Yönetmen Andreas Fontana ile: "Azor" Filmi Üzerine
Prömiyerini Berlin Film Festivali’nde yapan ve Gotham Ödülleri’nde En İyi Uluslararası Film dalında aday gösterilen Azor, İsviçreli bir bankerin Arjantin seyahatinde önemli müşterilerle gerçekleştirdiği gizemli görüşmelere odaklanıyor. İlk uzun metraj filmiyle festival yolculuğuna devam eden yönetmen Andreas Fortana ile gerçekleştirdiğimiz bu röportajda; hikâyenin çıkış noktalarını, bakış açısı üzerinden kurduğu dinamikleri ve dönemin politik atmosferini konuştuk. Sakin ve huzurlu mekânlarda rahatsız edici ve tansiyonu yüksek konuşmaları takibine alarak ilgi çekici bir tasvir yaratan Azor, MUBI’de gösterimde!
Öncelikle ilk uzun metraj filminiz Azor’un başarılı festival yolculuğundan ötürü tebrik ediyorum ve röportaja klasik bir soruyla başlamak istiyorum. İsviçreli bir bankerin Arjantin’de yürüttüğü bürokratik görüşmeleri üzerine bir film yapma fikri nasıl ortaya çıktı? Bu hikâyeyi anlatmak istemenizdeki temel motivasyon nedir?
Bir ilk film yapmak bildiğiniz üzere oldukça ilginç bir yolculuk aslında. Hikâyenin kökenine inmek, her şeyi derinlemesine araştırmak… Oldukça uzun bir süreç. Benim için Cenevre’nin özel bankacılık sektörü bürokratik olduğu kadar ilgi çekici de bir alan; çünkü gizli ve bilinmeyen bir yapısı var. Bu gizliliğe ve erişime kapalı hâline karşı oldukça ilgiliydim. Büyükbabam da bir bankerdi ve bu alanda çalışan insanlara karşı bir ilgim hep vardı. Bankacılık alanı da işin kendisiyle birlikte gelen bir tansiyona sahip. Bir bankerin ülke dışına çıkıp müşterilerle gizli görüşmeler yapması, neredeyse bir ajan hikâyesine de dönüşüyor. Bu dinamikler arasında belli anlatılar bulmaya çalışmak, sadece politika anlamında değil sinematik olarak da beni oldukça heyecanlandırdı.
Büyükbabanızın da tıpkı filmin ana karakteri Yvan gibi bir banker olduğundan bahsettiniz. Peki, Yvan karakterini yaratırken ya da resmederken büyükbabanızdan esinlendiğiniz noktalar oldu mu?
Büyükbabam, bu karakterin tam zıttı bir adamdı aslında. Elbette bir bankerdi ancak bankacılıkla ilgili işlere çok da meraklı değildi. Arjantin’de belli kişilerle çalışmadığından da eminim; fakat tabii ki müşterileri resepsiyonda karşılama, havuz başı görüşmeleri gibi çalışma şekli açısından bir benzerlik söz konusu. Büyükbabam ve Yvan karakteri arasındaki tek benzerlik belki de aynı işi yapmanın getirdiği bu çalışma şekli. Onun dışında filmde otobiyografik bir anlatı yer almıyor.
Hikâyeyi Arjantin’in “kirli savaş” olarak adlandırılan döneminde anlatmanızdaki sebep bu politik atmosferi anlatının merkezine almak mıydı yoksa politikacıların kirli işlerini ve gizemli çevrelerini resmetmek için bir araç olarak mı kullanmayı seçtiniz?
Uzun zamandır Arjantin’de yaşayan biri olarak tarihin bu dönemine oldukça aşinayım. Kirli savaş, diktatör rejimi ve ortadan kaybolan insanlar, Arjantin sinemasında da çokça işlenmiş güçlü ve önemli konular. Ancak bu sinema örneklerinin birçoğu, hikâyeyi içeriden anlatan, yani Arjantinli insanların ülkelerinin tarihini ele aldığı çalışmalar. Azor ise bu konulara yabancı birinin penceresinden yaklaşıyor. Aynı hikâyenin dışarıdan bir göz ile anlatılması ise Arjantin’in bankacılık alanına ve politikalarına dair bambaşka bir bakış açısı kazandırıyor. O yüzden, filmin politik anlatısı için bir araçtan ziyade hikâyenin odak noktası olduğunu söyleyebilirim.
Seyirci olarak, çoğu zaman sonuçlanmayan özel konuşmalara kulak misafiri oluyor ve gizli buluşmaları ziyaret ediyoruz; fakat asla bu görüşmelerin bir parçası olamıyoruz. Bahsettiğiniz “yabancı” bakış açısının, seyirciyi de bir dış göze dönüştürerek filmin sinematik çatısını oluşturduğunu söyleyebilir miyiz?
Film, aslında tamamen bakış açısıyla ilgileniyor. Örneğin, İsviçreli banker için en önemli strateji kendisini zor duruma düşürecek hiçbir şeyi duymamak ya da görmemek. Bu bakış açısı, filmin anlatımını da etkiliyor. Bankerler, bu konuda oldukça ilginç bir özelliğe sahipler. Dış dünyadan izole edilmiş özel salonlarda, havuzlarda ve gizli mekânlarda yaratılan küçük bir topluluk var ve bu topluluk içerisinden asla dışarı çıkmayarak “normal” insanlarla herhangi bir iletişim kurmuyorlar. Film de bu kapalı bakış açısını sürdürme konusunda tutarlı olmak zorundaydı; çünkü bu insanların dünyaya bakış açıları bu şekilde gelişiyor. Tabii ki bankerler, bazen şiddetin alevlendiği yerlere gitmek zorunda da kalabiliyor; fakat temel stratejileri “eğer görmüyorsam, yaşanmıyordur” olarak şekilleniyor.
Film boyunca bu “önemli” insanlarla birlikte gezdiğimiz lüks otel lobileri, havuzlu bahçeler ve iyi döşenmiş salonlar sakin ve huzurlu bir görsellik sunuyor; fakat bu sükûnetin ve sakinliğin getirdiği bir rahatsızlık hissi de seyirciyle birlikte büyümeye devam ediyor. Filmdeki mekânların, bu mekânlarda yapılan sohbetlerle kurduğu tezat ilişkiyi nasıl değerlendirirsiniz?
Film için stüdyo setleri yerine gerçek mekânlar kullanma konusunda kararlıydım ve kullanılan mekânların birçoğunu kendim ziyaret ederek seçtim. Mekânlar, filmin içerisinde aslında birer karakter gibi çalışıyor. Tabii ki de göz alıcı ve rahat mekânlar ile yaşanan olaylar arasında keskin bir tezatlık söz konusu; fakat olay tamamen bu olayların güzel bir şekilde gizlenmesiyle ilgili. Her şey çok güzel gözüküyor ama rahatsız edici bir koku havaya sinmiş gibi. Bu atmosfer, rahatsız edici unsurun ne olduğunu söylemiyor ama çok kötü kokan bir şeyi açıkça işaret ediyor. Mekânlar üzerinden sağlanan bu tezatlığın, sırların nasıl çalıştığını resmeden sinematik bir araç olduğunu söylemek mümkün. Tabii bir de sessizlikten bahsetmek gerek. İki kişi arasında yaşanan uzun sessizlikler doğası gereği rahatsız edicidir ve bu tansiyonu sessizlik aracılığıyla sağlayabiliriz.
Sessizliğin yanı sıra konuşmalardaki kelime seçimlerinin de önemli olduğunu düşünüyorum. Dekarman’ın patronuyla ilgili yaptığı oldukça argo yorumu, benim için filmin en şok edici sahnelerinden biriydi; çünkü o noktaya kadar duyduğumuz diyalogların çok dışında yer alıyordu. Seyirciyi izleme deneyimi boyunca alıştığı dilden koparan bu sahne hakkındaki düşünceleriniz nedir?
Senaryoyu yazma sürecinde bu sahne üzerine oldukça düşünmüştüm. Elbette film boyunca gerçekleşen konuşmaların hepsi çok nezih ve zarif olmalıydı. Konuşulan dilin zarifliği ise tamamen yapay bir yapı yaratıyor; fakat bu yapının efektif çalışabilmesi için de bir yerde kesilmesi gerekiyordu. Örneğin, bir Tarantino filminde o kadar fazla küfür duyarsınız ki bir noktadan sonra kulağa “merhaba” gibi gelmeye başlar. Karakterlerin tamamen kibar cümlelerle anlaştığı bir filmde ise, agresif olarak tanımlamak istediğiniz karakterin altını çizebilmek için böyle bir değişikliğe ihtiyaç duyulabilir.
Azor ile ilgili son sorum ise hikâyenin odağına yerleştirdiği diktatörlük teması üzerine olacak. Hikâye, elbette ki belirli bir coğrafyada ve belirli bir dönemde geçiyor; fakat bu temanın evrensel ve güncel bir boyuta da taşınabileceğini düşünüyor musunuz?
Film, Arjantin’deki bu dönemi ve temayı ele alsa da bir sistemi ve o sistemin zihniyetini tanımlıyor aslında. Ne yazık ki bu zihniyet, belki yöntemi farklı olsa da hâlâ geçerli bir durumda. Bazı güçlü insanlar parayı ele geçirdiklerinde, o parayı ellerinde tutmak isteyeceklerdir. Bu durum tabii ki dünyanın her yerinde geçerli olabilir ve bu yüzden hâlâ güncel bir mesele olduğunu da ne yazık ki söyleyebiliriz.
Kapak Fotoğrafı: MUBI
İlginizi çekebilir: Ali Kavas’tan Deniz Tortum ile: “Maddenin Halleri” Üzerine
Bu hafta izleme listemdeydi. Tam üzerine geldi. Teşekkürler...
İyi seyirler 🙂