkisi var. Bu sebeple bana göre en iyi ve turistik olmaktan uzak Fado restoranı olan Sr. Vinho mutlaka ziyaret edilmeli. Fado seyderken bir şeyler de yiyebilirsiniz ama ben tavsiye etmiyorum çünkü lezzetli bir yemek olmuyor ama rica ederseniz akşam 9-10 gibi sadece içkinizi yudumlayarak da Fado dinleyebilirsiniz. Fado hakkında daha fazla bilgi için Fado Müzesi ziyaret edilebilir.
Lizbon’a gittiğimizde mutlaka ziyaret etmemiz gerektiğini düşündüğün 5 yer neresi diye sorsak? (müze, kilise, pazarlar, özellikle lokallerin takıldığı güzel sokaklar…)
- Calouste Gulbenkian Museum: Bahçesi de harika!
- Museo Nacional de Arte Antiga: Özellikle süper bir Hieronymus Bosch tablosu için bile gitmeye değer.
- Arpad Szenes-Vieira da Silva Foundation: Kimsenin genelde gitmediği ama benim çok sevdiğim küçük ve tatlı bir müze.
- LX Factory: İçinde birçok cafe, restoran, kitapçı ve ufak sanat dükkanları barındıran bir konsept.
- Principe Real bölgesi güzel bir yürüyüş için ideal. Bizdeki Çukurcuma ve Cezayir Sokağı benzeri antikacılar, sanat galerileri, tapas barları, harika bir parkı ve bu parkın içindeki güzel ağacı ile süper bir bölge bana göre. Ayrıca hemen parkın karşısında bulunan 19. yüzyıldan kalma bir sarayın içindeki Gin Lovers, sadece cin ile yaptıkları harika kokteylleri için mutlaka uğranılması gereken bir yer. Aynı mekanda her pazar akşamı 7 – 8.30 arası Fado akşamları da yapılıyor. Biletler binanın kapısında alınabilir, bilete 1 adet kokteyl dahil.
- Jeronimos Manastry Belem ve yine Belem de bulunan Jardim Botanico: Botanik bahçe, en sevdiğim yerlerden biri.
- Bertrand Kitabevi: Kitapseverler için tavsiye ederim. Chiado’da bulunan bu kitabevi dünyanın en eski kitabevi olarak anılıyor. 1732 senesinde kapılarını açmış, oldukça büyük, içinde cafesi ve diğer dillerde kitapları da bulunan harika bir kitabevi.
- Alfama bölgesinde sadece Lizbon üzerine çeşitli dillerde, buna Tükçe de dahil, kitaplar satan, çok küçük ama sevimli bir kitabevi olan Livraria 1359 var. LX Factory içinde yer alan kitabevi Ler Devagar kitapseverlerin mutlaka görmesi gereken bir mekan.
İstanbul’un kendine özgü özellikleri vardır ya hani, rakı-meze veya Boğaz manzarası gibi… Özlüyor musun İstanbul’un bazı yönlerini? Mesela arada sırada İstanbul’a geldiğinde ilk yaptığın şey ne oluyor veya mutlaka yemeliyim dediğin yemekler, gitmeliyim dediğin yerler var mı?
İstanbul’a geldiğimde ilk yaptığım iki şey: Kadıköy – Karaköy vapuruna binmek ve Kadıköy Balıkçılar Çarşısı’ndaki Kadınimet’de girişte, mümkünse Kalkan ve rakı yapmak. Tabi çok sevgili can dostlarımla birlikte.
Peki Türkiye dışında yaşamak sana neler öğretti? Nasıl değiştirdi seni, neler kattı şimdiki yaşamına? Yurt dışında yaşamak isteyen ama buna cesaret edemeyen kişilere birkaç tavsiyede bulunabilir misin?
Yurt dışında yaşamak, farklı kültürleri her hali ile yaşamak, yeni diller öğrenmek, yeni dostluklar kazanmak bence insanı geliştiren bir şey. İçimde her zaman bir Evliya Çelebi vardı. Küçükken yapmayı en çok sevdiğim iki şey okumak ve atlas karıştırmaktı, bu tutkum hala sürüyor. Yurt dışında yaşamak isteyen kişilere öncelikle tabi bir mali ve kültürel fizibilite yapmalarını tavsiye ederim ama bir tek hayatımız var ve yapmak istediklerimizi ertelememiz lazım. Açık fikirli ve yeniliğe meraklı, hatta her şeyi öğrenmeye meraklı olmak ve tutkularımızın peşinden gitmemiz lazım. Benim örneğimde görüldüğü gibi bu iş 45’inden sonra da yapılabiliyor. Hayat kısa, kuşlar uçuyor…
Ravenna’da Yaşamak: Mehveş Demirer ile Keyifli Bir Sohbet
Bir yanda “Olduğun yerde kal, değişikliğe ne gerek var? Bak ailen, dostların, geçmişin” burada diyen o ses, bir yanda farklı bir ülkede yeni bir hayat kurmak isteyen, içinizdeki o kıpır kıpır heyecan. theMagger’ın sevilen röportaj dizisi “Yurt Dışında Yaşamak” bu arada kalmışlığı cesareti ve kararlılığıyla bir sonuca ulaştırmış olanların hikayelerini anlatıyor. Taşınma süreçlerinden kültür şoku yaşadıkları anılara, lokal mekan önerilerinden dil öğrenme yollarına tüm merak ettiklerinizi onlara sorduk. Bu haftaki konumuz Ravenna’da Yaşamak, konuğumuz ise Mehveş Demirer.
[[konum_1]]
Sevgili Mehveş, öncelikle seni daha yakından tanıyabilir miyiz? Nasıl karar verdin Ravenna’ya taşınmaya, nasıl ilerledi süreç?
Merhaba, ben akademisyenlik hayali ile İtalya’ya yerleşmiş bir yüksek lisans öğrencisiyim. İstanbul’da Bahçeşehir Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler okudum, ilaveten çift ana dal ve yan dal da yaptım, mezuniyetim sonrası bir yıl ara verdim ve sonunda “Universita di Bologna”dan kabul alıp buraya geldim. Şu anda “Protection of Human Rights and International Cooperation” adlı bölümde yüksek lisans yapıyorum. Ara verdiğim bir yıl içerisinde hem çalışma hem dinlenme hem de master programlarını en ince ayrıntısına kadar araştırma fırsatım oldu. İlk hedefim Anglosakson kültüründe/stilinde eğitim veren Britanya’da master yapmaktı; ancak başvurduğum tüm üniversitelerden kabul alsam da burs bulamadım. Bu sebeple rotamı yeniden Avrupa’ya çevirdim. Yeniden diyorum çünkü bundan 4 sene önce Erasmus programı için İtalya, Siena’ya gelip beş buçuk ay kalmıştım. Ben de neden bir daha gitmeyeyim ki, diye düşündüm ve zaten aşina olduğum, çok sevdiğim bu güzel ülkeye gelmek için yeniden harekete geçtim. Bölümümü hem ana dalım hem de yan dalım olan Sosyoloji ile birleşik bir alan olduğu, pek çok disiplini bir arada bulundurduğu için tercih ettim. Şu an ilk yılın ikinci dönemindeyim ve okulumdan, eğitimden, hocalardan çok memnunum. Bologna Üniversitesi’nin Emilia-Romagna Bölgesi’ndeki beş farklı şehirde kampüsü var, benim departmanım da Ravenna’da olduğu için ben burada yaşıyorum. Eylül ayında taşındığımda ilk dönemimi İtalyan bir ailenin yanında “au pair” olarak geçirdim; yani onlar bana bir oda verdiler, evin imkanlarını sundular, ben de onlara ev işlerinde ve çocukların İngilizce eğitiminde yardımcı oldum. Bu dönem ise yeni bir eve geçtim, başka bir İtalyan arkadaşımla beraber yaşamaya devam edeceğim.
O karar verme sürecine geri dönsen, yine Ravenna’yı seçer miydin, memnun musun İtalya’da yaşamaktan? Neler yapıyorsun orada?
Aslına bakarsanız, çoğu arkadaşımın aksine Ravenna gibi Bologna’ya kıyasla daha küçük ve sakin olan bu şehirde yaşamaktan dolayı memnunum. Ben hayatım boyunca İzmir, Kocaeli, İstanbul gibi kozmopolit şehirlerde yaşadım ve şehir kaosunu, hızını hiç ama hiç sevmedim. Yıllar içerisinde de denize kıyısı olan (hem anne hem baba tarafından Ege’li olmanın getirisi), havası temiz, yaşaması kolay bir şehirde yaşamak istediğime emin olmuştum. Bu sebeple Ravenna bana çok iyi geldi. Kendiyle vakit geçirebilen ve kültür-sanat, spor gibi alanlarda bulduğu aktivitelerle oyalanabilen ve evde olmayı da seven biri olarak fazla bir hareketlilik aramıyorum. İstediğim zaman da kalkıp kolayca Bologna’ya ya da diğer yakın şehirlere trenle gidebiliyorum. Ravenna konumu itibariyle hem denize kıyısı olan, kendi içinde sakin ve huzurlu, hem de bölgesindeki canlı ve büyük şehirlere ulaşımı kolay olan bir şehir. Yine olsa yine İtalya için burayı seçerdim diyebiliriz yani, ha tabi Bologna’da ya da Floransa’da yaşamayı da tercih edebilirdim. Oralar da çok iyi bildiğim, defalarca gidip gezdiğim ve sevdiğim şehirler. Ama tüm bunların ötesinde bana İtalya için senin “burasıdır” dediğin yer neresi diye sorarsanız, her zaman ve her durumda Siena derim.
Burada neler yaptığıma gelirsek, okul haliyle hafta içi zamanımı dolduruyor. Boş zamanlarımda da arkadaşlarımla ders çıkışlarında kahve içmeye ya da akşamüzeri “aperitivo” denilen atıştırmalıkların ve içkinin olduğu, genelde insanların iş çıkışlarında gelip sosyalleştiği ve günün yorgunluğunu attığı mekanlara gidip vakit geçiriyoruz. Bunların haricinde ben yoga yaptığım için hava kötüyse evde pratiklerimi gerçekleştirip, güzelse şehir merkezinin biraz dışındaki küçük ama çok güzel bir parka gidip matımı seriyorum ve toprağa basmanın, etrafımdaki göz alıcı yeşilliğin tadını çıkarıyorum. Bisikletle veya yürüyerek şehir turu yapıyorum. Bazen sadece evde olup mutfakta zaman geçirmeyi, burada öğrendiğim yeni tarifleri denemeyi veya kitap okuyup tembellik etmeyi tercih ediyorum. Aslında bu söylediklerim gerçekten de boş zamanların, daha doğrusu bizim gibi akademisyenler için kaliteli zamanların karşılığı. Yoksa kütüphanede makaleler arasında geçen bir yaşantımız var ki ne siz sorun ne biz söyleyelim!
İlk zamanlar biraz zor oluyor diyorlar. Taşındığın ilk zamanları anlatabilir misin? Yepyeni bir yere taşınmak, yeni insanlar tanımak çok hızlı olmuyordur… Nasıl bir adaptasyon süreci geçirdin, en çok zorlandığın konular neler oldu? Dile alışma sürecinden de bahsedebilir misin, neler yaptın bunun için?
Ah… Sanırım bu en kritik sorulardan birisi. Başta da dediğim gibi ben daha önce de yurt dışında yaşamıştım; yani ilk defa ülkemden, şehrimden, ailemden ve sevdiklerimden uzakta değilim. İlk defa düzenimi bozup, bavulumu doldurup bir yolculuğa çıkmış, bambaşka bir yerde yaşamayı deneyimlemiş biri değilim. Gelgelelim, bu sefer daha önceki sefer gibi olmadı. Daha önceki gelişimde 20-21 yaşında, gözü kara, üniversite hayatının ortasında ve nasılsa döneceğini bilen bir öğrenciydim. Bu sefer ise geçen dört yılın etkisiyle bazı konularda daha ağır ve emin adımlarla karar vermek isteyen, gelecek için bir yol çizmeye çalışırken sürekli yollarda olmaktan da biraz yorulmuş, ama hala “yolcu” olmaktan vazgeçememiş, ne zaman döneceğini ve sonrasını kestiremeyen biriyim. Bu durum haliyle Ravenna’ya ilk gelişimde beni epey zorladı. Eminim ki benim gibi olan yaşıtım veya benden büyük çok insan vardır. Belki onların da hislerine tercüman olurum ya da bir ön izleme olur diye söylüyorum; kendilerini asla “nasılsa daha önce yaptım, yine aynı şekilde yaparım ne var” diye itelemesinler. İnsan içindeki gücü ve dirayeti tükenmez sanabiliyor ama maalesef her zaman aynı enerjide, motivasyonda ve sabırda olamayabiliyoruz. Ben buradaki ilk zamanlarımda kendimi içinde bulunduğum çevreye alıştırmakta, artık burada yaşadığımı kabul etmekte epey zorlandım. Sonra en iyi gelen ve en iyi yaptığım şeyi yaptım, şehirle bağ kurmaya çalıştım. Benim için en önemli olan şey nerede yaşarsam yaşayım o yere dair bir bağ, bir aidiyetlik bulabilmektir. Mesela yoga yapmaya gittiğim parkı bellemek veya gündelik bir alışkanlık kazanmak gibi. Şehrin ve çevremdeki insanların bana dokunmasına izin verince ben de o zor süreçten çıkıp kendimi daha “burada” hissetmeye başladım. Hep hayal ettiğim bir amaç için buradaydım ve o amaca erişmek için ne kadar çalıştığımı kendime hatırlattım, sonra bunu başarmanın hakkını vermek istedim, etrafımdaki güzellikleri ve olumlu olan her şeye daha çok sarıldım. Dil konusunda hiç sıkıntım olmadı çünkü daha önceden İtalyan Kültür Merkezi’nde eğitim almıştım ve pre-intermediate seviyesinde bir İtalyancam vardı. Buraya gelince birkaç hafta içerisinde hafızam tazelendi, günlük pratiklerle birlikte kolayca konuşmaya başladım. İtalyanlar zaten çok konuşkan insanlar, hele ki dillerini öğrenmeye çalıştığını fark edince hiç susmuyorlar 🙂 Sosyal çevre oluşturmak ve insanlara alışmak konusunda da bir sıkıntı çekmedim, çünkü sınıf ortamım sayesinde zaten yerel ve uluslararası pek çok öğrenciyle etkileşim halindeyim. Bir ailenin yanında kalmanın da bu açıdan çok avantajı oldu, gerçek İtalyan kültürünün içinde ve lokale ait bir yapıda geçirdim ilk dönemimi.
Biliyoruz bu soru klasiklerden ama en fazla merak edilenlerden de biri aynı zamanda; Yaşam koşulları nasıl, pahalı mı? İstanbul ile arasında ciddi farklar var mı?
Aslına bakarsanız bu çok göreceli bir soru. İstanbul’da yaşamak zaten artık ateş pahası. Bir dönem sonra sömestr tatili için döndüğümde, markete ilk girdiğim sefer gözlerime inanamadım. Aldığım çoğu ürünün fiyatı yaza göre iki katına çıkmış. Dışarıda basit bir öğle yemeği yemek bile lüks olmuş. Türkiye’deki enflasyon değişimi gelir-gider dengesini alt üst ediyor ve maalesef ki sosyal sınıflar arasındaki ekonomik fark her geçen gün artıyor. Burada böyle bir şey yok. Yani işçi bir aile ile memur bir aile veya özel bir bankada çalışan ya da kendi işletmesine sahip bir aile arasındaki gelir farkı Türkiye’deki kadar değil asla. Herkes hayatını alım gücüne uygun olan gereksinimi ve de lüksü bularak geçirebiliyor. Bakın lüksü dedim çünkü Türkiye’de artık temel gereksinimleri karşılamak bile çok zorlaşmışken buradaki insanlar kendi bütçelerine göre isteklerine bağlı alternatifleri bulabiliyorlar. Şimdi diyeceksiniz ki; biz haberlerde görüyoruz ama İtalya’nın ekonomisi de çok iyi değil. Doğru. Akdeniz ülkelerinin yıllardır değişmeyen ortak profili budur. İtalya’nın da istihdam ve ülke ekonomisi bakımından çok büyük sıkıntıları var. Avrupa’nın diğer ülkelerine göç mevcut; ama yine de seçenekler daha fazla ve “ya herru ya merru” diyerek yaşamak zorunda kalan bir toplum yok. Bir öğrenci gözüyle yaşadığım şehri değerlendirmem gerekirse burada öğrenci evinde oda kiralama fiyatları ortalama 200-350 € arası. Faturaların dahil olup olmamasına bağlı olarak meblağ değişiyor. Eğer dikkatli harcarsanız da aylık masrafınız 500 € yu pek geçmez. Tabi çok extraları, yurt dışı seyahatlerini dahil etmiyorum. Ama Bologna, Floransa, Roma, Milano gibi şehirlere oranla çok daha uygun bir şehir Ravenna, orası kesin.
Yurt dışında yaşamanın, başka bir kültür deneyimlemenin birey olarak avantajları ve dezavantajları neler sence? Türkler olarak oldukça farklı bir kültüre sahibiz. İtalyanlar nasıl insanlar, örneğin arkadaşlık ilişkileri nasıl?
Türkler olarak Dünya’daki hangi ülkede yaşamamız en kolaydır diye sorarsanız, cevabım kesinlikle İtalya. Günlük yaşam düzenler, yeme-içme-eğlence anlayışları, alışkanlıkları, zevkleri ve renkleri bizimkine çok benzer. Gözünü sevdiğim Akdeniz ülkeleri diyorum ben! Zeytinyağının, peynirin, hamur işinin, her türlü sebze ve meyvenin, şarabın, mis gibi havanın geleni mest ettiği bir ülke burası. İnanın bana ne ilk geldiğimde ne de bu sefer hiç kayda değer bir kültür çatışması ya da bunalımı yaşamadım. Tabi ki farklılıklar var, örneğin kahvaltı mevzusu yok burada. Bir dilim kek, bir kruvasan, bisküvi-marmelat, kahve gibi ayak üstü şekilde geçiştiriyorlar kahvaltıyı. Zeytin yetiştiricisi olmalarına rağmen, çoğunu yağını çıkarmak için kullandıklarından ve zeytin yeme alışkanlıkları olmadığından marketlerde çoğunlukla konserve zeytinler var ve iyi zeytin bulmak zor maalesef. Bizdeki gibi bir mandıra kültürü de yok mesela. Diğer bir olumsuz tarafı, Avrupa’daki çoğu ülkeyi gezmiş biri olarak söyleyebilirim ki buradaki toplumlarda pratik ve analitik düşünme yok. Her şey prosedüre ve kalıplaşmış sistem tabularına bağlı. “Ya şu işi de şöyle halledelim, dur bakalım bir çaresini buluruz” deriz ya biz hep, heh işte onu buralarda diyemezsin. Ben en çok bunun sıkıntısını çektim. Öyle komik ve saçma anlarım oldu ki; nasıl yani diye kalakaldım. Kesinlikle kriz yönetimi ve anlık durum idaresi konusunda çok ama çok zayıflar. Pek iş bitirici değiller yani. Yine de haklarını yememek lazım, sosyal ilişkiler konusunda son derece sıcakkanlı ve açıklar. İnsan seven bir millet İtalyanlar. Sanırım farklı bir toplumun için de yaşamanın en avantajlı ve güzel yanı, kendi çemberinin içindeyken keşfedemediğin yönlerini ve yüzlerini keşfetmek. Kendini farklı açılardan bakarak tanımak, kendinde yeni “sen”ler bulmak… Ben insan olmayı duvarda ilerleyen bir sarmaşığa benzetiyorum. Mevsimine göre taşların arasında yeşeren, mevsimine göre yaprak döküp kuruyan ama hep yürümeye ve tutunmaya devam eden bir sarmaşık. İşte, bambaşka bir yerde bambaşka insanlar arasında yaşamak size o yürüdüğünüz ve tutunduğunuz duvarın farklı taraflarını, girinti ve çıkıntılarını öğretiyor. Sarmaşığın zor ama güzel deneyimi diyebiliriz buna 🙂
İtalya’da kültür şoku yaşadığın anlar oldu mu; çok ilginç, komik veya etkileyici bir anın varsa bizimle paylaşabilir misin?
Muhakkak ki komi pek çok anım olmuştur ama şu an aklıma çok basit şeyler geliyor. Mesela bir yemeği beğendiğimiz de “mmhh” sesiyle bir el hareketi yaparız ya biz, işte o el hareketi burada kötü bir küfürü ifade ediyor. Ben ilk zamanlarda kaç kez masada tam o hareketi yapacakken elimi kolumu indirip durumu toparlamak zorunda kaldım… Ha bir de trafik mevzusu, burada kaldırımdan adımını attığın an 5 metre geride olan araba bile durur. Türkiye’de neredeyse üstümüzden geçecekler. Bir kere bile yurt dışına çıkmış olanlar beni çok iyi anlayacaktır.
Ravenna’de ne yenir, ne içilir diye sorsak; yemek kültürü hakkında neler söyleyebilirsin? Bize yeme-içme alanında birkaç lokal öneride bulunabilir misin, nerelere mutlaka gitmeliyiz?
Ravenna hem kültür-sanat hem de gastronomi açısından çok zengin bir şehir. Bir kere Dante’nin şehri olarak biliniyor, çok iyi bir tiyatrosu ve opera- bale kadrosu var. Her yerde sanata ve edebiyata dair etkinlikler görmeniz mümkün. Ayrıca Doğu Bizans’ın yıkılışından sonra neredeyse tüm mozaikler buraya getirilmiş, şehir mozaikleriyle çok meşhur. Peki tüm bunların yeme içme kültürüne etkisi nedir diye soracak olursanız, bence tarihlerine ve kültürel miraslarına/değerlerine çok bağlı bir toplum oldukları için mutfaklarını da sıkı sıkıya muhafaza etmişler. Meşhur Romagnola mutfağının tipik örneklerini burada bulabilirsiniz. Lezzete düşkünler, eski tariflerini eski mozaikleri kadar iyi korumuşlar. Türk mutfağındaki et suyu, kemik suyu kültürü de var buranın mutfağında. Her türlü bakliyatı kullanıyorlar ve porsiyonları daima büyük. Trattoria La Rustica, Ristorante Bella Venezia, Antica Trattoria Al Gallo, Trattoria Ristorante Al Rustichello gidilebilecek en iyi akşam yemeği restoranlarından bazıları.
Bir kahvaltı sevdalısı olarak maalesef size burada kahvaltı mekanı tavsiye edemem, çünkü dediğim gibi onların kahvaltı anlayışları kruvasan, brioche ve meyve suyu, kahve kombinasyonlarından ibaret. Ancak Ravenna’nın merkez meydanı olan Piazza del Popolo’daki Grand-Italia Lounge Bar’ın kruvasan ve tartları gerçekten çok iyi. Gerçi buradaki çoğu yol üstü kafeteryanın ürünleri zaten iyi. Akşam yemeği mekanı olarak yukarıda sıraladıklarımın haricinde en son gittiğim ve çok memnun kaldığım Romagnola mutfağının temsilcisi olan Ristorante La Gardela’yı tavsiye ederim. Lokal yemeğe gelince, piadina buranın göz bebeği. La Piadina del Melarancio bu işte baya iyi, bir de Profuma di Piedina var. Bana göre şehrin en iyi kahvecisi olmasından öte, en iyi öğrenci mekanı da olan Grinder Coffe Lab bizim sürekli uğrak yerimiz. Ayrıca Cafe Letterario’yu da tavsiye ederim. Gece kulübüne gelince, bu şehirde İstanbul’daki gibi bir gece kulübü bulamazsınız. Aperitivo-Lounge barlar, craft bira yapan küçük ve güzel publar, bir de Igingini disco bar var ve bizim çok sevdiğimiz bir mekan olan Abajur var. Eğer havanın güzel olduğu bir mevsimde gelirseniz, akşam takılmak için kesinlikle Darsena bölgesindeki Pop-Art mekanlara gitmelisiniz. Son olarak hava 1 dereceye düşüne kadar gitmekten vazgeçmediğim dondurmacı “Papilla”, tek kelimeyle muhteşem!
Ravenna’ya gittiğimizde mutlaka ziyaret etmemiz gerektiğini düşündüğün 5 yer neresi diye sorsak?
Birinci sırada San Vitale Kilisesi geliyor. Kubbe için tavan ve sütunlar arası duvarlarındaki mozaiklerine hayran kalmamak mümkün değil. Mausoleo di Galla Placidia ise kilisenin bahçesi içerisindeki bir diğer şahane yapı. Ravenna National Art Museum ve Chiesa di Sant’Eufemia-Domus dei Tappeti di Pietra da mutlaka görülmesi gereken yerler arasında. Piazza del Popolo zaten her halükarda geçeceğiniz ana meydan, o meydana çıkan ana cadde ise Cavour caddesi.
İstanbul’un kendine özgü özellikleri vardır ya hani, rakı-meze veya Boğaz manzarası gibi… Özlüyor musun İstanbul’un bazı yönlerini? Mesela arada sırada İstanbul’a geldiğinde ilk yaptığın şey ne oluyor veya mutlaka yemeliyim dediğin yemekler, gitmeliyim dediğin yerler var mı?
Ben sanırım şehirleri ya da ülkeleri değil de insanlarını ve alışkanlıklarını özleyen biriyim. Bir şehir olarak her zaman özlediğim tek yer İzmir, orada büyüdüm ve oraya özgü hissediyorum. İstanbul içinse Beşiktaş 5 yılımı geçirdiğim canım semtim, ama belli başlı yerleri hariç İstanbul’da yaşamayı hiç ama hiç özlemiyorum. Yine de tatilde gittiğim zaman, Kadıköy-Beşiktaş vapurunda Boğaz’ı izlerken “yok bir benzerin İstanbul” dedim herkes gibi. Sokaklarında dolaşmayı sevdiğim, deniz kenarındaki bankını özlediğim pek çok noktası var İstanbul’un ama bir bütün olarak maalesef aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Türkiye’ye geldiğimde yaptığım ilk şey en sevdiğim meze ve yemeklerle dolu bir sofraya oturup ailemle ve sevdiklerime karşılıklı rakı içmek, o uzun ve neşeli sofra muhabbetlerinden yapmak. Daima aradığım şey ise çay. Her gelişimde muhakkak bavula bir paket çay koyuyorum zaten! Mutlaka yemek istediğim şeyler genellikle en sevdiğim sütlü tatlılar ve mezeler oluyor. Ha bir de nohut-pilav galiba. Gitmeden, görmeden dönmeyeceğim yer ise anneannemin ve dedemin yaşadığı “çocukluğumun memleketi” diye adlandırdığım Altınoluk. Her seferinde oraya gidip, içimi huzurla doldurup, denize, güneşe ve oksijene doyup geri dönüyorum.
Peki Türkiye dışında yaşamak sana neler öğretti? Nasıl değiştirdi seni, neler kattı şimdiki yaşamına? Yurt dışında yaşamak isteyen ama buna cesaret edemeyen kişilere birkaç tavsiyede bulunabilir misin?
Ben her zaman kendi ayakları üzerinde duran ve hayatını kendi kendine çekip çeviren biriydim, en çok bu konuda güvendim kendime. Belki beklenen cevap tam tersi olacak ama bence yurtdışında yaşamanın bunu deneyimleyenlere öğrettiği şey hepimizin limitlerinin, sınırlarının olduğu. Bence bu çok önemli bir öğreti. Bu sayede, o sınırlara takıldığım zaman nasıl bir yol izleyeceğimi, hangi engelleri nasıl aşacağımı, aşmak için yorgun hissettiğim zamanlarda da nerede durup dinleneceğimi öğrendim. Zihnimin ve kalbimin ne kadar açık olduğunu, ama bu açıklığı korumak için de daha önce bilmediğim başka nelere ihtiyaç duyduğumu örendiğim. İnsan sade ve sadece kendinden mesul olduğu bir alanda var olmaya çalışması hiç de kolay değil, ama mental ve ruhsal açıdan çok geliştirici. Bir kere hem kendi iç dünyanıza hem de dış dünyaya karşı vizyonunuz genişliyor. Hayat hikayenize yeni bölümler, yeni insanlar ve yeni tecrübeler ekliyorsunuz. Bir de bence, eskiden sahip olduklarınızın kıymetini çok daha iyi bilmeye başlıyorsunuz. Buna herkesin cesaret etmesini isterim, ama mutlaka cesaret edin ve yapın diyemem. Çünkü insan denen varlık kökünü nereye salacağına kendi karar veren bir varlık, illa renkli ve heyecanlı tecrübeler edinmek için iç huzurunuzu sarsmaya gerek yok diye düşünüyorum. Korkaklık da etmemeli, denemeli. Yola çıkmadan neler olacağını bilemezsiniz, yaşayıp da görmek, gördükçe hissetmek, hissettikçe anlamak çok önemli. Hangi sebepten dolayı olursa olsun herkese tavsiye edeceğim bir deneyim, yine de siz nerede ve nasıl mutlu iseniz orada ve o şekilde kalın derim! 🙂
İlginizi çekebilir: Lüksemburg’da Yaşamak
Lüksemburg’da Yaşamak: Fevzi Torcu ile Dopdolu Bir Sohbet
Bir yanda “Olduğun yerde kal, değişikliğe ne gerek var? Bak ailen, dostların, geçmişin” burada diyen o ses, bir yanda farklı bir ülkede yeni bir hayat kurmak isteyen, içinizdeki o kıpır kıpır heyecan. theMagger’ın sevilen röportaj dizisi “Yurt Dışında Yaşamak” bu arada kalmışlığı cesareti ve kararlılığıyla bir sonuca ulaştırmış olanların hikayelerini anlatıyor. Taşınma süreçlerinden kültür şoku yaşadıkları anılara, lokal mekan önerilerinden dil öğrenme yollarına tüm merak ettiklerinizi onlara sorduk. Bu haftaki konumuz Lüksemburg’da Yaşamak, konuğumuz ise Fevzi Torcu.
[[konum_1]]
Lüksemburg’da Yaşamak
Sevgili Fevzi, öncelikle seni daha yakından tanıyabilir miyiz? Nasıl karar verdin Lüksemburg’a taşınmaya, nasıl ilerledi süreç?
Selamlar herkese! Ben Fevzi Torcu. 2012 ODTÜ Ekonomi mezunuyum. Üniversiteden mezun olduktan hemen sonra Türkiye’nin en büyük televizyon/beyaz eşya üreticilerinden birinde Yurtdışı Satış Sorumlusu olarak çalışmaya başladım. Hem teknolojiye ezelden beri çok ilgili olduğumdan, hem de gezmeyi sevdiğimden bu iş benim için biçilmiş kaftandı. 5 yıl kadar orada çalıştıktan sonra, bir iş bağlantımın farklı bir projesinin macerasına kapılarak kendimi Ürdün’ün başkenti Amman’da buldum. Amman’da bir yılımı doldurmak, Arapça’yı yeni sökmek üzereyken ise dünyanın en büyük e-ticaret şirketlerinden birinin Türkiye projesiyle alakalı şu anki işim çıktı ortaya. Hayallerimde her zaman bir dönem Avrupa’da çalışmak varken tabi ki bu kadar büyük bir şirketin Avrupa merkezinde çalışma şansı muhteşem bir fırsat oldu. Tabi ki Lüksemburg pek bilinen bir ülke değil, konuyu ilk aileme açtığımda Lüksemburg’un bir ülke olduğundan haberdar pek insan yoktu 🙂 Fakat daha sonra araştırdıkça, hayat kalitesi, günlük yaşam standartları, doğası ve tabi ki en büyük tutkularımdan biri olan seyahat için müthiş merkezi konumuyla, çok zor bir karar süreci olmadı aslında benim için. Daha sonrası ise benim için müthiş bir şanstı. Biliyorsunuz malum, Türk çalışanlar için Avrupa’da ne yazık ki çalışma izni gibi bir sıkıntı var. Tam çalışma iznine başvurma hazırlığı yaparken, eşimin ikinci pasaportu olan Bulgar pasaportu sayesinde çalışma iznine ihtiyacım olmadığını öğrendim. Tabi ondan sonrası hızlı gelişti, soğuk bir Kasım gününde kendimizi Lüksemburg’un adeta Gaziantep Havaalanı’ndan küçük Findel Havaalanı’nda bulduk!
O karar verme sürecine geri dönsen, yine Lüksemburg’u seçer miydin, memnun musun Lüksemburg’da yaşamaktan? Neler yapıyorsun orada?
Şüphesiz yine seçerdim. Ne kadar çok küçük bir ülke olsa da, yaşam kalitesi anlamında çıtayı çok yukarıya çekiyor şehrin koşulları. Sorunsuz akan bir toplu taşıma ağı, tamamen yaya odaklı bir trafik düzeni, insan odaklı ülke yönetim anlayışı bu kararı yine olsa yine alırdım dememdeki etkenlerden bazıları. Oldukça yoğun çalışmama rağmen, ayda maksimum bir hafta sonunu Lüksemburg’da geçiriyoruz eşimle beraber. Gerek Lüksemburg’dan gerek yakın Belçika havaalanlarından dünyanın neredeyse her yerine uçma imkanı var. Ayrıca arabamızla da yakın Almanya, Fransa ve Belçika şehirlerini keşfetmekten vazgeçemiyoruz. Seyahat etmediğimiz hafta sonlarında da Lüksemburg’un müthiş doğasından faydalanıp, birbirinden şahane trekking rotalarında yolumuzu kaybediyoruz. Kaynağından su da bulduğumuz oldu, ellerimizle böğürtlen topladığımız da.
İlk zamanlar biraz zor oluyor diyorlar. Taşındığın ilk zamanları anlatabilir misin? Yepyeni bir yere taşınmak, yeni insanlar tanımak çok hızlı olmuyordur… Nasıl bir adaptasyon süreci geçirdin, en çok zorlandığın konular neler oldu? Dile alışma sürecinden de bahsedebilir misin, neler yaptın bunun için?
Hem ben hem eşim hayatımızın bir kısmını yurtdışında geçirdiğimiz için, aslında o çok konuşulan sıla hasretini pek çekmedik. Ama ikimiz de İzmirli olduğumuz için biraz güneş hasreti çektik. Gerek doğasından gerek konumundan kaynaklı Lüksemburg ciddi anlamda yağmurlu bir ülke. Biz de tam Kasım ortasında geldiğimiz için bu kadar aralıksız yağan yağmura ve güneş görmemeye alışmak en zorlandığımız konuydu zannedersem. Adaptasyon konusunda tabi ki eşimin de benimle beraber olması büyük şanstı. Zorluklar yanınızda dayanacak biri oluyorsa, daha kolay aşılır oluyor. Hava dışında zorlandığımız konulardan biri aslında Pazar günleri her yerin kapalı olması oldu. Ne kadar restoranların bazıları açık olsa da, tüm süpermarketler Pazar günleri kapalı. Türkiye’de pazar günlerini, pazara gidip mutfak alışverişini yaparak geçirmeye alışmış insanlar olarak, alışveriş günümüzü hafta içi akşam ya da Cumartesi gününe kaydırmak biraz zorladı diyebilirim.
Dil konusunda Lüksemburg bizim için müthiş bir şanstı zira Lüksemburg’un başkenti olan Luksemburg City’de yaşayanların %70’i zaten yabancı, o sebepten ana dillerden birisi de İngilizce. Devlet işlerimizi bile İngilizce halledebiliyoruz. Onun dışında tabi ki yer yer otobüslerde olsun, yerel esnafla iletişimde olsun Fransızca gerekiyor. Bunun için de şehrin şahane bir sistemi var. Lüksemburg’a geldikten sonra bir sene içerisinde herhangi bir Fransızca veya Lüksemburgça kursuna 10 euro karşılığında gidebileceğiniz bir entegrasyon programı mevcut. Herhangi bir yabancı şehre geldiğinde Entegrasyon Merkezi’ne gidip, program kaydı olup, istediği Fransızca kursuna yazılabiliyor. Kurs dışında ise özellikle Fransız etkisinin yoğun hissedildiği fırınlarda bol bol pratik yaptık tabi ki 🙂
Biliyoruz bu soru klasiklerden ama en fazla merak edilenlerden de biri aynı zamanda; Yaşam koşulları nasıl, pahalı mı? İstanbul ile arasında ciddi farklar var mı?
Yaşam koşulları nasıl bir yaşamdan hoşlandığınıza bağlı. Dışarıda geçirilen bir hayattan hoşlanıyor, sürekli dışarıda yeme-içme tercihiniz oluyorsa, Lüksemburg Avrupa’da pahalılık anlamında İskandinav ülkeleriyle yarışır. Bunu net bir şekilde söyleyebilirim. Lakin süpermarketten alışverişimi yaparım, evde yemek yaparım, arkadaşlarımla evde toplanır sosyalleşirim diyorsanız, oldukça makul bir yer. 3 euroya Türkiye’de belki 40-50 TL’ye marketten alamayacağınız kalitede şarap alabilir, 17 euroya 70’lik Tekirdağ Rakı alıp, keyfinize bakabilirsiniz! Özellikle café-bar anlamında İstanbul’dan çok geride olsa da bu kadar küçük bir şehirde 4 tane Michelin yıldızlı restoran olduğunu da belirtmekte fayda var. Belki 5 sene önce Türkiye biraz daha ucuzdu normal alışveriş anlamında ama ne yazık ki %15-20’lerdeki enflasyon sebebiyle Lüksemburg dahi günlük hayat pahalılığı anlamında İstanbul’dan ucuz neredeyse.
Yurt dışında yaşamanın, başka bir kültür deneyimlemenin birey olarak avantajları ve dezavantajları neler sence? Türkler olarak oldukça farklı bir kültüre sahibiz. Lüksemburglular nasıl insanlar, örneğin arkadaşlık ilişkileri nasıl?
İşin açığı ben yurtdışında yaşamanın, başka bir kültür deneyimlemenin herhangi bir dezavantajı olduğunu düşünmüyorum. Bilakis insanın dünyaya bakışını, vizyonunu, geleceğe yönelik planlarını şekillendirmede inanılmaz faydalı bir tecrübe olarak görüyorum. Bunu sadece Avrupa’daki tecrübeme dayanarak değil, Ürdün’deki Ortadoğu tecrübesini de dahil ederek söyleyebiliyorum. Türkiye’den yaşam standardı olarak oldukça geride olan Ürdün’de dahi kendime kattıklarım gerçekten parayla satın alınamayacak değerler. Tabi ki insanlarla sıcak ilişki, samimiyet seven biz Türkler’in Türkiye’de alıştığı gibi değil Batı Avrupa’da arkadaşlık ilişkileri. Fakat o insanların belki biraz daha duygularından ziyade mantıklarıyla plan yapıp, ona göre hareket etmelerinden kaynaklı.
Lüksemburg’da kültür şoku yaşadığın anlar oldu mu; çok ilginç, komik veya etkileyici bir anın varsa bizimle paylaşabilir misin?
Lüksemburg’da kültür şoku yaşadığım birkaç anım oldu elbette. Örneğin burada iş sebebiyle tanıştığım ve daha sonra arkadaş olduğum bir Hollandalı’ya arkadaşlarıyla ne sıklıkla görüştüğünü sormuştum ilk geldiğimde. Bana en yakın arkadaşıyla ikisi de şehirde olmalarına rağmen 25 gün sonraya sözleştiklerini söylemişti. Tabi ki benim yüzümdeki şoku gören arkadaşım kahkahayı patlattı. Malum bizim için arkadaş, hele en yakın arkadaş candan ötedir, randevulaşılmaz pek zira aramadan buluşursun 🙂 Bu noktada örneğin Türkiye’deki arkadaşlık ilişkilerini aramıyor değilim tabi.
Lüksemburg’da ne yenir, ne içilir diye sorsak; yemek kültürü hakkında neler söyleyebilirsin? Bize yeme-içme alanında birkaç lokal öneride bulunabilir misin, nerelere mutlaka gitmeliyiz?
Lüksemburg aslında demografik olarak küçük bir Birleşmiş Milletler diyebilirim. Lokal bir yeme içme kültürü olmamasına rağmen dünyanın pek bölgesinden çok iyi yerler mevcut.
Kahvaltı için Belçika menşeli Chocolate House müthiş çikolata sosu ve taze meyvelerin eşliğindeki pancake’leriyle kahvaltı anlamında buranın bir numarası diyebilirim. Yok ben pancake sevmiyorum, lokal unlu mamüllerden tatmak istiyorum derseniz, herhangi bir Fischer fırınına uğrayıp fırından yeni çıkmış croissant ya da pain au chocolat eşliğinde sıcacık kahvenizi yudumlayabilirsiniz.
Büyük ihtimalle geç bir kahvaltı ettiniz ve kahvaltıdan sonra güzel kahve içebileceğiniz bir yer arıyorsunuz Lüksemburg’da. Bu noktada iki önerim olacak. Eğer Türkiye’de alışık olduğumuz kafe ortamına yakın bir yer görmek istiyorsanız, şehrin en popular expat noktalarından olan Konrad’ı kesinlikle tavsiye edebilirim. Yok eğer ben şehrin en güzel kahvesini içmek istiyorum diyorsanız Tiyatro’nun avlusunda yer alan Cereal Lovers direk rotanız olmalı. Küçük bir müsli dükkanı olmasına rağmen, İtalyan barista kahve konusunda harikalar yaratıyor.
Akşam yemeği için ise ziyarete gelen her misafirimizi ilk götürdüğümüz yer olan müthiş bir Brezilya restoranı Batucada’yı kesinlikle tavsiye ederim. Muhteşem bir et restoranı olmasının yanında, Brezilya’nın lokal yemeklerini de sunuyor restoran. Zamanında Türkiye’nin Almanya ile yaptığına benzer bir işçi anlaşmasını Portekiz’le yapan Lüksemburg’da Portekiz-Brezilya esintisi çok yoğun hissediliyor. Ha ben ağır yemek istemiyorum, sadece yörenin şahane şaraplarına peynirin eşlik edeceği bir alternatif düşünüyorum derseniz de eski bir şarap mahzenine yapılmış Dipso’yu da kesinlikle tavsiye ederim.
Bu kadar farklı ulusların yemeklerinden bahsetmişken tabi ki lokal yemekler sunan bir mekan önermemek olmaz. Şehrin en tarihi yeri olan Grund’da yer alan Bosso Restaurant hem Alman hem Fransız mutfağından lokal lezzetleri en doğal haliyle sunabiliyor. Almanya ve Fransa’nın arasında kalması sebebiyle iki ülkenin mutfağını da layıkıyla sunan bir restoran, Lüksemburg’u iyi yansıtıyor diyebiliriz.
Eveet, yemeğimizi yedikten sonra eve eğlenmeden dönmüyoruz. Bu anlamda şehirde ne yazık ki çok alternatif yok. Benim önerim şehrin yerleşim bölgelerinden Limpertsberg’de yer alan Hitch olacak. Gece saat 11’e kadar restoran konsepti olan mekan, gece saat 11’de masalar kenara çekilince dev bir dans pistine dönüşüyor!
Lüksemburg’a gittiğimizde mutlaka ziyaret etmemiz gerektiğini düşündüğün 5 yer neresi diye sorsak?
Lüksemburg, büyük bir kısmı UNESCO Dünya Mirası listesine alınmış alabildiğine tarihi bir şehir. Öncelikle gününüzün bir kısmını muhakkak ki şehrin eski surları içerisinde kalan Grund ve Clausen bölgesinde harcamalısınız. 1800’leri bugünde yaşamak için sokakların kokusunu muhakkak almalı, bu bölgeden geçen Moselle Nehri’nin kenarındaki yemyeşil yürüyüş parkurunda adeta ciğerlerinizi açmalısınız. Onun dışında şehrin simgelerinden biri olan “Cathedral of our Lady”yi muhakkak ziyaret edip hem şahane vitraylarla hem de müthiş sanat eserleriyle dolu kilisenin havasını almanızı tavsiye edebilirim. Surlarla çevrili olmasına rağmen çok fazla kale olmasa da şehir merkezinden yarım saat uzaklıktaki Vianden Kalesi bu topraklarda yaşananların güzel bir özetini sunmakla beraber, Lüksemburg tarihi konusunda da pek çok faydalı bilgi veriyor. Hep tarih olmaz tabi ki, biraz da modern dünyanın Lüksemburg’a yansımalarını görmekte fayda var bence. Lüksemburg’un modern sanatlar müzesi “MUDAM”ı da ziyaret etmenizi mutlaka öneririm. Pek çok modern sanat eserini barındırmakla beraber, cam tavanlı şahane bir kafeye de sahip kendisi.
İstanbul’un kendine özgü özellikleri vardır ya hani, rakı-meze veya Boğaz manzarası gibi… Özlüyor musun İstanbul’un bazı yönlerini? Mesela arada sırada İstanbul’a geldiğinde ilk yaptığın şey ne oluyor veya mutlaka yemeliyim dediğin yemekler, gitmeliyim dediğin yerler var mı?
Ben aslında İzmirli’yim ama iş sebebiyle sık sık İstanbul’a seyahat ettiğim için o eksende cevap verebilirim bu soruya. İstanbul’da havaalanından merkeze geldikten sonra ilk yaptığım iş açıkçası bir ocakbaşı bulmak oluyor 🙂 Ocakbaşında ustanın muhabbetinden sıralı et muhabbetine kadar çok özlüyorum işin açığı. Bir de en çok ne biliyor musunuz, o sofraların sohbeti özleniyor yurtdışında. Onun dışında her Türkiye ziyaretimde atlamadığım yemekler kokoreç, midye dolma ve söğüş muhtemelen. Ha bir de şunu yapmadan Lüksemburg’a geri dönmemeliyim dediğim şey illa ki vapur sefasıdır. Beşiktaş İskele yakınlarından gevrek alıp, vapurun balkonunda çay eşliğinde gevrek yemeden geçirdiğim bir seyahat hatırlamıyorum açıkçası.
Peki Türkiye dışında yaşamak sana neler öğretti? Nasıl değiştirdi seni, neler kattı şimdiki yaşamına? Yurt dışında yaşamak isteyen ama buna cesaret edemeyen kişilere birkaç tavsiyede bulunabilir misin?
Türkiye dışında yaşamak aslında insanı büyütüyor sorgusuz sualsiz. Bunu öğrenciyken 6 ay Almanya’da kaldığımda da hissetmiştim ama tabi daha uzun süreli yaşamak farklı bir his. Daha da olgunlaştırıyor insanı. Daha önceki sorularda da söylediğim gibi inanılmaz bir vizyon genişliği katıyor insana. Ha bir de aslında yaşam kalitesi dediğimiz şeyin elementleri hakkında da gerçekçi bir fikir veriyor. Yaşam kalitesinin gittiğin mekan değil aldığın nefes olduğunu, ya da taşıdığın telefon değil de yediğin organik yumurta olduğunu kafana adeta balyozla vuruyor. Hayatta en büyük felsefesi “pişman olacaksan bir şeyi yaptığına pişman ol, yapmadığına değil” olan bir insan olarak benim en büyük pişmanlığım yurtdışında yaşamayı üniversiteden mezun olur olmaz zorlamamam diyebilirim. Bu yüzden herkese tavsiyem, muhakkak ki yurtdışında bir süre de olsa yaşamaları, bunun için olan tüm koşulları zorlamaları. Kesinlikle vazgeçmeyin ve istediğinizi elde edene kadar zorlayın. Hayat sizin hayatınız ve siz zorlamazsanız, kimse sizin hayatınız için zorlamayacak.
Daha fazla bilgi almak isterseniz bu mail adresine sorularınızı gönderebilirsiniz: [email protected]
İlginizi çekebilir: Münih’te Yaşamak
Münih’te Yaşamak: Gonca Arı ile Keşif Dolu Bir Sohbet
“Türkiye’den başka nerede yaşayabiliriz?” diye araştırıp, farklı bir ülkede yeni bir hayat kurabilmek için heyecanlanırken bir yandan geçmişimiz bizi burada tutuyor. theMagger’ın sevilen röportaj dizisi “Yurt Dışına Yaşamak” ise buna cesaret etmiş ve bunu başarmış olanların hikayelerini anlatıyor. Bu haftaki konuğumuz, Münih’ten Gonca Arı… Röportajın devamındaki lokal önerilerini mutlaka not alın, keyifli okumalar!
[[konum_1]]
Sevgili Gonca, öncelikle seni daha yakından tanıyabilir miyiz?
Merhaba! Ben Gonca. Doğma büyüme Artvinli’yim. Üniversite eğitimi için Ankara’ya gelip lisans eğitimini Başkent Üniversitesi, master eğitimini Hacettepe Üniversitesi’nde tamamlamış bir çocuk fizyoterapistiyim. Beş yıl önce Avrupa Birliği projesiyle Almanya’ya geldim ve şu an Münih’te çocuk fizyoterapisti olarak çalışıyorum.
Seyahat, sinema, dizi, müzik, spor ve yemek olmazsa olmazlarım. Fırsat buldukça seyahat ediyorum. Part time Netflix seyircisiyim. 🙂 Sık sık konsere gitmeyi seviyorum. Düzenli spor yapmaya ve kitap okumaya özen gösteriyorum. Değişik mekanlar ve lezzetler denemeyi severim.
Ne zaman Münih’e taşındın? Nasıl gelişti süreç, kısaca bahsedebilir misin?
Eylül 2014’te Münih’e taşındım. Avrupa Birliği projesiyle geldiğim Almanya’da kalmaya karar verince, Münih’te başka bir proje bularak Münih’e taşındım. Bu projeye paralel olarak, Münih’te kalmam için neler gerekli onları araştırdım. Çalışma izni için; yeterli derecede Almancaya, diploma
Memnun musun Münih’te yaşamaktan? Neler yapıyorsun orada?
Münih’in de her şehrin olduğu gibi artıları ve eksileri var. Artıları çok güvenli, düzenli ve doğayla iç içe bir şehir olması. Şehrin ortasında şehrin üçte biri büyüklüğünde çok büyük bir park var. Denizi olmasa da içinden nehir geçen, etrafı göllerle dolu Bavyera’nın başkenti… Alpler’e ve İtalya’ya yakınlığı sebebiyle, Alpler’de kışın kayak yapmayı sevenlere, baharda doğa kampları ve yürüyüş yapmak isteyenlere, yazın ise tatili İtalya’da tercih edenler için çok ideal bir şehir.
Eksileri ise çok ama çok pahalı bir şehir olması. Ev kiraları başta olmak üzere her şey diğer Almanya şehirlerine göre açık ara pahalı. Almanya’nın her ne kadar güneyi olsa da yine Avrupa iklimi hakim, yani soğuk… Yerel yemekleri -özür dilerek söylüyorum ki- tek kelime ile korkunç! Neyse ki yakınlığı nedeniyle hakim olan ikinci mutfak İtalya mutfağı… Aşırı düzenli ve kuralları olan bir şehir oluşuna eksilerde de yer vericem!
Başta da söylediğim gibi çocuk fizyoterapisti olarak çalışıyorum.
İlk zamanlar biraz zor oluyor diyorlar. Taşındığın ilk zamanları anlatabilir misin? Yepyeni bir yere taşınmak, yeni insanlar tanımak çok hızlı olmuyordur…
Kesinlikle kolay değil.. Her şeyin yeni olması (ülke, dil, ev, iş, arkadaş, yemek vs.) ve bir başınıza olmanız başlı başına bir adaptasyon süreci.. Bu süreç kişiden kişi ve tabii ki koşullara göre değişir. İnsan sevdiklerinizi özlüyor ama yalnız olmayı da sosyalleşmek kadar normal algılıyorum. Unutmamak lazım ki, sizin gitmiş olduğunuz yere sizin gibi gelen birçok kişi var, her ne kadar yalnız olduğunuzu düşünseniz de aslında değilsiniz. Başlarda tabii ki zorluklar yaşadım ama çok güzel dostluklarım, çok güzel anılarım oldu.. Onun dışında gitmeden, daha önce oraya gitmiş veya orada yaşayan/çalışan insanlarla iletişime geçmek bir ön bilgi veriyor. Araştırmak sormak işinizi kolaylaştıracaktır. Bir şey daha eklemek isterim ki çok daha fazla yalnız seyahat eden insan olduğu gibi farklı şehirlerde farklı süreliğine iş ve eğitim amaçlı şehir değiştiren kesim var ve bu kesime yönelik çok sayıda aktivite bulmak mümkün.
Türkiye’yi özlüyor musun? Özlüyorsan hangi yönlerini özlüyorsun veya hangi yönlerini hiç özlemiyorsun?
Bazen özlüyorum. En çok ailemi, arkadaşlarımı ve Türk yemeklerini özlüyorum. Bu özlemlerimi Türkiye’ye yaptığım ziyaretlerle gideriyorum. Onun dışında yanında olmak gibi olmasa da teknoloji sayesinde artık sevdiklerimizi görmek, seslerini duymak bir telefon uzağımızda. Yemek konusuna gelince Almanya’nın birçok yerinde olduğu gibi Münih’te de çok sayıda Türk marketi ve Türk mutfağı sunan işletme bulmak mümkün.
Yurt dışında yaşamanın, başka bir kültür deneyimlemenin birey olarak avantajları ve dezavantajları neler sence?
Öncelikle dünyanın neresine giderseniz gidin, ne kadar süreliğine giderseniz gidin başka kültürleri deneyimlemek size muhakkak bir şeyler katacak ve öğretecektir. Yeni yerler gördüğünüz gibi yeni şeyler tadacak, yeni insanlarla tanışacak hatta kendinizi daha iyi tanıyacaksınız. Başka insanların kültürlerini, inanışlarını ve yaşam şekillerini tanıma fırsatınız olduğu gibi buna saygı duymanın önemini fark edeceksiniz. Tüm bu öğrendiriniz şeyler sizi, sizin hayata bakış açınızı değiştirirken çevrenizindeki hayatlarda da küçük değişimler yaratabiliyorsunuz. Kendi ayaklarınız üzerinde durmayı, kendi başına kararlar ve sorumluluk almayı öğreniyorsunuz. Dilinizi geliştirebilir hatta yeni bir öğrenebilirsiniz. Dezavantaj olarak Türkiye’deki sevdiklerinizin özel günlerinde yanında olamamak diyebilirim. Sevdiklerinizle bu tarz paylaşımlarınız ister istemez azalıyor. Acil durumlarda atlayıp gitmek ülkeler arası şehirler arasına kıyasla tabii ki de bir tık daha zor.
Peki Türkiye dışında yaşamak sana neler öğretti?
Tam olmasa da Almanca -kendimi henüz tam öğrenmiş saymıyorum-. Başta Almanya’nın olmak üzere bir çok ülkenin kültürünü ve yaşam şekillerini… Diğer toplumların Türkiye’ye ve Türk insanına nasıl baktığını… Önyargıları, bunlarla başa çıkmayı, kendine güvenmeyi ve inanmayı… İnsanları dil, din, ırk, cinsiyet farkı ayırmaksızın kabul etmeyi ve saygı duymayı… Ailenin ve arkadaşlarının değerini ve yaz yaz bitmeyen birçok diğer şeyi öğretti.
Gonca, yurt dışında yaşayan bir Türk olarak, Türkiye’den haberlere nasıl tepkiler veriyorsun?
Uluslararası basına düşen haberler genelde hayret uyandırıyor. Türkiye ve Türkiye’de yaşayan herkes için daha çok demokrasi, çağdaş ve refah düzeyi yüksek yakın bir gelecek diliyorum.
Münih’ten bize birkaç lokal öneride bulunabilir misin?
Tabii ki! En sevdiğim kısma geldik. Tüm turistik yerlere ek olarak Englischer Garten’da veya Isar kenarında hatta Olympiapark’ta yürüyüş yapabilir veya bisiklet sürebilir, dilerseniz mola verebilir ve yorgunluğunuzu atabilirsiniz. Geldiğiniz süreye ve yapmak istediklerinize göre değişkenlik gösterse de hava şartları uygunsa en azından bir gün bisiklet kiralamanızı tavsiye ederim. Yine yeterli gününüz varsa ve doğayı seviyorsanız Sbahn’larla yakın göllere gidebilirsiniz.
Geldiğiniz tarihlerde Oktoberfest, Frühlingsfest, Tollwood, Streetfest, Maerchenpazar ve Flohmarktlar’dan birine denk geliyorsanız mutlaka ziyaret edin. Münih’te ne yiyelim, ne içelim derseniz;
- Hofbräuhaus: Alman yemekleri ve birasi için.. Ben sadece Käsespäzle önerebilirim. Aynı zamanda hediyelik eşya da çıkar.
- Losteria: Pizza için mutlaka gidilmeli! Pizzaları çok büyük! Ayrıca pizzanın bir yarısını farklı, diğer yarısını farklı söyleyebiliyorsunuz. Tek bir pizza söyleyip iki farklı pizza deneyebilirsiniz.
- Pepe Negro: Bir tık daha iyi İtalyan mutfağı. Pizzası dışında deniz ürünleri ve makarnaları da iyidir.
- Ruff’s Burger: En iyi hamburgercilerden.
- Hungriges Herz: Kahvaltı için ideal.
- Man Versus Machine Cofee Roasters ve Cafe Bla: İyi bir kahve için.
- Occam Deli, Cotidiano, Aroma Kafeebar diğer alternatif cafeler
- Onun dışında hipster bölgesi olan Sendlinger Tor ve Frauenhofer’da çok şık cafeler, barlar bulmak mümkün. Yine Universität öğrenci ve hipster bölgesi… Münchener Freiheit da bir seçenek. Daha fazla öneri için geldiğinizde sormanız yeterli. 🙂 Utanmayın!
- Pazarları ve her resmi tatilde tüm alışveriş merkezleri, mağazalar ve marketler tüm gün kapalı eğer resmi tatil değilse her pazar birçok müze 1 Euro. Pazar burdaysanız programınızı ona göre yapın. Nakit paranız muhakkak olsun. Toplu taşımalar için bilet alın ve aldığınız bileti basın!
Gonca son olarak, yurt dışında yaşamak isteyen ama buna cesaret edemeyen kişilere birkaç tavsiyede bulunabilir misin?
Yeniliğe, denemeye açık olsunlar. Korkmasınlar, eğer gerçekten istiyorlarsa ilk zorlukta vazgeçmesinler. Yurtdışında yaşamak herkese göre olmayabilir, hiçbir şey kaybetmezler aksine çok büyük bir tecrübe olacağını unutmasınlar! Bir kapı kapanır, diğeri açılır. Edinmiş oldukları bu tecrübe hayatlarının birçok yerinde onları farklı kılacaktır. Kendilerini geliştirsinler, bol bol gezip görsünler. Herkese bol şans!
Çok teşekkür ederiz Gonca
İlginizi çekebilir: Yurt Dışında Yaşamak: Aslı Yüksel ve Viyana
Singapur’da Yaşamak: Emel Bayramoğlu ile Harika Bir Söyleşi
“Türkiye’den başka nerede yaşayabiliriz?” diye araştırıp, farklı bir ülkede yeni bir hayat kurabilmek için heyecanlanırken bir yandan ailemiz, dostlarımız, geçmişimiz bizi burada tutuyor. theMagger’ın sevilen röportaj dizisi “Yurt Dışında Yaşamak” ise buna cesaret etmiş ve bunu başarmış olanların hikayelerini anlatıyor. Bu haftaki konuğumuz, bir buçuk yıllık Tokyo macerasından sonra şu anda Singapur’da yaşayan Emel Bayramoğlu… Singapur’da Yaşamak
Sevgili Emel, öncelikle seni daha yakından tanıyabilir miyiz?
Merhaba! Ben Emel, 26 yaşındayım. İstanbul’da doğdum ve büyüdüm. Lisansım Boğaziçi İşletme. Üniversitedeyken farklı alanlarda stajlar yaptım hatta girişimcilik maceram da oldu ama mezun olur olmaz Tokyo’da çalışmaya başladım. Şimdi Singapur’dayım, Waas sektöründe bir şirkette yönetici olarak çalışıyorum. Bireysel geçirdiğim vakitlerde sağlık yaşam odaklıyım. Spor, düzenli beslenme ve özellikle yoga. Yaklaşık 10 yıl oldu yogaya başlayalı. Arkadaşlarımla ve ailemle olan zamanlarda ise eğlencenin sınırı yok!
Ne zaman Singapur’a taşındın? Nasıl gelişti süreç, kısaca bahsedebilir misin? Singapur’da Yaşamak
Singapur’a geleli 6 ay oldu. Öncesinde 1.5 yıl Tokyo’daydım ve Japon bir şirkette çalışıyordum. Şunu kesinlikle söyleyebilirim ki, Türkiye’de Japon çalışma hayatıyla ilgili olan haberlerin hepsi doğru. Ben haftanın 5 günü, sabah 7’de başlayıp gece 11’de bitiriyordum ve öğle arası hariç su içmek, tuvalete gitmek hoş karşılanmıyordu. Ben günlük hayatımda çok su içen biriyim, hatta bu yüzden uyarı aldım. 😀
Ben de iş hayatında çok disiplinliyim, dakik olmak, işini özenle yapmak, gerektiğinde uzun saatler çalışmak, bunlar benim için de çok önemli şeyler. Ama basit kişisel ihtiyaçlarımı iş zamanında karşılayamıyor olmak abartı bir boyut. Hal böyle olunca ben de başka ülkelere gitmenin yollarını aradım ve başka bir iş fırsatıyla Singapur’a taşındım.
Singapur’dan önce bir Tokyo maceran olmuş, ondan da bahsedebilir misin? Singapur’da Yaşamak
Tokyo’daki iş teklifini almamla oraya taşınmam arasında sadece 2-3 ay vardı. Dolayısıyla ülke, kültür veya dil hakkında hiçbir fikrim yoktu. Japonya’da Japonca bilmeden hayatta kalmak zor. Şirketim beni ilk 5 ay Japonca okuluna gönderdi ve sıfırdan Japonca öğrendim. Konuşabiliyor seviyeye gelmek 2-3 ayda kesinlikle mümkün ama asil olan Kanji’leri okuyabilmek.
Japonca’da 3 alfabe var. Hiragana, Katakana ve Kanji. Ben Hiragana ve Katakana’da sıkıntısız okuyup yazabiliyorum ama Kanji seviyem iyi değil. Toplamda 400 kadar Kanji okuyup yazabiliyorum. Bu da hayatta kalmaya yeter ama açıp Japonca kitap okumaya yetmez. Zaten bir Japon ilkokulda Kanji eğitimini 6 yılda tamamlıyor!
Sonrasında 1 yıl boyunca, işi de Japonca’da yapmaya devam ettim. İngilizce’yi neredeyse hiç kullanmadım diyebilirim. Ama dili bilmek bir ülkede yaşamak için yeterli bir sebep değil. Kültürünü de sevmek lazım. Diğer bir taraftan, Tokyo turist olarak inanılmaz bir yer. Bir kere çok güvenli, geceleri sarhoş olup sokaklarda yatan insanlar görebilirsiniz hatta bazen metroda yerde sızmış insanlar… 🙂 Kedi, kirpi hatta yılan sevebileceğiniz kafeler, dışarda anime kıyafetleriyle gezen insanlar, anlatılamayacak kadar ekstrem bir gece hayatı ve tabi ki çekirge, kurbağa yiyebileceğiniz restoranlar…
Memnun musun Singapur’da yaşamaktan? Neler yapıyorsun orada?
Singapur’da çok mutluyum ve şu an için başka bir ülkeye gitme planım yok. Bu ülke benim için biçilmiş kaftan. Mevsim hep yaz, güneş her gün aynı saatte doğup aynı saatte batıyor! Yaşam tarzı çok global ve alışması kolay. Tam bir rooftop cenneti! Gelir düzeyleri yüksek, toplumun kafa yapısı çok gelişmiş ve rahat, ve her şeyden önemlisi seyahat etmek çok olay. Filipinler, Bali, Phuket gibi tropikal yerler sadece 2 saat mesafede.
İlk zamanlar biraz zor oluyor diyorlar. Taşındığın ilk zamanları anlatabilir misin? Yepyeni bir yere taşınmak, yeni insanlar tanımak çok hızlı olmuyordur…
Bence yurt dışında yaşamaya karar veren biri zaten peşinen yediğinin, içtiğinin, görüştüğü insanların, konuştuğu konuların, neye güldüğünün, neye üzüldüğünün yani kısaca tüm hayat tarzının değişeceğini baştan kabul etmiştir. Kabul etmeden çıkan biri kısa sürede yaşadığı şokla geri döner. Benim için Japonya 1.5 yıl boyunca zordu, Singapur ise ilk günden beri harika. Bence yurt dışına çıkmaktan ziyade nereye gidildiği daha önemli bir faktör. Çünkü değişim kaçınılmaz ama nasıl değişeceğinize siz karar veriyorsunuz.
İstanbul’u özlüyor musun? Özlüyorsan hangi yönlerini özlüyorsun veya hangi yönlerini hiç özlemiyorsun?
Evet çok özlüyorum. İstanbul gibisi yok benim için. Ben 24 yaşına kadar İstanbul’dan 1 aydan fazla uzak kalmamışımdır. Orası benim oyun bahçem gibi. Evimde ailemle ve kedimle geçirdiğim zamanlar, kahvaltılar, sabah kahveleri, annemle ve ablamla çıktığımız alışverişler, arkadaşlarımla rakı sohbetler, okulumda çimlerde uzanıp yatmak, araba kullanmak… Bunlar çok özlediğim şeyler. Özlemediğim şey ise Türkiye’nin gündemi.
Yurt dışında yaşamanın, başka bir kültür deneyimlemenin birey olarak avantajları ve dezavantajları neler sence?
Avantajlar, yeni bakış açıları kazanıyor olmak ve daha bağımsız bir hayat sürebilmek. Kendini alışkın olmadığın ortamlara sokup, “challenge” ediyor olman ve sonunda gelen kazanımlar… Türkiye’de yaşadığım hayat çok güzeldi ama kolaydı, yani ben kazanmamıştım o hayatı, zaten bana verilmişti. Ben karakter olarak kendi başıma yapmadığım şeylere pek değer vermem. Sonuna kadar keyfini çıkarırım o ayrı ama yetinmem için yeterli değil. Kendine hiçbir şey katmadan ölme fikri çok irite edici. Burada sıfırdan yeni bir hayat kurup belki de aynı standartları yakalamış olmak insanı daha da özgüvenli yapıyor. Dezavantaj, ailem ve arkadaşlarıma duyduğum özlem.
Singapur’dan bize birkaç lokal öneride bulunabilir misin?
Singapur Infinity pool’ları ve rooftoplarıyla ünlü. Sanırım herkes Marina Bay Sands’i duymuştur ama aslında tek seçenek o değil. Andaz, Sofitel ve Lantern’e mutlaka gidilmeli.
Asya’da birçok yeri görme fırsatın olmuş, ‘‘Buraya kesin gidin!’’ dediğin nereleri var?
Seoul! Myeong-dong kozmetikleri ve Korean barbekü! Seoul’la aram çok iyidir.
Son olarak, yurt dışında yaşamak isteyen ama buna cesaret edemeyen kişilere birkaç tavsiyede bulunabilir misin?
Daha Türkiye’deyken cesaret edemiyorlarsa hiç gitmesinler. Özellikle Asya! Amerika’ya ve Avrupa’ya gitmekle karşılaştırılamaz.
Çok teşekkürler Emel!
İlginizi çekebilir: Yurt Dışında Yaşamak: Gökhan Kutluer ve Bergamo