Altın Palmiye: Geçmişte Ödül Kazanan Filmler Üzerine Bir İnceleme
Cannes tüm skandalları, sinema tartışmaları ve magazinel boyutu bir yana hala dünyanın en prestijli film festivalleri sıralamasında ilk sıralarda yer alıyor. Bunun en önemli nedeni ise hiç kuşkusuz geçmişe baktığımızda sinema tarihinde büyük izler bırakmış filmlerin ve yönetmenlerin festival tarafından onurlandırılmış olması. Cannes’da gerek en büyük ödül Altın Palmiye gerekse de diğer önemli ödül kategorileri olsun (Grand Prix, Prix du Jury, FIBRESCI ve en iyiler kategori ödülleri) bize sinemanın tüm ihtişamı yanında bir sanat olduğunu ve bu sanatın da ancak başyapıtları ile o başyapıtlara imza atan büyük sanatçılarla varlığını sürdürebildiği gerçeğini hatırlatıyor her sene. Genç yönetmenlerin yapıtlarının, yaratıcı ve avant-garde filmlerin özel olarak seçilip yarışma dışı gösterildiği Un Certain Regard (Özel Bir Bakış) programı yeni ve önemli filmlerin dünya çapında tanınmasına katkıda bulunuyor; sinemanın yenilikçi bakışlarla geliştiğini gösteriyor.
Geçen ay (Nisan) adeta fırtına öncesi bir sessizlik yaşayan Cannes’da, sakin ve huzurlu bir öğlen vakti, efsanevi Carlton Otel’in hemen yanındaki kafede Aslı ve Keremle güzel havanın tadını çıkarırken bir yandan da hala gözümün önünde az önce ziyaret ettiğimiz sinema müzesinden görüntüler adeta canlanarak masamızda bize katıldılar. Bir yanımda Catherine Deneuve diğer yanımda Alain Delon Cannes hatıralarını anlatırken karşımda Coppola Apocalypse Now filmi etrafındaki tartışmaların benzerlerini bu sene Cannes’da açılış yapacak olan son ve belki de en iddialı filmi Megalopolis için de beklediğini ve bunları hoşgörüyle karşılayacağını söylüyor. La Croisette ve festivale ev sahipliği yapan Palais de Festivals et des Congrès etrafında devam eden hazırlıklar ve ufak tefek inşaat çalışmaları da olmasa çok değil 40 gün sonra daha önce 76 kez olduğu gibi dünya sinemasının afsunlu ihtişamının arz-ı endam edeceği bu büyük etkinliğe dair hiçbir belirti yok. Festivalin simgelerinden Carlton Hotel tüm Belle Epoque görkemine karşın çok derece sakin; neredeyse kimse girip çıkmıyor.
Bu küçük ve sessiz Fransız Riviera kasabası film festivali olmadan da tıpkı diğer kardeşleri Sain-Tropez, Antibes, Eze ve Menton gibi güzel ve ilgi çekici. Öte yandan film festivali bu küçük kasabayı her yılın Mayıs ayında dünyanın gündemine getiriyor ve onu nüfusu ve yüzölçümü ile ters orantılı bir biçimde dünyanın merkezi yapıyor. Diğer kardeşleri bir ressamın bohemliğini taşıyorken Cannes La Croisette Bulvarı’ndaki şık mağazaları ve otelleriyle bir sinema yıldızının kırmızı halıda taktığı mücevherlerin lüks ve pahalı parıltıları ile göz kamaştırıyor.,
Cannes tüm skandalları, sinema tartışmaları ve magazinel boyutu bir yana hala dünyanın en prestijli film festivalleri sıralamasında ilk sıralarda yer alıyor. Bunun en önemli nedeni ise hiç kuşkusuz geçmişe baktığımızda sinema tarihinde büyük izler bırakmış filmlerin ve yönetmenlerin festival tarafından onurlandırılmış olması. Cannes’da gerek en büyük ödül Altın Palmiye gerekse de diğer önemli ödül kategorileri olsun (Grand Prix, Prix du Jury, FIBRESCI ve en iyiler kategori ödülleri) bize sinemanın tüm ihtişamı yanında bir sanat olduğunu ve bu sanatın da ancak başyapıtları ile o başyapıtlara imza atan büyük sanatçılarla varlığını sürdürebildiği gerçeğini hatırlatıyor her sene. Genç yönetmenlerin yapıtlarının, yaratıcı ve avant-garde filmlerin özel olarak seçilip yarışma dışı gösterildiği Un Certain Regard (Özel Bir Bakış) programı yeni ve önemli filmlerin dünya çapında tanınmasına katkıda bulunuyor; sinemanın yenilikçi bakışlarla geliştiğini gösteriyor.
Bu yazımda kısaca Cannes Film Festivali’nde iyi filme verilen Palm d’Or (Altın Palmiye) ödülü almış filmler içinde benim en sevdiğim 10 tanesinden bahsedeceğim. Cannes benim için çok önemli; keza en çok sevdiğim 10 film içinde ödül almış üç film yer alıyor: La Dolce Vita, Blow-Up, Taxi Driver. Benzer şekilde en sevdiğim 10 yönetmen listemde yer alan yönetmenler içinde Federico Fellini, Luchino Visconti, Michelangelo Antonioni, Francis Ford Coppola, Andrej Wajda, Roman Polanski ve Theo Angelopoulos filmleriyle Altın Palmiye’ye ulaşmışlar. Buna ek olarak sinemalarına büyük bir hayranlık duyduğum Luis Bunuel, Joseph Losey, Akira Kurosawa, Martin Scorsese, Wim Wenders, David Lynch, Coen Kardeşler, Abbas Kiarostami ve Michael Haneke de Altın Palmiye de dahil aldıkları farklı ödüllerle Cannes’a damga vurmuşlar. Cannes deyince elbette Türk Sinema Tarihi’nin bence Metin Erksan ve Ömer Kavur ile üç büyük auteur -yönetmeninden biri olan Nuri Bilge Ceylan’ı da anmadan olmaz. Ceylan, Kasaba ile FIBRESCI, Uzak ile Grand Jury, Üç Maymun ile en iyi yönetmen, Kış Uykusu ile Altın Palmiye ve bence bence Türk Sineması’nın en iyi filmleri arasında ilk sıralarda yer alan Bir Zamanlar Anadolu ile de Grand Prix alarak Cannes tarihinin en başarılı yönetmenleri arasında yer almayı başarmış.
Filmler çekim yıllarına ve Altın Palmiye aldıkları yıllara göre (parantez içindeki tarihler çekim tarihleridir) kronolojik şekilde sıralanmıştır. Bu listeyi 10 film ile sınırladığımdan dolayı Luchino Wisconti’nin Il Gattopardo (1963), Joseph Losey’nin The Go-Between (1971), Bob Foss’un All That Jazz (1980), Andrej Wajda’nın Man of Iron (1981), Roman Polanski’nin The Pianist (2002) gibi filmlerini ve daha pek çok önemli başyapıtı bu listeye alamadım. Meraklıları Altın Palmiye başta olmak üzere Cannes’de ödül alan filmlerin tam bir listesine festivalin resmi web sitesindeki restropektif bölümünden ulaşabilirler.
The Third Man | Carol Reed, 1949
Modern İngiliz Edebiyatı’nın en büyük isimlerinden Graham Green’in aynı adlı romanından İngiliz Sineması’nın en büyük yönetmenlerinden Carol Reed tarafından uyarlanan ve zamanla oyunculuk, sanat yönetimi, atmosfer ve müzik kullanımı ile bir külte dönüşen film II. Dünya Savaşı sonrası Viyanasında geçen bir gizem ve suç hikayesini anlatır. Aynı zamanda Soğuk Savaş’ın da başlangıcını haberleyen film dünya üzerinde en sevdiğim şehre de tarihinin en karanlık dönemi üzerinden bir ağıt niteliği taşıyor. Pek çok ankette tarihin en iyi İngiliz filmi olarak seçilen film sinema tarihinin de en filmleri sıralamasında yer alan büyük bir sinema başyapıtı.
La Dolce Vita | Federico Fellini, 1960
En sevdiğim yönetmenlerden birinin en sevdiğim 10 film içerisinde yer alan ve en sevdiğim oyunculardan birinin, belki de birincisinin başrolle oynadığı büyük sinema başyapıtı. Sinemayı, İtalyayı, popüler kültürü değiştiren, bir filmin ötesinde bir kültür, medeniyeti yeniden tanımlayan bir insanlık eseri. Roger Ebert, filmi tüm zamanlar içinde en sevdiği film olarak niteler. Benim için de ara ara üzerinde düşündüğüm bir durumdur: Sinema tarihi içinde en sevdiğim film o mudur yoksa Antonioni’nin Modernite Üçlemesi (L’avventura, La Notte, L’Eclisse midir?
Blow-up | Michelangelo Antonioni, 1966
Michelangelo Antonioni benim en sevdiğim yönetmendir. Blow-Up da Modernite Üçlemesi’nden sonra en sevdiğim filmidir. Defalarca seyrettiğim bu film, içinde bulunduğu kültürel ve tarihsel konjonktürü sinema tarihinin kült sahnelerine dönüşen bazı sahneler aracığıyla bize aktarmakla kalmaz; nesnel ve kişisel varoluşsal gerçekliğin sorgulandığı çok önemli bir modern sanat başyapıtı haline gelir. Diğer bazı Antonioni filmleri gibi finaliyle hatıralardan çıkmaz.
The Conversation | Francis Ford Coppola, 1974
The Godfather ve Apocalypse Now gölgesinde kalmış bir Coppola başyapıtı. Gene Hackmen’in canlandırdığı bir dinleme ve gözetleme uzmanının zamanla yaşadığı vicdan azabı sonunda paranoyaya sürüklenmesini ve sinema tarihinin unutulmazları arasına giren müthiş finaliyle gerçeklikle ilişkisinin kopmasını konu alan bu kara-film sinema tarihinin en iyi filmleri arasına girmeyi başarmıştır. Gene Hackmen, ilginçtir o yıl Oscar’a bile aday gösterilmemiştir ama o filmdeki performansıyla 2006 yılında sinema dergisi Premiere tarafından sinema tarihinin en iyi 50 performansı arasında gösterilmiştir. İlginç not, film 1975 Oscar ödüllerinde en iyi film ve en iyi orijinal senaryo dallarında aday olmuş ancak en iyi film ödülünü o sene neredeyse aday olduğu tüm ödülleri alan bir filme kaybetmiştir: The Godfather II. En iyi orijinal senaryo ödülünü de Martin Scorsese’nin Alice Does Not Live Here Anymore filmi almıştır. O yıllar New Hollywood dönemidir ve Coppola ve Scorsese’nin yıllarıdır.
Taxi Driver | Martin Scorsese, 1976
Ben bir filmin aynı zamanda bir sanat yapıtı da olabileceğini ilk kez Taxi Driver’ı seyrettikten sonra anladım. İlk seyrettiğimde çok küçüktüm; ortaokulun başındaydım ve büyülenmiştim. Sonrasında her seyrettiğimde aynı heyecanı ve büyülenmeyi yeniden yaşadım. La Dolce Vita, Blow-up veya The Conversation benim için çok daha büyük sinema yapıtlarıdır belki ama bu filmler beni entellektüel olarak etkilerler. Onları ne kadar mükemmel birer sanat yapıtı oldukları için çok severim. Taxi Driver ise benim için bir başka dünyanın kapıları açan, filmden sanattan öte bir yaşam deneyimidir. Belki de hayatım filmdir. Ona tek yaklaşabilen film The Godfather I-II’dir.
Apocalypse Now | Francis Ford Coppola, 1979
Sinema tarihinin en tartışmalı filmlerinden biri olan ama aynı zamanda savaş filmleri türü için yepyeni ve muhtemelen hala da aşılamamış bir standart getiren bu Coppola filmi aynı zamanda yönetmenin sinemada yaratıcılık söz konusu olduğunda sınır tanımayan ‘extravaganz’ eğilimlerinin doruğa çıktığı yapıt olarak da görülebilir. İngiliz yazar Joseph Conrad’ın edebiyat tarihin en önemli yapıtlarından biri olarak kabul edilen Heart of Darkness romanından esinlenerek senaryosu Coppola, John Milius (Conan filmlerinin yönetmeni) ve Vietnam Savaşı sırasında Esquire dergisinin savaş muhabiri olarak yer alan; Dispatches başlıklı anıları savaşın birinci elde tanıklığının yapıldığı en iyi kitap olarak tanımlanan Michael Herr tarafından kaleme alınmıştır. Filmin çekim süreçlerinde meydana gelen olaylar, Coppola’nın filmin edit sürecini bir türlü tamamlayamaması filmi daha başında bir sinema mitine dönüştürmüştü. Hatta o kadar ki film Altın Palmiye aldığı Cannes’ da bile nihai olarak bitmemiş bir versiyonuyla yer almıştır. Günümüzde sinema tarihinin en iyi filmlerinden biri olarak görülen bu başyapıtın çekim aşamalarını meraklılarının okumasını, bir şekilde rastlarsa da filmin çekim süreçlerini anlatan Heart of Darkness: A Filmmaker’s Apocalypse (1991) belgeselini seyretmelerini öneriyorum.
Paris-Texas | Wim Wenders, 1984
Benim en favori Wenders filmim yönetmenin Cannes’da En İyi Yönetmen ödülünü aldığı 1987 tarihi Der Hummel Über Berlin’dir. Buna karşın yönetmenin Altın Palmiye yanında Cannes’dan FIBRESCI ve Ecumenical Jury ödülleriyle birlikte toplamda üç ödülle döndüğü bu başyapıt çekildiği ve benim de bir süre yaşadığım Texas’ın coğrafya ve iklimi ile karakterlerinin fiziksel ve psikolojik durumları arasında yakaladığı müthiş uyum yanında ışık ve renk kullanımının yarattığı ambiyansla bir sinematografik şaheser haline gelir. Wenders, derin Amerika’nın ruhuna bir Avrupalı olarak dıştan bakmanın getirdiği avantajı mükemmel bir şekilde kullanarak seyirciye Roger Ebert’in tabiriyle gerçek, derin ve muhteşem bir film sunar.
Barton Fink | Coen Kardeşler, 1991
Polanski’nin başyapıtları arasında yer alan Repulsion (1965) ve Tenant (1976) filmlerinin etkilerini taşıyan bu kara komedi, entelektüelin mevcut toplumsal ve ekonomik düzen içindeki konumu ve sıradan insanlarla ilişkilerinden yaratma sürecine ve klasik Hollywood çağının çalışma sistemine kadar bir dizi konuya stilize ve üslupçu bir yaklaşan bir sinema klasiği. Parçalı yapısı, metinlerarası anlatısı ve üslupsal sinematografisi filmin ‘postmodern’ sinemanın en tipik örneklerinden biri olarak nitelendirilmesine yol açar. Bu sofistike sinema şaheseri benim için Coen Kardeşleri’in başyapıtı olarak kendi kişisel sinema tarihimdeki yerini almıştır. Film Altın Palmiye yanında Cannes’da en iyi yönetmen ve en iyi oyuncu (John Turturro) ödüllerini de almayı başarmıştır.
Taste of Cherry | Abbas Kiarostami, 1997
“İntihar en ölümcül günahlardan bir ama mutsuzluk da bir günah değil mi?”
Saf şiir ve saf sinema… Dünya sinemasının en büyük şairlerinden birinden unutulmaz bir eser…
Sinema tarihinin en ilginç ve farklı yol filmlerinden birinde İran Sineması’nın dünya sinemasına kazandırdığı ilk büyük auteur olan Kiarostami intihar ettikten sonra kendisini gömecek birini arayan bir adamın hikayesini mistik bir atmosfer içinde anlatır. Sakin, adeta gerçekten bile daha yavaş akan bir zaman içine hapsettiği seyirci ana kahramanla beraber bir şekilde kendi yolculuğunu da gerçekleştirir. Yolda her karşılaştığı kişi ona yaşamın farklı boyutlarını, özelliklerini gösterir. Kiarostami’nin minimalist bir üslup içinde yaşama, inanca ve insana dair büyük soruları sorduğu sinema anlayışının The Wind Will Carry Us ile birlikte en iyi örneğidir. Günümüzde bir başyapıt olarak kabul edilen filme ilginçtir, yazılarımda sık sık referans verdiğim efsanevi film eleştirmeni Roger Ebert bir yıldız vermiş, aşırı sıkıcı olarak tanımlamış ve hatta sinema tarihi içinde en nefret ettiği filmler listesine almıştır. Öte yandan 2012 yılında sinema dergisi Sight & Sound’un anketindeyse altı eleştirmen ve iki yönetmen filme en favori 10 film listelerinde yer vermişlerdir.
Eternity and A Day | Theo Angelopoulos, 1998
Sinemanın bir başka büyük şairi, unutulmaz planların ve sahnelerin yönetmeni Angelopoulos’un belki en iyisi değildir ama 1998 Cannes Film Festivali’nden Altın Palmiye ve Ecumenical Jury ödülleriyle dönen film kendi içinde bir başyapıttır. Ölmek üzere olan bir şairin Arnavut göçmeni bir çocuğu evine götürmek için yaptığı yolculuğu konu alan film ölmek üzere olan bir adamın son günlerini konu alan Kurosawa’nin Ikiru ve Bergman’ın The Wild Strawberries filmleri ile yakın akrabadır. Bu mütevazi Angelopoulos filmi ustanın sinemasının bir özeti gibi her sahnesinde duygusal ve entelektüel bir etki yapar. Sinematografik koreografinin, sanat yönetiminin ve elbette yönetmenin her filmine unutulmaz bir müzikal damga vuran Eleni Karaindrou’nun efsaneye dönüşen müziklerinden bir örneğin ve başrolde en hayran aktörlerden biri olan Bruno Ganz’ın oyunculuğunun bir başka seviyeye taşıdığı film, eleştirmen Dan Schneider’in dediği gibi “sinema tarihinde Fellini veya Bergman ile eşit derecede büyük bir yönetmenin birinden (Fellini) daha ciddi diğerinden de (Bergman) daha içten ve derin bir empatiye sahip olduğunu” gösteren bir başka örnektir.
Kapak Fotoğrafı: CNN
İlginizi çekebilir: Bülent Tunga Yılmaz’dan En İyi Beş Bond Filmine Bakış
İlk yorumu siz yazın!