Kiarostami Sineması: Dirençli ve Sürükleyici Bir Anlatı
Büyüdükçe sevdiğim birçok şeyin, bir hikâyesi olduğunu fark ediyorum. Üç güne kalmadan özlediğim şehrin, insanların, mantar panomda görmekten mutlu olduğum 86’lı arabaların… Neredeyse hepsinin bir hikâyesi var. Bazı hikâyeler sâfi güzelliğinden sevilmiş, kimi hikâyenin varoluşu trajikomik, bazısı köpüklü dalganın içinden geçiyor, birkaçının seyri cesur ve tahmin edilemez. Hepsi kendi içinde ayrı dünya. Ama en çok verili şansları ya da şanssızlıkları bir yana içinde bulunulan koşulların vaziyetine aldırmaksızın kendi şansını yaratan, tutkuyla verilen emeğin değiştirip dönüştürdüğü hikâyeler bende yer etmiş. Abbas Kiarostami de kendi sineması ve İran Sineması’ndan dünyayı haberdar edişi ile bir nevi bu hikâyelerden benim için.
İran’da Sinema ve Abbas Kiarostami
İran’da sinemanın varoluşu 1920’li yıllara dayanıyor esasen; ama ülkenin çalkantılı sosyal yapısı, devrimler, her rejimin kendine özgü sansür politikaları derken sinemanın sektörel gelişimi pek çok kez sekteye uğruyor, başa sarıyor; cümleleri yarıda kesiliyor. Gerek Şah dönemindeki gerekse de 1979’daki İslami rejimle gelen sansür politikaları yönetmenlerin elini kolunu bağlıyor. Böylesine hayattan beslenen bir şeyi icra ederken, cinsel açıklık, sınıf farkı, yoksulluk, isyan, halkın varoluş mücadelesi gibi konularda sansür kurulunun ciddi filtreleriyle, rejimin sinemayı kendi tekeli altına almasını arzular talepleri ile karşılaşıyor sinemacılar.
Böyle bir sosyal ortamda dahi sinemanın nasıl var olabileceği tartışma konusu iken kamera, ışık, teknik yetersizlikler, oyuncuya ulaşılamaması gibi güçlükler de düşünüldüğünde, film yapmak cesaret işi. İşte hikâyenin sihri burada kendini gösteriyor. Yönetmenler yarıda kesilen cümlelerine aldırmaksızın dertlerini sinema yaparak anlatmaya devam ediyorlar. (Sait Faik’in “Yazdım, yazmasam deli olacaktım.” cümlesi geçip gidiyor aklımdan)
Bu imkânsızlıklar, yönetmenleri bambaşka çıkış kapıları bulmaya yönlendiriyor; teknik imkânsızlıkları minimal anlatı üslubuyla, sansür kurulunu alegorisi ve hayal gücüyle aşan ve size başka mümkünlerin de olduğunu gösteren bir sinema deneyiminin kapısını aralıyor.
İranlı yönetmen Behman Fermanara’nın “Sansür kurulundakiler ancak anlayabildikleri şeyleri sansürleyebilmektedir. Oysa bizim filmlerimizde metaforlar öyle güçlüdür ki, söylemek istediğimizi özetler. Bu incelikten yoksun birinin bunu anlayıp sansürlemesi çok zordur.” cümlesi beni çok meraklandırmıştı, göstere göstere alegori mi yani? Bahsedilen şeyi nasıl yaptıklarını ve ne şekilde var olabildiklerini merak edip Yakın Plan’a geçtim. (Öncesinde Abbas Kiarostami’nin hayal kurmak ve hayal kurma halini, havasız bir odada açılan pencere cümlesi ile tasvir ettiği röportajını okuduğumdan, başlangıcı kendisiyle yapmak istedim. Kiarostami’nin sinemayı, hayallere erişmenin bir yolu olarak görmesi de incelikli bir sebepti benim için.)
Yakın Plan
Bahsetmek istediğim filmin adı “Yakın Plan”, İran sinemasında “Nema-ye Nazdik”, dünya sinemasında “Close Up”. Filmin yönetmeni Abbas Kiarostami ise, filminden “gözbebeğim” olarak bahsediyor. Filmin kadrosuna baktığınızda filmdeki herkesin kendisini oynadığını göreceksiniz. Filmin belgesel mi yoksa film mi olduğu tartışmalı, kurgu-belgesel olarak da nitelendiriliyor.
Film, kendisini yönetmen “Mohsen Makhmalbaf” olarak tanıtarak bir aileyi sözde yeni filminde rol alacaklarına ikna eden, sinemaya ilgisi tutku derecesinde, yoksul ve esasen kendi halinde bir adam olan Hossain Sabzian’ın gerçek hikâyesine dayanıyor.
Kiarostami’nin, Sabzian ve hikâyesi ile tanışıklığı, muhabir Faraznmand’ın gazete yazısını okuması ile gerçekleşiyor. (Niyetinin ne olduğu belli olmayan Sabzian adında birinin, kendisini yönetmen Makhmalbaf olarak tanıtarak bir aileyi filminde oynama vaadiyle dolandırmaya teşebbüs ettiği ve tutuklandığından bahseden bir haber yazısı.) Sabzian’ın tutuklandığı esnada başka bir film üzerinde çalışan Kiarostami, haberi okumasının ardından, üzerinde çalıştığı filmi derhal askıya alarak Sabzian’ın hikâyesini film yapmaya karar veriyor.
Bu fikirle önce hapishanede olan Sabzian ile ardından duruşma sürecine de filmde yer verebilmek adına yargı makamı ile görüşmeler gerçekleştiriyor. Burada Kiarostami her nasıl yaptı ise, yargısal makamlardan izin alarak ve Ahankhah ailesiyle de görüşerek yargılama sürecini, duruşmayı kayda alabilmek adına gerekli tüm izinleri alıyor. Şüphesiz ki filmin en vurucu sahnelerinden biri duruşmada yer alan sorgu ve ifadeler. Kiarostami duruşmada alınan beyanlar esnasında neredeyse tüm ifadeleri, konuşanlara yaptığı yakın planlar ile izleyiciye aktarıyor. Duruşmanın başında durumdan herkesi haberdar ediyor: “İki kameramız olacak, biri tüm mahkeme salonunu alıyor, diğeri yakın çekim, seni çekecek sadece” diyerek herkesin kendisini canlandırdığı –haliyle- duruşma kayda alınmaya başlıyor.
Kiarostami, muhabir Farazmand ve Ahankhah ailesi ile yaptığı görüşmelerde olayın duruşma öncesi aslını canlandırmak istediğinden de bahsediyor ve Sabzian’ın Makmalbaf olarak kendini tanıtması bambaşka bir hikayeyi, filmi doğuruyor. Hayranı olduğu yönetmen ile tanışabilme ihtimali dahi belki hayal olan Sabzian, Kiarostami’nin filminde başrolü alıyor; Sabzian tarafından filmde oynatılacakları vaadiyle kandırılan Ahankhah ailesi de Kiarostami’nin filminde oynuyor. Nerelere geldik? Ama ne tutku?!
Duruşmanın kayda alındığı sahnelerde, tutkularımıza, zaaflarımıza, bile isteye sonuna kadar gidişlerimize dair nefis duygu geçişleri, insanlık halleri var. Bir de birbiri etrafında dönüp duran iki şeyi ciddi anlamda sorgulatıyor bize film; hakikat ve niyet. Zira filmin başında “niyetinin ne olduğu belli olmayan, bir aileyi dolandırmaya teşebbüs eden kimse” olarak kendisinden bahsedilen Sabzian, yapılan duruşma sonrasında affediliyor, serbest bırakılıyor.
Kiarostami’nin hakikate baktığı yere dair biraz olsun fikir sahibi olabileceğimiz bir cümlesi var: “Sinema bir yalandır. Hakikate ancak yalanlarla yoluyla ulaşabiliriz.”
Kiarostami, Sabzian’ın affedilmesinden sonra Makhmalbaf ile görüşerek kendisinden Sabzian ile tanışmasını ve onu Ahankhah ailesine götürmesini istiyor. Makhmalbaf bu isteği geri çevirmiyor. Sabzian’ın yönetmen Makhmalbaf’ı gördüğü anki yüzündeki mahcubiyet ve suçluluk duygusu ile karışık ince gülümsemesi, Makmalbaf’ın ellerini öpmeye kalkışması… Sahnenin samimiyeti sizi öyle bir içine alıyor ki ne ışığı, ne tekniği ne de sesin kalitesini umuyorsunuz. Keza final sahnesi için de aynı şeyi söyleyebilirim hatta burada sahnenin sizi aldığı yerde çok daha uzun kalmak istiyorsunuz. Bir başka dünyadan tanışık iki adamın motorun üzerindeki pembe kasımpatılarla olan yolculuğunu gördüğümüz final sahnesini kaç kere izledim bilmiyorum. (Burada ufak bir not düşeceğim. Sabzian ile Makhbaf’ın karşılaşma anı ve sonrasında Makhmalbaf’ın filmin içerisinde filmde olduklarından elbette ki haberi var; Sabzian ise, Kiarostami’nin kayıtta olduğundan habersiz.)
Abbas Kiarostami sinemasının alegorisini, insancıl çiçeklerini ve yastık altı duyguları samimiyetle işleyişini seviyorum. Buraya kadar hala benimle olanlar için, Kiarostami ile hayal kurmak üzerine yapılan, yazıda da bahsettiğim röportajı paylaşıyorum.
Yazıyı bitirken son bir dipnot eklemek istiyorum. CNBC-e Dergi 2006 sayısında okuduğum, Süha Çalkıvik tarafından kaleme alınan yazının meraklısına bölümünde diyor ki: “Columbia Üniversitesi’nden Prof. Hamid Dabaşi’nin “Close-up: Iranian Cinema, Past, Present, Future” (2001) adlı kapsamlı çalışması, 2004’te Agora Kitaplığı tarafından “İran Sineması” adıyla yayımlanmıştı. Bu yayındaki titiz tercüme sayesinde, yönetmenin batı kaynaklarında Kiarostami olarak yazılan soyadını Kiyârüstemî şeklinde de okumamız gerektiğini öğrendik.” Bu konuya dair artık benim de bir fikrim var, teşekkürler Süha Çalkıvik! 🙂
Kapak Fotoğrafı: Youtube
İlginizi çekebilir: Sine Magger’dan Orta Doğu Sineması
İlk yorumu siz yazın!