Aftersun: Hatıraların Masumiyetinde Bir Baba Kız Hikayesi
Mubi’nin bu seneki en iddialı işlerinden bir tanesi olacağını kestirmenin zor olmadığı bir film Aftersun. Yetişkin bir kadının hafızasının derinliklerinde volta atarken, geçmişi hatırlamaya çalışıp silik parçaları birleştirmekte zorlanan herkesin empati kurabileceği bir tonda konuşuyor. Yıllar yıllar önce güzide ülkemizin sıcak denizlerinde beraber vakit geçirmek için bulunan bu İskoç baba kızın hikayesinde yoğun ve tempolu bir olay akışı yok, beklentinizi ona göre ayarlayabilirsiniz. Babanın aklında neler olduğunu anlamak güç, kızın ergenliğe yol alışına dair bir çok enstantane var. Deniz, güzel şarkılar, geçmişin fluluğu ve nostalji hissinin insan ruhunu tatlı tatlı kaşıyışı vs. derken akıyor gidiyor film. İlgilisi ıskalamasın derim.
Son zamanların en popüler genç aktörlerinden biri olan Paul Mescal, ilk çıkışını Normal People dizisiyle yaptı diyebiliriz. Bu filmle beraber art-house sinemada da adından söz ettireceğinin sinyallerini vermeye başladı… Kendisine eşlik eden Frankie Corio ile muazzam bir uyum yakalamışlar ve ilk filmini çeken yönetmen Charlotte Wells’in işini bir hayli kolaylaştırmışlar. Film günümüzde kızın yetişkin olduğu dönemde, hafızasının bulanığımsı geçmişini kurcalaması ile şekilleniyor. Ana karakterin kesik kesik anımsadığı bir çok sekans ile derme çatma ve doğal bir akış kurulmuş. Bir insanın hafızası içinde dolaştıran, unutmanın ve hatırlamanın acımasız ama dokunaklı olduğu anlarla bezeli tüm film. Keskin bir olay örgüsü yok, formülize ilerlemiyor, daha çok uyandırdığı hislerle elini güçlendirmeye çalışan bir anlatısı var. Beklentimin daha yüksek olduğunu ama yine de filmi beğendiğimi söyleyebilirim.
Editör Notu: Yazının devamı spoiler içermektedir. Dilerseniz filmi izledikten sonra geri dönebilirsiniz.
Filmin tüm duygusal halinden bağımsız şekilde bu maddi durumu kötü olan İskoçların o yıllarda ülkemizde iyi kötü tatile çıkabiliyor olması beni birazcık tırmaladı en kibar tabirle… Hikayeyi kızın bakış açısından izlemek, anılar üzerinden şekillenen bu filmde oldukça mantıklı bir tercih olmuş. Babasının depresyonunu da, kendine duyduğu nefreti de en fazla kızının hissettiği kadar hissedebiliyoruz. Yolunda gitmeyen bir şeyler var ama 11 yaşından çocuk aklıyla izleyince, kız her ne kadar yaşından olgun olsa da biz de onun kadar anlayabiliyoruz mevzuları. Babanın tüm intihara meyilli ve sorumsuz hareketlerinin seyircide yarattığı gerginlik, kızın dinginliğiyle dengeleniyor gibi geldi bana…
Candan Erçetin’den Gamsız Hayat’ı dinlediğimiz sahnedeki polaroid fotoğrafın yavaş yavaş renklendiği anlar filmin en can alıcı anlarının başında geliyordu sanırım. Kimsenin karşı koyamayacağı naiflikte, çok güzel bir sahneydi. Filmde kızın şimdiki halinin, gece kulübü gibi bir ortamda geçen o anlarını araya serpiştirmesek de benim için çok fark olmazmış gibi geldi. Kızın otelde kendinden büyük ergenleri gözlemleyerek, tek kelime etmeden sadece bakışlarıyla ve gördükleriyle bize hissettirdikleri oldukça sahici. Filmi izlerken ucundan kıyısından bağ kurulacak doneler bulabilen herkes için farklı bir deneyim söz konusu, fakat hiç bağ kuramadan izleyenler için biraz sıradan bir deneyime dönüşmesi ihtimal dahilinde. Sırf bu sebepten filmle ilgili yorumları okurken “Bunun nesini abarttınız ya?” nidaları yankılanabiliyor, objektif bakarsak kime neden hitap ettiği veya etmediği çok bariz. Son olarak, fikirlerimi okuduğunuz için “teasugar” ederim. Sevgiler.
Sinema dünyasına ve filmlere dair paylaşımlarıma Instagram üzerindeki film blogumdan (@atıptutuyorum) ulaşabilirsiniz.
Kapak Fotoğrafı: The Projector
İlginizi çekebilir: Sine Magger’dan MUBI Film Önerileri
İlk yorumu siz yazın!