Hatay Sörf Merkezi: Gençlere Yeni Bir Uğraş Kazandırmayı Hedefleyen Organizasyon
Samandağ, Defne ve Antakya ilçelerinde yaşayan 16 yaş altındaki gençleri sörfle ücretsiz buluşturan kâr amacı gütmeyen bir kuruluş olan Hatay Sörf Merkezi, dalgaların dönüştürücü gücünü gençlerin hayatına ve kentin geçim kaynaklarına erişimine adapte etme vizyonuyla yola çıkıyor.
2024 yazında 16 yaş altındaki 1.000 genç temel ücretsiz sörf eğitimi aldığı merkezde, Aralarından seçilen 20 genç ise tutkularının peşinden koşmak, alanında gelişerek sporcu ya da eğitmen olarak birer sörf liderlerine dönüşmek üzere desteklenecek. Samandağ Sinemasal Akademi kampüsünde kurulan merkezde hem teorik hem de pratik dersler veriliyor. Saha çalışmalarının tümü Hayata Destek’le birlikte çocuk koruma, toplumsal cinsiyet eşitliği, engelli kapsayıcılığı, emniyet, güvenlik ve sağlık alanlarındaki prosedürler rehberliğinde yürütülüyor.
Merkez’in asıl hedefi buranın gençlerinin sörfü sahiplenmesi, bunu kültüre çevirmesi, bununla birlikte bir ekosistem yaratması. Bu coğrafyanın gençlerinin sörf eğitmeni olup sörf kültürünü oluşturması, yaygınlaştırması. Ücretsiz olarak gerçekleştirilen çalışmalar sayesinde; gençlere bir uğraş, bir kazanım sağlamasının yanı sıra kendi topraklarında kalmak için bir sebep sunulması ve sörfle birlikte yeni bir meslek edinebilir, kendilerini geliştirebilir ve bir kültürün oluşumunun öncüleri olabilmeleri hedefleniyor.
Projenin hikayesi Akıl Köse ve Haydar Esmer ile başlıyor. 2023 mayısta projenin pilot aşamasında dahil olan Akıl Köse ve Haydar Esmer bu grubun ilk önderleri. Projenin kurucu ortaklarından Deniz Toprak, Mayıs 2023’te Hatay’a gidiyor. Önce Samandağ’ın dalgaları sonra da gençleri ve tüm ekibi büyülüyor. Deniz, Samandağ’da Hızır Türbesinin önünde başlayan sörf eğitimlerinde başarılı olan iki genci; Haydar ve Akıl’ı, Ordu’daki sörf okuluna yoğunlaştırılmış eğitim alması için transfer ediyor.
17 yaşındaki Haydar, Samandağ Tekebaşı’ndan. Eğitime başladıktan 6 ay sonra İstanbul Şile’de gerçekleşen Türkiye Dalga Sörfü Şampiyonası’nda 18 yaş altı kategorisinde şampiyon oluyor ve kupasını Samandağ’a getirerek herkesi gururlandırıyor. Samandağ Meydan Köyü’nden 16 yaşındaki Akıl ise Ordu’da gerçekleşen Ordu Sörf Festivali’nde hem kendi kategorisinde hem yetişkinlerde şampiyon olup Hatay’a iki kupa kazandırıyor. Aynı zamanda Ordu Büyükşehir Belediyesi’nin birincilik ödülü olan Sri Lanka’da iki haftalık yoğunlaştırılmış eğitime katılmaya hak kazanıyor ve Sri Lanka’da gerçekleşen uluslarası yarışta Türkiye’yi temsil ediyor. Şimdi sörf merkezinin eğitmenleri olan bu iki genç, kendi hayatlarını dönüştüren dalgaları sevmeyi başka gençlere öğretiyor. Doğdukları büyüdükleri topraklarda sörfü sahipleniyor ve gelecek nesillere Hatay’da oluşacak sörf kültürünün temsilcileri olmaları için kendi deneyimlerini aktarıyor.
Kapak Fotoğrafı: Hatay Sörf Merkezi
İlginizi çekebilir: Sebnem Ünveren’den Sörf Aşkına
Hatay Sörf Merkezi: Gençlere Yeni Bir Uğraş Kazandırmayı Hedefleyen Organizasyon
Samandağ, Defne ve Antakya ilçelerinde yaşayan 16 yaş altındaki gençleri sörfle ücretsiz buluşturan kâr amacı gütmeyen bir kuruluş olan Hatay Sörf Merkezi, dalgaların dönüştürücü gücünü gençlerin hayatına ve kentin geçim kaynaklarına erişimine adapte etme vizyonuyla yola çıkıyor.
2024 yazında 16 yaş altındaki 1.000 genç temel ücretsiz sörf eğitimi aldığı merkezde, Aralarından seçilen 20 genç ise tutkularının peşinden koşmak, alanında gelişerek sporcu ya da eğitmen olarak birer sörf liderlerine dönüşmek üzere desteklenecek. Samandağ Sinemasal Akademi kampüsünde kurulan merkezde hem teorik hem de pratik dersler veriliyor. Saha çalışmalarının tümü Hayata Destek’le birlikte çocuk koruma, toplumsal cinsiyet eşitliği, engelli kapsayıcılığı, emniyet, güvenlik ve sağlık alanlarındaki prosedürler rehberliğinde yürütülüyor.
Merkez’in asıl hedefi buranın gençlerinin sörfü sahiplenmesi, bunu kültüre çevirmesi, bununla birlikte bir ekosistem yaratması. Bu coğrafyanın gençlerinin sörf eğitmeni olup sörf kültürünü oluşturması, yaygınlaştırması. Ücretsiz olarak gerçekleştirilen çalışmalar sayesinde; gençlere bir uğraş, bir kazanım sağlamasının yanı sıra kendi topraklarında kalmak için bir sebep sunulması ve sörfle birlikte yeni bir meslek edinebilir, kendilerini geliştirebilir ve bir kültürün oluşumunun öncüleri olabilmeleri hedefleniyor.
The Museum Hotel Antakya: Zamanın Doğrusal Akmadığı Bir Mekan
Depremden önce bir Hataylı olarak, Hatay’a hakkını vermek adına, ona ait ne varsa değerli olan, yazmaya karar vermiştim. İnsanlar gelir geçer, şehirler değişir, ruh baki kalırdı. Bir yazı o ruha ithaftı. Fakat öyle bir şey oldu ki, aklın ötesinde, korkuların ötesinde, kabul edilemez bir gerçekliğin içine düştük, tam o gün. Hayatlar yarım kaldı, mekanlar yarım… Ve bir yazı yarım. Şimdi bu yazıyı kaldığı yerden hiçbir şey yokmuş gibi devam ettiremezdim, çünkü artık hiçbir şey kaldığı yerde değil. Zaman durdu. İşte bu yüzden şimdi bu satırları doğuruyorum içimden. Ve sizi yarım kaldığım yerden tamamlamaya çalışacağım yazımla, hayata tutunmaya çalışan tüm memleketlilerim gibi, Hatay’a tutunmaya davet ediyorum.
Bir mekana girdiğinizi düşünün, zaman doğrusal olmaktan çıkıyor. Zamanın ne başı var, ne sonu. Hayat nerede başlıyor, nerede bitiyor, geçmiş ve anın bütünlüğü tüm bilinen gerçekliklerin üzerini örtüyor ve ortaya sadece ortamın büyüsü ile yaşadığın, zamandan bağımsız o “an” kalıyor. İşte sizi tam da böyle hissedeceğiniz bir yere götüreceğim şimdi: The Museum Hotel Antakya’ya.
Hikayesi 2009 yılında başlayan bu büyülü mekanın namı tüm dünyayı sarsa da, ülkede bilmeyenler olduğunu düşünerek, belki bu yazı vesilesiyle güzelim memleketim Hatay’a nefis bir seyahat düzenlerler diye yazmayı bir borç biliyorum. Evet, hikaye 2009 yılında başlıyor. Zorlu bir hikaye, hem derin hem de eşsiz. Önce Hatay’a sonra da ülkemize kazandırılan Dünya’nın ilk müze oteli olma özelliği ile geleceğe bir miras aslında, geçmişten.
Arkeolojik kısmın adını da taşıdığı Necmi Asfuroğlu tarafından Antakya’ da bir otel inşa edilmek isteniyor Stauris Dağı eteklerinde. Amaç şehre yakışır, şehrin dinamiğini kaldıracak, yüksek kapasiteli güzel bir otel inşa etmek olunca, inşaat çalışmaları hızla başlıyor tabii. Fakat rutinin dışında bazı problemler ortaya çıkıyor, yapının temel kazı çalışmaları sırasında mozaik kalıntılarına, Antik Çağ’ dan kalan hamamlara, meydanlara rastlanıyor ve o an itibari ile yaklaşık 10 yıl sürecek bir “sistematiğe oturtma”, “onlarca makamdan izin alma” süreçleri, yeniden tasarım, proje değişiklikleri ve diğer tüm emeklerle ilmek ilmek oluşan dünyanın biricik müze otelinin hikayesi başlamış oluyor. Normal şartlar altında arkeolojik sit alanına çivi çakmak bile yasakken ve eğer bir şey yapılması gerekiyorsa onlarca yetkiliden izin alınması gerekirken, Necmi Asfuroğlu ve ailesinin otel inşasında ısrar etmesi fakat mozaiklerin ve diğer kalıntıların zarar görmeden koruma altına da alınarak bir yol bulunması fikri, eşsiz bir mimari yapının ülkemize kazandırılması için ilk adım oluyor. Ama tüm şartlar bu koca antik kent kalıntıları üzerine konvansiyonel bir inşanın “imkansız” olacağını gösteriyor.
İşte tam da bu kritik sürece diğer projelerine de hayran kaldığım Emre Arolat Mimarlık dahil oluyor. Emre Arolat, bilmeyenler için, annesi ve babası da mimar olan, mimarlığı bambaşka bir vizyon ve estetik ile şaha kaldıran Türkiye’ nin en güçlü ve bol ödüllü mimarlarından biri. Le Meridien İstanbul Etiler, Sancaklar Camii, Zorlu Center-Raffles Hotel İstanbul eserlerinden birkaçı yalnızca. Özellikle Sancaklar Camii sıra dışı tasarımı, tasarım detaylarının ruhuna gizlenen, ilham kaynağı alt metinleri ile oldukça ilgi görmekte. (Belki başka bir yazımın konusu olur.)
Ama bizim odağımız bugün The Museum Hotel. Her şey imkansız görünürken ve artık Emre Arolat Mimarlık konuya dahil olurken, tasarım tek bir ortak payda üzerinde yani “Sürecin başından sonuna kadar tasarımın temel amacı, The Museum Hotel Antakya’nın coğrafyaya olumlu bir etki yapmasıydı.” cümlesi ile özetlenen adanmışlıkla şekilleniyor. Bu çerçevede ortaya çıkan dünyanın en büyük tek parça mozaiği, Helenistik dönemden başlayıp İslami döneme kadar süregelen 13 ayrı medeniyete ait 2300 yıllık bir kültürü içinde barındıran eserler bütünü, istenilen otel fikrinin gerçekleşme ihtimalini iyice zorlaştırıyor. Hem mimari, hem mühendislik, hem de arkeolojik açıdan incelenmeye başlanınca, geçmiş tüm sırları ile aydınlanıyor ve geleceğe muazzam bir hediye verecek olan olayların yaşanmış olduğu gün yüzüne çıkıyor. Sanki her şey bu otelin yapımına hizmet edermişçesine yaşanmış gibi bir mucizeler zinciri ile karşı karşıya kalınıyor.
Araştırmalar gösteriyor ki; ………………06.02.2023 / 04.17: Artık hiçbir şey eskisi gibi devam etmeyecek. Tüm cümleler yeniden kurulacak, tüm cümlelere yeniden başlanacak. Daha güçlü, daha kıymet bilerek, yılmayarak, ilham vererek yerlerini alacaklar gelecekte. Bir çöküşün yeniden yükselişi için!
İnatla ve istekle yeniden yapılan tüm çalışmaların ve araştırmaların sonucunda arkeolojik alanın tam ortasında büyük bir alan fark ediliyor, bu alan tüm eserleri ikiye ayırıyor. Uzman görüşleri alındığında, alanda bir dere yatağının varlığı ve bu akıntının yıllar önce söz konusu arkeolojik alana zarar verdiği keşfediliyor. İşte bu alan sancılı süreci yeniden şekillendiriyor. Otelin inşası ve yapılandırılması bu alana yerleştirilecek direkler üzerine kuruluyor. Dere yatağı, müze otelin var olması için bir diğer tabirle geçmiş geleceğe değerli bir miras bırakmak için kollarını açıyor.
İçeri girdiğiniz andan itibaren kendinizi kesinlikle zamanın dışında hissediyorsunuz ya da o bildik zamanın çok başka bir boyutunda; mozaiklerin üzerinde yürürken başınızın üzerinde bulunan kübik şeklindeki odalar sizi bir anda bir bilimkurgu filmi setine ışınlıyor sanki, Pegasus Heykelini selamlarken, yürüdüğünüz köprülerin geometrisinde Mars’ ta koloni kurmak için modüllere ulaşmaya çalışıyorsunuz gibi hissediyorsunuz.
Projenin varlığı aslında muazzam bir kapı açıyor arkeolojik ve mimari yapıların bir arada olmasına. Bir bölgede kalkınmanın gerçekleşmesine zemin hazırlarken, aynı zamanda arkeolojik alanların korunarak değerlendirilebilmesine de çözüm sunuyor.
Binayı dört farklı katmanda düşünebilirsiniz; ilki bulgulara en yakın düzeyde bir açık hava müzesi salonu, ikincisi ise otelin ortak kullanım alanları olan ve arkeolojik buluntulardan oluşan bir manzara üzerinde yerini alan lobi ve restoran. Üçüncü seviyeye baktığınızda, otel odalarının prefabrik modüllerinden oluşan bir konaklama sistemi ve konukların gözünü her zaman enfes mozaik manzarasında tutan bir açık hava seyri görüyoruz. Son olarak da, altındaki her şeyi koruyan, balo salonu, spa, toplantı salonları ve eğlence mekanı olarak planlanan ve yerel mimari ile güçlü bağları olan ağaçlarla dolu avluların eşlik ettiği yerel lezzetlerin tadını çıkarabileceğiniz Specialty Restaurant’ın zeminini oluşturan gölgelik.
Teknik birkaç araştırmaya bakınca daha da hayran kalmak kaçınılmazdı; bina, sirkülasyonda mekanik iklimlendirme ihtiyacını ortadan kaldıran yüksek verimli bir pasif havalandırma sistemine sahip olacak şekilde dizayn edilmiş. Dış cephe yok bu sayede, patikalar ve odalar arasında hava serbestçe dolaşıyor. Zemin seviyesindeki cam koruyucu duvar, yerel hakim rüzgar ve tozu kontrol altına almak ve arkeolojik bulguları güvende tutmak için tasarlanmış.
Deprem sonrası bu yapının ayakta kalmasının sebebine baktığımızda çok incelikli bir mühendislik alt tabanı, uzmanlık, deneyim ve özenin birlikte ortaya çıkardığı güç ile projenin tamamlandığını öğreniyorum. Yapıyı taşıyan 66 adet kompozit boru kesitli kolonlar 25-30 mm kalınlığında seçilmiş ve içi deprem ihtimali göz önüne alınarak beton ile doldurulmuş. Taşıyıcı kirişler genellikle kompozit yapıların en narin parçaları olmasına rağmen, bu bina için yanal salınımı minimize etmek adına kiriş genişlikleri arttırılarak proje tamamlanmış.
Şimdi Ortak Akıl-Antakya Platformu’nun temsilcilerinin içinde olan Emre Arolot ve Ece Ceylan Baba kadim Antakya’mızın sadece fiziksel inşası ile değil, toplumun kültürünü, geleceğini de içinde barındıracak ve yaşayan halkı sürece dahil ederek, dikkate alarak yeniden ayağa kaldıracak adımlar için mücadele ediyor.
Bu yazıyı yazarken, çok şey öğrendim ama daha çok, geçmişi anladığımızda ve ona sırtımızı dönmek yerine kucağımızı açtığımızda, onun bizi, geleceğimizi oluşturmak için eşsiz bilge gücüyle harekete geçirdiğini kavradım.
Bu yazıyı çocukluluğumun geçtiği avlulu eski Antakya evlerine, Ata’larıma, zeytin ağaçlarımıza, bize kalan ve mirasımızı oluşturan tüm değerlerimize ve yeniden ayağa kalkacağına inandığım şehrimin güçlü ruhuna adıyorum.
Kapak Fotoğrafı: Hatice Ildıran
Antakya’yı Anlamak: Farklılıklarını Kucaklayan Bir Medeniyet
Bundan bir yıl önce Antakya’daydım. Hayatın şiiri karışmıştı sokaklarına sanki. Bir türlü anlamadığım ama beni büyüleyen bir dokusu vardı gördüğüm yerlerin. Birbiriyle güzelce geçinip giden insanların, bir merhabayı esirgemeyen bakışlarla karşılaştığım daracık sokakların, kalplerinde sakladıkları gizli avlularıyla insanı başka zamana sürükleyen o eski konakların, bir şeyler anlatmak isteyen tokmaklı kapıların yuvasıydı Antakya. Bir sokağın başında durup baktığımda kilise çanlarıyla biraz ötedeki caminin minaresini tek bir karede görüyor, hem şaşırıyor hem seviniyordum. Sinagogdan çıkıp mahalle esnafına selam veren bir beyin girdiği küçük bir terzi dükkânı önünde etrafıma bakakaldım. Buranın sırrını keşfetmiştim sanki. Farklılıklarını kucaklayan bir medeniyetin halen bir arada olabilme ütopyasıydı Antakya. Medeniyetler Korosu’nun ezgilerindeki gibi farklı kelimelerde, farklı nağmelerde, farklı inanışlarda çınlıyor fakat aynı amacı taşıyor gibiydi. Yaşamak ve yaşatmak gayesi vardı ruhunda. Göçler almış, göçler vermiş, bazen durmuş, bazen değişmişti.
Sokaklarda Arapça, Türkçe kelimeler duyuyor, tesadüfen karşılaştığım insanların yardımıyla bir kapı önünde yazan Osmanlıca bir kelimenin anlamını çözmeye çalışıyor, haritaya bakmaksızın sokaklarında kayboluyordum. Kimle karşılaşsam yüzlerinde gülücük ve içlerinde Antakya’yı anlatma isteği vardı. Biri, “Bak, biraz ötede Fransızlardan kalan evler var; onları görün” diyor, bir başkası süvari kahvesi ikram ediyor, bir diğeri humus ve künefe için en iyi mekanların adresini veriyordu. Bir terzihanede şehre dair yazılmış kitapları karıştırırken, bir başka dükkânda çiçeklerin isimlerini ezberlerken, bir kilise avlusunda 1900’lerden kalma fresklere bakarken buluyordum kendimi. Mutluluk ve huzur sinmişti Antakya sokaklarına. Bunu, her dakikada kanlı canlı yaşıyor, hissediyordum.
Depremin ardından, ne yazık ki bir kısmı aramızdan ayrılmış Antakyalı dostlarımızı sıkça anarak, hissederek bu yazıyı yazmaya başladım. Hayatımın en zor yazısıydı ama bir yanımla da inanıyordum geride kalan insanların, bir gün Antakya’ya dönecek olmasına ve burayı tüm güçleriyle yaşatmak isteyeceklerine. “Hatay ve Antakya artık herkesin meselesiydi”. Gördüklerim, tanıyıp hikâyelerine dokunduğum insanlar unutulsun istemedim. İleride bir gün bu sayfayı açıp bu yazıyı okuyanlar, yüzlerinde kırık bir tebessümle Antakya’ya doğru yeniden yollara düşsün istedim. Depremde kısmen ayakta kalan, ilçenin en eski caddesi Kurtuluş Caddesi’nin kaldırımlarında yürümelerini, yine hayatta olan Affan Kahvesi’nin masalarında oturup meşhur ‘haytalı’ tatsından yiyip, arka sokaklarda gezinmelerini, kuş seslerini takip etmelerini, aniden karşılarına çıkan konakların avlularında dinlenmelerini, Uzun Çarşı’da sabahın erken saatlerinde yakılan bereket tütsüsünü koklamalarını, Konak Lokantası’nın murt ağaçları gölgesinde Antakya mezelerinden tatmalarını diledim.
Antakya ruhunun yeniden var olacağına, bu kültürün küllerinden yeniden doğacına inancım tam. Bu hissiyatla yazmaya başladığım yazımı, 6 Şubat depreminde aramızdan ayrılan ve aşağıda göreceğiniz insanlarla tanışmamı sağlayan, bana sokakların ve kapıların hikâyesini anlatan çok sevgili Müge Sorar’a ithaf ediyorum.
Antakya’nın Tarihi
Antakya’nın günümüzdeki kültürel mozaiğini kavramak için tarihini anlamamız gerekiyor. Antakya’dan bahsederken genelde en şaşalı yılların yaşandığı Roma dönemine değinilir. Muhakkak duymuşsunuzdur; Roma dönemindeki adıyla Herod olan caddenin (bugünkü Kurtuluş Caddesi), dünyanın aydınlatılan ilk caddesi olduğunu… Kentin oluşumu çok daha öncelere dayanır halbuki. Yazı bile icat edilmeden evvel; Paleolitik çağa uzanan tarihinde sırasıyla Kalkolitik ve Tunç çağına ait bulgulara da rastlanılır.
Farklı dönemlerde Hititler, Asurlular, Perslerin hakim olduğu bu toprakların kaderi ise Büyük İskender döneminde değişip, kenti bugün “Antakya” olarak anmamıza sebep olur. Büyük İskender’in kurulmasında katkı sunduğu söylenen bu şehir (M.Ö 307) ilk olarak bugüne göre biraz daha kuzey taraflarında yer alırken, kumandan Seleukos Nikator (M.Ö 305) Amik Ovası çevresine, Asi Nehri kıyısına taşır şehri. Seleukos, şehre babasının adı olan Antiocheia ismini verir. O dönemde şehir nüfusu, Antogonia’dan gelen göçmenler, Yahudiler ve Makedonyalılardan oluşur.
Antakya, Roma ve İskenderiye’den sonra antik çağın üçüncü büyük şehri olarak anılır. M.Ö 30 – M.S 395 yılları arasında Roma, 395’te Roma’nın Doğu ve Batı olarak ikiye ayrılmasıyla; Doğru Roma’nın (Bizans) elinde kalan şehir, zamanla Hristiyanlık tarihi için de önemli bir konuma sahip olur. Antik dönemde Christianos; yani Hristiyan kelimesi ilk olarak bu topraklarda kullanılır. Bunun yanında, Helenistik Yahudiliği ve İkinci Tapınak Dönemi Yahudiliği’nin de merkezlerinden biri sayılır. Antakya’ya gelen misyoner havarilerin burada yaşayan Yahudilerin bir kısmını kendi dinlerine çektiği söylenir.
7. yüzyıl’da artık Antakya, Hristiyan cemaatinin bağlı olduğu beş patriklik merkezinden biridir (diğerleri Roma, İskenderiye, Kudüs ve İstanbul). Roma dönemi boyunca, Hristiyanlık ön plana çıksa da bu topraklarda, nüfusun önemli bir bölümünü Yahudi kökenli topluluklar oluşturur. Anadolu’ya yerleşen ilk Yahudilerin de Mısır’dan gelen ve sonra Antakya Yahudileri olarak anılan topluluklar olduğu söylenir.
636’daki Yermük Savaşı ile Antakya, Müslümanların eline geçer ve askeri üs olarak kullanılır. Konumunun İpek yoluna yakın olmasından ötürü ticaret bakımından gelişir. 638-969 yılları arasında Müslüman Arapların elinde olan şehir, tarih boyunca gördüğü taarruzlar ve yaşadığı depremlerle çoğu kez sarsılır. Örneğin; M.S 528’deki büyük depremde şehir tamamen yerle bir olmuştur.
Antakya’nın Osmanlı topraklarına katılması ise Yavuz Sultan Selim döneminde (16.Yüzyıl) gerçekleşir. 1800’lerin ortalarında şehirde yaşayan Yahudi cemaati sayısı artar ve kente ilk sinagog o dönemde kurulur. 1918’de ise İskenderun ve Hatay, Fransızlar tarafından işgal edilir ve Hatay Devleti’nin 1938’de kurulmasına değin Fransızlarda kalır. Hatay Millet Meclisi’nin 29 Haziran 1939’daki kararıyla Türkiye’nin bir vilayeti olarak anavatana katılır. Atatürk’ün, “Hatay, benim şahsi meselemdir” dediği ve Fransızların elinden alınıp, Türkiye topraklarına katılmasının önemine vurgu yaptığı bilinir.
Bir Not: Günümüzde Antakya olarak anılan yer, Hatay’ın merkezindeki, ortasından Asi Nehri geçen en büyük ilçesidir. Fakat tarihin içinde ele alırken kullandığımız “Antakya” kelimesi çok daha geniş bir alanı içine alır; dönemsel olarak kapladığı alanların değişmesiyle farklı yerleri ve kültürü de işaret eder.
Hatay’ın tarihini daha yakından anlamak adına ziyaret etmeniz gereken yerler:
–Hatay Arkeoloji Müzesi,
-Antakya’daki Kurtuluş Caddesi, Zenginler bölgesi tarihi evleri, Affan Mahallesi,
-İsa’nın 12 havarisinden biri olan Aziz Petrus’un (St.Pierre) ilk vaaz verdiği yer olarak anılan; Hristiyanlık tarihinin de en eski kiliselerinden biri olan St. Pierre Kilisesi,
-Tarihinin 4000-3000 yıl öncesine; Tunç çağına uzandığı düşünülen Aççana Höyüğü’nü,
-Samandağ’daki St.Simon Manastırı, Titus Tüneli ve Beşikli Mağara, Üçağızlı Mağarası
-Sadece Ermeni vatandaşlarımızın yaşadığı Vakıflar Köyü.
İç İçe Geçmiş Kültürüyle: Antakya’nın Sokakları ve İnsanları
Begonvil zamanıydı. Güneş hiç durmadan parıldıyor, akşamüzerleri evlerin taşları biraz serinleyince konakların avluları insan sesleriyle dolmaya başlıyordu. Salça yapmak için serilmiş domateslerin koyu kırmızısı, begonvilin moruna karışıyor, bir çocuk günün erken saatlerindeki olanca enerjisiyle bir topun peşinden hızla koşuyordu. Anadolu’nun en eski camilerinden Habib-i Neccar’in avlusunda bir adamın önce kedinin başını okşayışını, arkasından ona yem verişini seyrettim. O gün, insanların bir arada yaşayışlarının en tatlı haline denk geldim. Murt ağacından bir murt koparıp, kekremsi tadına hayatımda ilk kez baktım. İlerleyen günlerde, çok sevgili rehberimiz İsmail Zubari eşliğinde gezdiğimiz Vakıflı Köyü’nün meydanından da aynı meyvenin liköründen alacaktım.
Semih Bey, 85 yıllık hayatının 50 yılı aşkın her sabahında çiçek dükkânının kepenklerini açıyordu. O sabah, bizi içeri buyur etti. Bilgisayardaki tavla oyununu yarıda bırakıp kahve ısmarladı. ”Eskiden araba geçsin diye beklerdik, şimdi de şu arabalar bir dursa da dinlensek” dediği Kurtuluş Caddesi’nin vızır vızır sesleri arkamızda kalmıştı. Bir kız çocuğu geldi ve kendisinden harçlık aldı. O kız çocuğu sanki o anda bendim. Bakkalın rafları arasında neyi alacağını şaşırmış, renkli ambalajlara bakan bir çocuğun kalbine döndü kalbim, bu eski çiçekçi dükkânında. Semih Bey, Kurtuluş Caddesi’nin en eski esnaf sakiniydi ve Antakya’nın yıllar içindeki değişimini hayretle izliyordu.
“Medeniyetler beşiği” olarak geçen; Antakya nüfusunu oluşturan Sünni Müslümanlar, Nusayri Alevileri, Rum Ortodoksları ve Arap Yahudileri’nin yaşayışlarına, şehirden silinmemiş izlerine her adımda tanık oldum. Okuduğum solgun bir tarih kitabı değildi; kelimeydi, insandı, kültürdü, canlıydı her biri. Hepsinin anlatacak bir anısı, dile gelecek bir dünü vardı. Bir gülümsemeye bin gülümseme karşılık alırken, merakla soruyordum sorularımı. Bazen bir kilise avlusundaki bekçiye, bazen bir öğretmene, bazen bir aşçıya, bazense bir kuşçuya.
Eski Antakya evlerindeki kapı tokmaklarını tutuyordum ellerimle. Tokmaktaki elde yüzüğün hangi parmakta takılı olduğuna göre evdeki kadının medeni durumu belli olurmuş eskiden. İşte, o kapıların bazıları ardında sakladığı nice hayat hikâyesiyle dimdik karşımda duruyordu. Zeytin ağaçlarının gölgesinde durup, kuş seslerini dinledim. Antakya’nın sesi kuştu ve kanatları renk renkti.
1911’de açılmış Affan Kahvesi’nin Arap bülbülü kafesinden çıkıp, kahvenin masaları arasında zevk-i sefa yapıyordu. Bir müşterinin omzuna konan bülbülü, kahvenin müdavimi elleriyle incitmeden sevdi, yan masadakilerle şakalaştı. Haytalı tatlısını kaşıkladığım, acı mı acı süvari kahvesini içtiğim o anlarda, ben de Affan Kahvesi’ni sevdim. Nostaljik karo zeminini, küçük kitaplığını, duvarındaki resimleri. Antakya’da yaşasaydım günün belli saatlerinde gelip, kitap okuyacağım mekan kesin burası olurdu dedim, içimden.
Terzi Mehmet Amca, eski masasını, ağır makaslarını, sanat okulu diplomasını ve etrafa yayılmış kitaplarını gösterdi bize. Bir çay eşliğinde Antakya’yı dillendirdi, bugünkü dükkânının yer aldığı, geçmişdeki matbaacılar sokağından söz etti. Kitap, dergi kokan sokakta artık tek bir matbaacı kalmadığı için ne kadar üzüldüğünü anlattı. Sanata, kültüre aşık insanları hayatında hep en merkeze koyduğunu, onlarla rakı eşliğinde bir sohbetin tadına varmanın güzelliğinden bahsetti. O esnada kapıyı aralayan meraklı komşu esnaflarla selamlaştık ve yeniden “Hoş geldik Antakya’ya”!
Uzun Çarşı’da baharatlara karışan bereket tütsüsü kokusunda ilerledim tezgâhların arasından. Bir esnafa sordum nedir bu bereket tütsüsü diye. Eski bir gelenek olarak çarşıda devam ettiriliyormuş. Sabahları kavrulan kabukları tütsü olarak gezdiriyorlarmış çarşının dar sokaklarında. Bereket, uğur getirsin diye. Dayanamayıp bir paket de kendim için aldım. Ne zaman yaksam evimin içine Antakya doldu. Çarşının köşesinde bir simit tepsisi duruyordu. Bildiğimiz simitlerden değildi ama. Üstünde susam yok ama yanında kimyonu ve tuzu vardı, bandırarak yenmesi için. Antakya’da her şeyin bir usulü, her usulün bir güzelliği olduğunu anladım o vakit.
Asi ve Samandağ
Bir sabah Antakya’dan yola koyulup rehberimiz, aynı zamanda Samandağ kitabının da yazarı olan İsmail Zubari ile Hatay’ın Samandağ ilçesine doğru ilerledik. Bu civardaki yerlerin hepsini bu yazıya sığdırmam çok zor ama ben o gün, en çok da insan hikâyelerinin peşine düşerken heyecanlandım sanırım.
Asi’nin sularında ağlarıyla balık bekleyenleri izledim, saatlerce uğraşılarına tanık oldum. Balıkçı bir anne kızın ağzından mahallelerindeki kadınlara nasıl ağ örme dersleri verdiklerini dinledim ve onların anılarında, ekmek parasınının Asi Nehri’nden ne zorluklarla çıkarıldığına şahitlik ettim.
Türkiye’nin son Ermeni köyü Vakıflı’da yaşayan insanların koca bir ağacın gölgesinde sattığı mis gibi kokan defne sabunlarından aldım, ev yapımı murt liköründen tattım. Köyün kahvesinde 1932 doğumlu Panos Amca’dan cebinden çıkarttığı kavalıyla çaldığı ve arada durup Ermenice söylediği Sarı Gelin şarkısını dinledim. Panos Amca’nın dilinden düşüremediği ve gözü gibi baktığı turunç bahçelerini düşledim.
Nar ağaçları gölgesinde bir bahçeye girdik sonra. Bahçe kapısını açarken biraz çekindim. Hiç beklenmedik Tanrı misafirleriydik ne de olsa… Ama bizi nasıl da sımsıcak ağırladığını gördüm yaşlı bir Vakıflılı olan Musa Amca’nın. Gün sonlanırken, bahçesinden koparıp kocaman bir nar verdi Musa Amca elime, “Bu dünya kimseye kalmaz. Güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar bütün insanlar kardeştir” dedi. Kardeşçe yaşayan o insanların yaşattığı, güneşin hep doğmayı seçtiği, topraklarında binbir değer taşıyan Hatay ve Antakya’yı kalbimle kucakladım o gün. Bir daha hiç unutmamak üzere.
Hatay ve Antakya’ya Nasıl Destek Olabiliriz?
*Güvendiğiniz sivil toplum kuruluşlarına bağış yapmanın yanı sıra Hataylı yerel üreticilerin ürünlerinden satın alarak onlara destek olabilirsiniz. Ova Antakya bunlardan biri,
*Antakyalı kadınların emeğiyle oluşan yerel lezzetlerden alarak destek vereceğiniz bir diğer kuruluş Antakya Bakkalı,
*Hatay’ın güvenilir derneklerinden olan Füsun Sayek Sağlık ve Eğitim Geliştirme Derneği’nin deprem bağış fonu,
*Tunç çağına dair buluntulara rastlanılan Aççana arkeolojik alanındaki kazı çalışmalarını yürüten ekibin kurduğu deprem yardım fonu Aççana Höyüğü Yardım Fonu,
*Samandağ’daki Vakıflı Köyü’nün kendi kooperatifinin ürünlerinin satıldığı Vakıflı Lezzetleri ,
*Yaralar sarılır sarılmaz bu toprakları ziyaret etmek isterseniz, bu konuda size rehberlik yapmasını gönülden tavsiye edeceğim yazar ve rehber İsmail Zubari ile iletişime geçebilirsiniz.
İstanbul’da İzini Sürebileceğiniz Hatay Lezzetleri…
*Duvarlarındaki resimleri ve Cemal Süreya’nın eşyaları ile adeta bir müze restoran olan, 1967’de açıldığında ilk sahibinin Hataylı olmasından ötürü bu ismi alan Hatay Restaurant,
*Antakya’nın en lezzetli mezelerinden tadabileceğiniz Antiochia Restaurant,
*Hatay’ın zengin mutfağına dair geniş seçenekler sunan Fatih’teki Akdeniz Hatay Sofrası,
*Geleneksel Hatay yemekleri ve kahvaltısından tatmak için Hatay Gurme,
*1960’tan beri Eminönü’nde hizmet veren Asi Künefeleri,
*Künefe sevenler için Hatay usulü yaptıkları künefeyle beğeni toplayan, bir diğer adres Hatay Erol Künefe.
Kapak Fotoğrafı: Deniz Yılmaz Akman
İlginizi çekebilir: İlke Hazer’den Antakya
Antakya: Tarih ve Gastronomiyi Buluşturan Şehir
Evlere kapandığımız dönemleri telafi etmek için yola çıktığımda ilk duraklarımdan biri Antakya olmuştu. Hem kültür hem gastronomi adına o kadar çok şey barındırıyor ki bu şehir. Yaptığım gezinin üzerinden neredeyse bir yıl geçmiş olsa da rastgele gördüğüm bir Antakya fotoğrafım anılarımı canlandırmaya yetti ve bu etkileyici şehirdeki deneyimlerimi yazıya dökmeye karar verdim.
Antakya’ya giden birinden kesinlikle duyacağınız üzere ben de diyorum ki Antakya’da asla aç bir şekilde gezmiyor ve o yemekleri aç bir şekilde yemiyorsunuz, çünkü tadacak o kadar çok şey var ki… Üç koca gün geçirmeme rağmen yiyemediğim daha onlarca lezzeti arkamda bırakarak döndüm. Her yeri tarih, kültür, zahter kokuyor bu şehrin. İlçenin ortasından geçen Asi Nehri ilçeye gece gündüz ayrı bir hava katıyor. İç içe geçmiş kültürlerin ve tarihin etkilerini şehrin sokaklarında olduğu kadar yemeklerinde de görüyorsunuz. Anadolu’nun ilk Camisi olan Habib-i Neccar Camisi ve Ulu Camiyi gezerken eski ekmek fırınlarından sıcacık Antakya simidi alıp yanında verdikleri tuz ve kimyon tohumuna banıp yemenin tadını çıkarın.
Antakya’da Mutlaka Uğramanız Gerekenler
Antakya’da kesinlikle uğramanız gereken yerler arasında iki büyük önemli müze bulunuyor. Bunlardan ilki Hatay Arkeoloji Müzesi. Müzeye giderken etrafta yürüyerek keşfedeceğiniz pek fazla şey olmadığından araçla gitmek daha mantıklı bir seçim olacaktır ayrıca zamandan tasarruf için de bir araç tercih etmenizi öneririm. Zaman tasarrufunun önemini vurguluyorum çünkü bu müze öyle büyük ve büyüleyici ki bir gününüzün tamamını buraya ayırmak isteyebilirsiniz. Mozaikler karşısında büyülenmemek imkansız, ayrıca Suppiluliuma heykelinin gözleri de bir o kadar etkileyici bir ayrıntıydı benim için.
Önerdiğim ikinci müze ise Hatay Arkeoloji Müzesi’nden daha yakın konumda yer alan Necmi Asfuroğlu Arkeoloji Müzesi. Bu müze aynı zamanda bir otel. Belki daha önce haberlerde duymuş olabilirsiniz buraya bir otel yapılacakken bulunan tek parça mozaik, otel projesini değiştiriyor. Tasarımı mimar Emre Arolat’a ait olan bu Müze Otele kesinlikle gitmenizi öneririm, modern ve eskinin iç içe geçtiği harika bir mekan. Müzenin üst tarafında bulunan kafede oturarak ihtişamlı mozaikleri izleyerek kahvenizi yudumlamayı da unutmayın, harika bir deneyim!
Antakya’da Yemeden Dönmemeniz Gerekenler
Antakya tabii ki sadece yemekten ibaret değil ama kültürünün önemli bir parçasını oluşturuyor. Kahvaltı için yöresel lezzetleri bulabileceğiniz Antakya Sofrası’nı tercih edebilirsiniz. Biberli ekmek, zahterden önce çıkan menengiç bitkisinin yapraklarının kullanılarak yapıldığı murç adını verdikleri otlu yumurta, zahterli salata, Antakya’ya özgü Halhali zeytini, tuzlu yoğurt ve Sürk peyniri aklıma gelen yöresel kahvaltılıklardan sadece birkaçı. Kahvaltıdan sonra da tarihi Affan Kahvesi’nde kahve içmeyi ihmal etmeyin. Antakya’da içeceğiniz kahveler çay bardağında servis ediliyor; ilk gördüğümde yadırgasam da buraya özgü bir şeymiş bu ve hatta bu kahveye ‘Süvari kahvesi’ deniyormuş.
Antakya deyince akla ilk gelen lezzetlerden biri de kesinlikle künefe ve yiyebileceğiniz en iyi yer bana kalırsa Çınaraltı Künefe Yusuf Usta. Buraya kalabalık olmadan öğlen saatlerinde gelmenizi tavsiye ederim. Hem ufak meydanın tadını çıkararak kahvenizi yudumlayabilir hem de künefe şovunu izleyebilirsiniz. Burada künefe yeme ısrarımın nedeni bu künefenin diğer pastane künefeleri gibi olmaması. Künefe deyince gözünüzde canlanan her yeri altın sarısı renkte bir künefe değil buradaki, çünkü közde pişirilerek yapılıyor, ve tadının da diğerlerinden oldukça farklı ve güzel olduğunu söylemem gerek.
Et ile aranız iyiyse ve kebap seviyorsanız Antakya’ya giden herkesin mutlaka uğradığı Uzun Çarşı’nın içinde yer alan Pöç Kasabı’na gidin derim. Kasap olarak geçtiğine bakmayın, burası hem bir kasap hem de restoran. Et severler için bir cennet olan bu mekanda tepsi ve kağıt kebabı meşhur. Bu arada burada minik bir uyarı yapayım; benim gibi et konusunda hassas olanlar için içeri ilk girişteki çiğ et kokusu ve kebaplarda kullanılan kuyruk yağı ve koyun eti rahatsızlık verici olabilir. Et, kebap konusundaki başka bir alternatif de merkezdeki ara sokaklardan birinde bulunan Konak Restoran. Burada da yine bir sürü yöresel yemek bulabilirsiniz ayrıca büyük bir avlusu olan mekanın ambiyansı da çok hoş. Oruk (içli köfte), falafel, biberli ekmek, katıklı ekmek, muhammara benim tattığım bazı yemeklerden. Ufak bir uyarı da buraya; yemeklerin inanılmaz derecede lezzetli ancak bir o kadar da acı olduğunu söylemem gerek.
Et konusunda kesinlikle katı çizgisi olanlar için başka alternatifler de var tabii ki Antakya’da. Özellikle vegan beslenenlerin vazgeçilmezlerinden olan Humus da bir o kadar meşhur burada. Humusçu Nedim Usta adından da anlaşılacağı üzere Humusu ile meşhur olsa da farklı mezeler de bulabilirsiniz. Bakla ezmesi, cevizli biberli ezme, tarator, biberli yoğurt (acı!), köz patlıcanlı yoğurt, abugannuş ya da babagannuş benim de tattığım diğer harika lezzetlerdendi.
Antakya’dan Ufak Hediyelikler
Antakya Merkezde bulunan Uzun Çarşı şehrin en önemli yerlerinden biri. Restoranlardan, künefe yapan yerlere, sabun satan dükkanlardan baharatçılara kadar her şeyin merkezi burası denilebilir. Bu dükkanları gezerek bir sürü hediyelik satın alabilirsiniz. Hatay’a özgü taze ya da toz zahter, defne sabunu ve halhali zeytini almayı unutmayın. Uzun çarşıda ayrıca bir sürü han bulunuyor, bunlardan biri olan Kurşunlu Han’da da bir sürü hediyelik bulmanız mümkün; mozaik taşlı takılar ve unutulmaya yüz tutmuş sepet örgüler bunlardan bazıları.
Bir başka hediyelik alternatif de Antakya’ya özgü içleri hurma ya da cevizle doldurulan ya da sade üzeri susamlı olarak 3 çeşit çıkan Kömbe adını verdikleri kurabiyeler. Bu kurabiyeleri eski Petek Pastanesi’nden almanızı şiddetle tavsiye ederim. Ayrıca şanslıysanız bu kurabiyeleri fırından sıcak ve taze çıktığı anda yiyebilirsiniz. Bu noktada sizi uyarmak isterim, sizin de fırından yeni çıkan hamur işlerine zaafınız varsa kendinizi bu olağanüstü kurabiyeleri yerken durdurmakta zorlanabilirsiniz. Bizzat yaşandı 🙂
Antakya’dan dönerken geride yenecek ve gezilecek daha bir sürü yer bırakarak döndüm. Yakın zamanda gidilmesi gereken yerler listesinde tekrardan listeme yazdığım şehirlerden biri oldu Antakya çünkü ne kadar çok yer gezseniz de, ne kadar kendinizi tok hissetseniz de, gelmişken şunu da yiyeyim deseniz de gezip göremediğiniz, tadamadığınız daha bir sürü şey var bu şehirde. Zaten her seferinde yeni keşfedilen mozaikler Antakya’yı tekrar ziyaret etmek için oldukça geçerli bir sebep. Çok farklı hisler içinde gezdiğim bu şehre gitmeniz ve tabii benim de en kısa zamanda tekrar gitme dileğimle…
Kapak Fotoğrafı: İlke Hazer
İlginizi çekebilir: Naz Kavas’tan Müzeyyen Meyhane
Antakya: Kültürel Mirası ve Yerel Tatlarıyla #ÇOKÇEKİCİ
Ülkemizin her köşesinin tarihi ve doğal güzelliklerle bezeli birer hazine olduğuna şüphe yok. Peki sizce bizler bunun ne kadar farkındayız? İşte birazdan tanışacağınız seride sizi, yurdumuzun eşsiz güzelliklerini birbirimizle her yerden paylaşmamıza imkan sunan Türkiye’nin #ÇokÇekici operatörü Turkcell’den aldığımız ilhamla yollara düşmeye davet ediyoruz. Türkiye’nin Kuzey Ege’den Doğu Karadeniz’e uzanan kendine özgü ve #çokçekici noktalarını birlikte yeniden keşfetmeye hazırsanız, ikinci durağımız zengin kültürel mirası ve yerel lezzetleriyle Antakya.
Bir kent düşünün, Anadolu’nun en eski yerleşim merkezlerinden biri olsun, tarihi M.Ö 100.000’lere kadar uzansın, aynı zamanda tüm medeniyetleri buluştursun, muazzam bir kültürel mirasa ev sahipliği yapsın, en büyük değerlerinden biri de misafirperverlik olsun. Ünlü Romalı tarihçi Ammianus Marcellinus, “Dünyada hiçbir kent, ne topraklarının bereketi ne de ticaretteki zenginliği bakımından bu kenti geçemezdi.” diyerek anlatmış Hatay’ı. Bizim rotamızsa bugün, “Doğu’nun Kraliçesi” olarak da bilinen bu kentin merkez ilçesi Antakya’ya doğru çevrili.
Tarih kokar Antakya. Her köşesinde geçmişten izler, hikayeler taşır. Sokakları arasında dolanırken yüzyıllar öncesini duyumsar, adeta zamanda yolculuk edersiniz. Sonra hiç beklenmedik noktalardan karşınıza avlular çıkar aniden, Antakya kendine özgü mimarisiyle şaşırtır sizi. Eski Antakya evlerinde de görülür aynısı: İç avlu ve iç bahçelere sahip olan bu evler pek karakteristiktir, büyülenirsiniz. Çoğu, dünyanın ışıklandırılan ilk caddesi olan Kurtuluş Caddesi üzerinde sıralanmış olan bu evlerin içinde ne derin hikayeler saklıdır, duysanız şaşırırsınız.
Tarihi Affan Kahvesi’nde mis kokan bir Türk kahvesi içerek başlarsınız güne Antakya’da, yanında da buraya özgü haytalı tatlısı. Hatay mutfağına özgü tatları almaya bir başladınız mı, durmak zor olur tabii ki. Buranın farklı kültürlere ev sahipliği yapmasından dolayı sahip olduğu zengin mutfağına özgü daha pek çok lezzet renklendirmeye devam eder gününüzü. En bilinen ve sevilen yerel lezzetleri arasında olan kağıt ve tepsi kebabının tadına doyamaz; zahter salatasından humusa her an, her öğün bir başka ziyafet çekersiniz kendinize burada. Tüm bu enfes lezzetleri taçlandırması içinse, fırında nar gibi kızartılıp çıtır çıtır olduktan sonra üzerinde gezdirilen şerbetin mis gibi kokusuyla masanıza getirilen, Antep fıstığı ve kaymağıyla tamamlanan künefe girer sahneye. Kendinizi kaçıncı tabakta olduğunuzu hatırlamaz halde bulursunuz!
Derken Antakya’nın geçmişe açılan kapısı göz kırpar size uzaktan, takılırsınız peşine. Kurutulmuş bitkilerden el işçiliğine yüzlerce, binlerce çeşit ürünü bulabileceğiniz Uzun Çarşı’da biraz dolanır, dünyanın en büyük mozaik müzeleri arasında gösterilen Arkeoloji Müzesi’nde alırsınız soluğu. Mozaiklerin, heykellerin, sütun ve yazıtların arasında kaybolur; müze gezmenin keyfine doyamadığınızı fark edersiniz ve bu kez Antakya Aromatik Bitkiler Müzesi’ne doğru düşersiniz yollara. Önce bu müzenin eski bir Antakya evinin restore edilmesiyle ortaya çıktığını öğrenir, hayran hayran incelersiniz her bir detayını; sonra içerideki çeşit çeşit aromalar çağırır sizi ve bir bakmışsınız bölgede yetişen kurutulmuş bitkilerin arasındasınız.
Hatay’ın merkezinde olup St. Pierre Kilisesi’ne uğramadan olur mu? Aziz Petrus’un liderliğinde toplanan insan topluluğuna “Hristiyan” adının ilk kez verildiği bu kilisenin atmosferi büyüler sizi. Hemen sonraysa sel ve baskınlardan kurtulmak için Roma döneminde yapılan Titus Tüneli’ne doğru yola çıkar, bu ilginç tarihi yapıyı ve içerisindeki tarihi kalıntıları incelemeye doyamazsınız.
Peki sizce tüm bu eşi benzeri olmayan deneyimler içinizdeki paylaşma tutkusunu tetiklemeyecek mi? Mesela o leziz künefeden bir lokma alırken, aklınızda bu anı bizimkilerle de paylaşmalıyım düşüncesi gezinip durmayacak mı? Ya da anne ve babanıza Uzun Çarşı’dan tatlı bir hediye seçerken fikirlerini almak istemeyecek misiniz? Hepsini geçelim, tüm o gördüğünüz tarih kokan yapıları ve tadına doyum olmayan sofraları fotoğraflayıp sosyal medya hesaplarınızda paylaşmak için heyecan duymayacak mısınız? Biz sizin yerinize cevaplayalım, Türkiye’nin #ÇokÇekici operatörü Turkcell ile tüm bu soruların cevapları evet, evet, evet!
Bolca gezdiniz, çokça doydunuz ve Turkcell ile en güzel anlarınızı sevdiklerinizle paylaştınız. Daha ne olsun? Kendine iyi bak Antakya!
Daha fazla bilgi almak için tıklayın.
Müzeyyen Meyhane: Antakya’da Enfes Bir Lezzet Durağı
Biraz aile ziyareti, biraz da gezip görmek adına hafta sonu Antakya kaçamağı yaptık. Cumartesi akşamı için uzun süredir sosyal medyada görüp incelediğim Müzeyyen Meyhane için yer ayırtmıştık, fazlasıyla doğru bir tercihmiş, bayıldık. Hadi gelin, ayrıntılara geçelim!
Müzeyyen, Antakya’nın en yoğun yerinde, birçok yeme-içme mekanının bulunduğu eski şehir kısmındaki dar sokaklardan birinde bulunuyor. Büyük, tarihi bir binanın içerisinde bulunan meyhane, özellikle tarihi dokusuyla ilk anda bizi büyülüyor. Geniş avlu kısmından geçip merdivenleri çıktığımızdaysa apayrı bir atmosfer bizleri bekliyor. Bu sırada kulağımıza Müzeyyen Senar’ın ve diğer sanatçıların şarkıları ilişiyor. O kadar keyifli bir ortam ki, hem Antakya’da olmak hem de böylesi bir mekanda, sevdiklerimizle bir gece geçirmek epey mutluluk verici…
Bunları düşünürken masaya birer birer siparişlerimiz geliyor. Ailemizde Antakyalı olan ve burada yaşayan kişilerin olması harika! Buraya özgü olan ve sevebileceğimiz tüm yemekleri bir bir söylemiş oluyoruz sayelerinde. 🙂 Buranın vazgeçilmezlerinden; tereyağlı humus, fettah, abugannuş ve muhammara inanılmaz lezzetli… Humus, İstanbul’da yediklerimizden çok farklı; tanesi yok ve çok hafif. Diğer mezeler de öyle. Bu arada yalnızca buraya özel meze ve yiyecekler değil, şakşuka gibi her yerde bulabildiğimiz mezeler de var ama yine ve yine söylüyorum; her bir meze çok leziz!
Et çeşitleri ve kebaplar da denenebilir ama gün boyu Antakya’nın meşhur yiyeceklerini yiyince daha fazla yemek için yeriniz kalmayabilir, aman dikkat! Bahsetmeden geçmeyeyim; Antakya’ya özgü kiremitte peyniri de gitmişken denemelisiniz; tadı enfes. Sarımsak ve tereyağı ile pişirilen peynirlere doyamadık. Yemeğin sonunda da mutlaka ama mutlaka peynirli irmik helvasını denemenizi öneririm. Böylesini hiç tatmamıştım! Son bir öneri olarak; mutlaka gitmeden birkaç gün önce rezervasyon yaptırmalısınız çünkü Müzeyyen çok dolu oluyor. Şimdiden afiyet olsun.
Kapak fotoğrafı: Instagram / @elas_wonderland
İlginizi çekebilir: Nurdan Gündoğdu’dan Antakya’da Ne Yapılır
Süvari: Bir Hataylıdan Çay Bardağında Kahve Üzerine Notlar
“Kendimi mi öldürsem, yoksa bir fincan kahve mi içsem?” demiş ya Albert Camus. Hatay’a gelmiş olsaydı da şu sözünü “Kendimi mi öldürsem, yoksa bir süvari mi söylesem?” diye mıhlasaydı dünya yazın tarihine diye az geçirmedim içimden…
Evet konumuz süvari, yani çay bardağında kahve. Biz Hataylılar sabah kahvaltısında öğlen ne yiyeceğini konuşan; salçanın acısını, nar ekşisinin ne kadar kaynatıldığını ya da zeytinyağının zamanını uzun uzun tartışan, en güzel yayla çorbasının tuzlu yoğurttan yapıldığına inanan, çökelek salatasının dibine ekmekle banan, oruğu asla ara sıcaktan saymayan, tek bir öğünü yanına ayran ile orukla, nam-ı diğer içli köfte ile coşkuyla geçirebilen, canımız sıkıldıkça patlıcan oyan ve dolduran, incecik sarmalar saran, hafta sonları ne yesek diye düşünürken köşedeki humusçudan bir tabak humus yaptıran ve maaile ortaya konulan tek bir tabağa pideyle dalan, zahter mevsimini dört gözle bekleyen, ansızın misafir mi gelecek, hemen biberli ekmek içi yapıp aşağıdaki fırına “biberli ekmek attırdım, 10 dakikaya al gel” diyen, her daim sürk kokusunun mis gibi olduğunu savunan, kabağı kirece yatırıp çıtır çıtır kabak tatlıları yapan, evde bakır tepside künefe basmadıkça, o künefeyi kısık ateşte döndüre döndüre pişirmedikçe künefe yemekten zevk almayan, yedikçe mutlu olan, mutlu oldukça yiyen, midesine düşkün tatlı, komik, hoşgörülü insanlarız işte… E tabii bir de bu yemek sürecini dengeleyen, dedikodulara eşlik eden, mesai saatlerinde konsantrasyonu geri veren, hafta sonu sabah kahvelerinin baş mimarı süvariyi de unutmamamız lazım. Zaten konumuz süvariydi değil mi?
Süvari Nedir?
Süvari, çifte kavrulmuş acı kahvenin köpüğü yok olana dek kaynatıldığı ve çay bardağına konularak servis edildiği bir Hatay kahvesi diyebilirim. Buraya geldiğinizde, yerel bir esnaf lokantasına girdiğinizde eğer belirtmezseniz kahve olarak süvari ile karşılaşma oranınız çok yüksek. Peki neden süvari diye sorarsanız; aslında adı “tarz-ı hususi” yani kişiye özelden geliyor, zamanla “tarsusi” olarak evriliyor, Hatay’da adı Süvari.
Hatay’da sunulan süvarinin özelliği köpüğü gidene dek kaynatılması olsa da aslında bir püf noktası daha var: kahve ile suyun hemen birleştirilmemesi, yani önce cezveye suyu koyarız, su ısındıktan sonra kahveyi ekleriz. Neden diye soranlara bilimsel bir açıklama yapamamakla birlikte kahvenin daha çabuk çözündüğünü ve su ile bütünleştiğini söyleyebilirim, aslında köpüksüz yapılma nedeni de bu. Tadı filtre kahve gibi oluyor ama daha sert, ilk defa deneyen arkadaşlarımın ortak yorumu bu oldu hep. Yakın zamanda da; geçen gün denetim için gelen baş denetçimiz süvari kahveyi içtikten sonra “kendimi İran’da gibi hissediyorum” diyince, normal kahve tüketenler için fazla sert kaçtığını anladık ve ertesi gün misafirimiz için özel olarak açık kahve getirttik.
Bir başka anlatılan hikaye de şu: Efeler nargile içerken yanında mutlaka kahve de isterlermiş. Kahveleri tüm nargile boyunca kendilerine eşlik etsin diye çay bardağında getirirlermiş. Kahvenin çay bardağında sunulması bu vesile ile günümüze kadar gelmiş.
İlginizi çekebilir: GastroMagger’dan Kahve Çeşitleri
Affan Kahvesi, Hatay [[konum_1]]
Antakya’da yıllardır eskisi gibi kalan, yüksek tavanlı, kışın soba yakılan, haytalısı meşhur, tarihten güzel bir doku olan Affan Kahvesi’ne yolunuz düşerse; tavla atan amcaların arasında, süvari kahvenizi yudumlarken anı durdurmak isteyebilirsiniz. Hatta Affan Kahvesi’nin websitesinde şöyle bir hikayeden de bahsedilir: “1970 yıllarında Başbakanı Bülent Ecevit Türkiye’de kahve satışını yasakladıktan sonra güvenlik birimleri kıraathanelere kahve baskınına gelirlerdi. Babamız Züheyr Sahilli kahveyi ufak poşetlere koyup önlüğünde saklardı… Fincanın yasak olmasından dolayı kahvenin cam bardağa koyulması ve bir baskın anında kahveyi içen müşteriler bu kahveyi evimden getirdim demesi yasal olduğundan polislerin bir şey yapamaması nedeniyle müşteriler artık cam bardaktan daha fazla zevk almaya başladı. Böylece kahve hem içim olarak hem de tutumu olarak cam bardakta sunulmaya devam etmiş oldu…
Bugüne kadar da müşterilerimiz kahveyi süvari olarak bizden istemektedir.
Not. Cam bardakta kahveye süvari denmesi Mustafa Kemal Atatürk’ten gelmektedir.”
Şimdi biraz klasik olacak ama ben size bu satırları gerçekten de süvari kahvemi yudumlarken yazıyorum ve anlık fotoğrafımı çekip yukarı ekliyorum. Bir blogger değilim, masamı fotoğraf çekimi için düzenlemedim, bir kusur varsa affola…
Hikayeler her zaman birden fazladır, efsaneler de öyle. Değişmeyen tek hikaye, süvarinin efsane lezzetidir şüphesiz. Ve bir Hataylı’nın gününü onsuz geçirememesi!
İlginizi çekebilir: Eliçe Kılıç’tan Hatay’da Ne Yenir
Hatay Lezzet Durakları: Fakat İyi Yedik!
Düzenli olarak seyahat etmeye başladığımda, yerel lezzetler seyahat motivasyonlarımdan sadece biriydi. Yıllar geçti, artık yılda birkaç defa sadece yeme içme odaklı seyahatler planlıyorum, özellikle yurt içinde! Hatay seyahatim de bunlardan biriydi, zaten çok sevdiğim Hatay mutfağı yemeklerini anavatanında tatmak için mayıs sonunda bir hafta sonu yollara düştüm. İşte Hatay’da denediğim lezzetler ve şehirden tavsiyeler…
Yağmur Restoran Hammuş’un Yeri’nde Kahvaltı [[konum_1]]
İddia ediyorum, böyle doyurucu, lezzetli ve taze bir kahvaltıyı bu fiyata İstanbul’da asla bulamazsınız! Hammuş’un Yeri, Antakya’dan Samandağı’na giderken yol üstünde kalıyor. Tavsiyem, Antakya’da geçireceğiniz günün sabahında buraya gelmemeniz. Zira kahvaltı o kadar doyurucu ki, sizi tüm gün götürecektir; humuslara dönerlere yer kalmaz sonra… Biberli ekmek, kekik salatası, zahter gibi yöresel lezzetler zengin serpme kahvaltıya dahil, üstelik her şey sınırsız. Rezervasyon için aramayı ihmal etmeyin.
Nedim Usta’da Humus
Hatay’da humusun sunum şekli, bizim bildiğimizden farklı; bolca domates, soğan, turşu ve yeşillik ekleniyor üstüne. Böylece humusun kendi tadını almak zorlaşsa da, bu halinin de çok lezzetli olduğu gerçeği değişmiyor. Nedim Usta şehrin köklü mezecilerinden; bakla, ezme ve yoğurduyla da meşhur. Aynı sokakta bulunan Humusçu İbrahim’i de tercih edebilirsiniz.
Dönerci Tacettin’de Soslu Döner
Domates sosu içine girdiği her yemeğe lezzet katıyor katmasına da, hiç dönerle birlikte düşünmemiştim. Tacettin Usta’nın döneri bol salçalı, isterseniz de soğanlı ve acılı geliyor önünüze. İster pilavla, ister dürüm, ister porsiyon olarak sipariş edebiliyorsunuz. Tacettin Usta’nın döneri, Hatay’dan en unutamayacağım lezzet oldu. Gitmeden önce aramak şart, geç saatlere kalmayın, zira döner bitince dükkan kapanıyor.
Tarihi Bizim Künefeci Ragıp Usta’da Künefe
Napoli’de kötü pizza yemenin imkansız olması gibi, Hatay’da da kötü künefe yemek imkansız bana kalırsa. Adım başı künefeci kaynayan Antakya’da popüler künefe adreslerinin aksine iki masalı küçük dükkan Ragıp Usta’da yedik künefemizi. Peyniri bol, kadayıfı dengeli pişmiş künefe dondurma ve fıstıkla sıcak sıcak servis edilince hem gözlerimiz hem de midemiz bayram etti!
Bade Şarap Evinde Antioche Kırmızı Şarap
Antioche, bugünkü Antakya’nın eski adı. Şarapları şehrin her yerinde satılıyor, herhangi bir restoranda servis ediliyor. Kırmızı, beyaz, roze ve blush… Her çeşidi var. Şehrin “eski Antakya evleri” bölgesi geceleri oldukça hareketli, Bade de oradaki güzel mekanlardan biri. Antioche kırmızı denedik, bir şişe de İstanbul’a götürmek için aldık. Bade Şarap Evi’nin güzel çalma listeleri eşliğinde lezzetleri Antioche şarapları içmek Hatay’da yapacaklarınız listesinde olsun.
Son olarak tepsi kebabını denemek ve Konak Restoran’da bir akşam yemeği yemek isterdim ancak bir günde bu kadarını yapabildik, bir daha gelmek için de bir bahanemiz oldu. Antakya’da yeme içme dışında ne yaptınız derseniz, günün büyük bir kısmını Antakya Arkeoloji Müzesi’nde geçirdik, gezdiğim en güzel müzelerdendi. Muhteşem korunmuş bir koleksiyon ve bakmaya doyamayacağınız mozaikler… Ayrıca St Pierre Kilisesi’ne uğrayın, merkezdeki kapalı çarşılara girip baharat kokuları arasında kaybolun, eve götürmelik zahter ve humus unu alın, şehre karışın!
Hatay’a hafta sonu geliyorsanız seyahatinizin bir gününü civar ilçelere ve köylere ayırmakta fayda var. Vakıflı Köyü’ne uğrayıp meyve likörleri alabilirsiniz. Mesela ben çok lezzetli bir limon likörü aldım, düşük bütçeli limonçello diyebiliriz! 🙂 Titus Tünelleri ve Karamağara da rotanızda olması gereken yerlerden. Türkiye’nin gurme seyahat rotalarından biri olan Hatay’dan oldukça mutlu ayrıldım, bir sonraki gastronomik seyahatimi iple çekiyorum!
İlginizi çekebilir: Nurdan Gündoğdu’dan “Lezzetli Bir Antakya Rehberi“
Hatay: Bakır Tepside Sunulan Şehir
Bugün size parmaklarınızı yiyeceğiniz bir şehirden bahsedeceğim. Büyülü atmosferi, farklı kültürleri, yaşayan mitolojik efsaneleriyle Hatay’dasınız. “Açken alışveriş yapmayın.” bir süpermarket tavsiyesidir ama siz siz olun beslenmenize dikkat ettiğiniz bir dönemdeyseniz de asla Hatay mutfağına yaklaşmayın. Listenizde yasaklar varsa Hatay’da gözlerinizi kapatmanız dahi bir işe yaramayacaktır. Çünkü adımlarınız kentin sınırlarına doğru yol aldığında, bakır tabakta servis edilen şehir, muazzam kokusuyla daha önce yaşamadığınız bir deneyim yaşatabilir. Gözlerinizi açtığınızda ise Hatay’ın, tarih boyunca birçok medeniyete ev sahipliği yapmakla kalmadığını aynı zamanda her birinin yanağından birer parça lezzet kopardığını fark edebilirsiniz. Bir şehir, nasıl bu kadar lezzetli olabilir, artık biliyoruz. Bakır servisi açmaya hazır mıyız?
Hatay Mutfağı
Hatay’da dolaşırken aniden duyduğunuz kokuya aşık olduysanız bu, katıklı ekmeğin ta kendisidir. Çekinmeyin, burnunuzun götürdüğü o yere gidin, bir tandırla karşılaşacaksınız. Biberli ekmek diye de bilinen bu yiyecek; çökelek, biber salçası, çörek otu, susam, zahter (kekik) ve diğer baharatların mucizevi bir şekilde birleşmesiyle süper kahramanınız olur. Katıklı ekmek, hazır çorba gibidir; her zaman imdadınıza yetişir; çat-kapı misafirinizde, gece acıkmalarınızda, yorgun akşamlarınızda unuttuğunuz yerden çıkar ve tabağınıza gelir. Tandırda, mahalle fırınında ve evde yapılabilir. Yapılması bu kadar kolay bu kadar lezzetli başka bir şey de yoktur. Unutmayın; acı olup olmadığını sorun.
Affan Kahvesi, Antakya
Katıklı ekmeğinizi yiyebileceğiniz en lezzetli yerde yediyseniz artık Antakya’da kaybolabiliriz. “Antakya mı, o ayrı bir yer mi?” dediğinizi duyar gibiyim. Evet, Hatay’ın merkez ilçesi, ayrı bir yer. Antakya’ya gelen herkesin ilk durak yeri Affan Kahvesi’dir. Kurtuluş Caddesi üzerinde, Fransız mimarlar ve Halepli taş ustalarının eseri olan 1911 yılında yaptırılan ve asıl adı İnci Kıraathanesi olan bu tarihi yerde Haytalı yemelisiniz. Haytalı, muhallebi, dondurma ve gül şurubundan oluşuyor, el yapımı alüminyum döküm kaşıklarla servis ediliyor. “Bu bildiğin Adana Bici Bici’si” deyişlerinden sıkılmış olmalılar ki büyülü gizli bahçeye girmeden hemen sağda “Haytalı asla Bici Bici değildir.” diye iki tatlının farkını anlatan bir açıklama asmışlar. Bitmedi, çıkmadan yapılacak bir şey daha var, Affan kahvesi içmek. Süvari denilen ve çay bardağında gelen bu kahvenin hikayesi, kahve satışlarının yasaklandığı döneme dayanıyor.
Çınaraltı Künefe Yusuf Usta
Kurtuluş Caddesi’nden Eski Antakya Sokakları’na, Uzun Çarşı’ya doğru yol aldığınızda Çınaraltı Künefe Yusuf Usta’nın Yeri’nde durun ve daha önce yediğiniz tüm künefeleri unutun, çünkü en lezzetli künefe burada. (Not: Bir süredir tadilatta, yakında açılacak.) Yusuf Usta künefeyi, köz ateşinde, bakır tepside ve güzel tereyağı kullanarak pişiriyor. İşin sırrı bakır tepside ve usta ellerde. Bundandır; tüm evlerde bulunması en muhtemel mutfak gereci bakır tepsidir ve şehir bu yüzden bakır tabakta servis edilir.
Kağıt Kebabı ve Tepsi (Sini) Kebabı
Uzun Çarşı’dayken tadabileceğiniz bir diğer harika lezzet olan Kağıt Kebabı ve Tepsi(Sini) Kebabı mekanlarından birine, Pöç Kasabı ve Kebap Salonu‘na veya Harbiye Yolu üzerinde Mirioğlu Kasabı ve Fırını‘na gidebilirsiniz. Diğer kasap ve kebap salonlarında asla kötü kebap yiyeceğinizi düşünmeyin, hepsi çok lezzetli yapıyor. Tepsi kebabında et çekilip baharatlar ile karıştırıldıktan sonra tepsiye basılıyor. Üzerinde domates sosu gezdirilip sebzelerle fırına veriliyor. Kağıt Kebabı’nda ise yine aynı sini kebabında olduğu gibi harmanlanmış et, yağlı kağıdın üzerinde yuvarlak parçalar halinde serilip pişirilip, altında fırın ekmeğiyle üstünde közlenmiş domates ve biberiyle önümüze geliyor. Kağıt ve sini kebaplarının hazırlanış aşamasını izlemek de oldukça tatmin edici.
Hatay’da Döner
Bilirsiniz, Hatay’ın döneri de çok meşhurdur. Döner deyince akla Antakya’da Dönerci Tacettin gelir. Öğle saatlerinde randevusuz döner yemeyi beklemeyin, oldukça kuyruk oluyor. Döner bitince de dükkan kapanıyor. Abdo Döner, et dürümü yiyebileceğiniz iyi mekanlar arasında. Burada fast-food kültürü döner üzerine şekillenmiş, her 3 adımda bir dönerci görebilirsiniz. Hatay’ın tavuk dönerinin sırrı da lavaş ekmeğinden daha ince olan sac ekmeğinde, özel domates sosu (domates salçası, pul biber, sıvı yağ) ve Defne yaprağında gizli. Antakya’da köprübaşında köfte ve ciğer yiyebileceğiniz yerler görebilir, geç saatlere kadar yine sac ekmeğinde bol soslu köftelerle unutamayacağınız tatlar deneyebilirsiniz.
Hatay Restoranlar
Restoranlara geldiğinizde ise bir sürü seçenek çıkacak karşınıza. Seçim yapmada zorlanıyorsanız ne yemek istediğinize tam olarak karar verin, ardından yola koyulun. İlk olarak hemen göbekte Sultan Sofrası yer alıyor. Burası turistlerin ilk uğrak yeri. Bütün yöresel lezzetleri her zaman bulabilmeniz mümkün. Kireçte pişmiş, dışı kıtır içi yumuşak kabak tatlısının üzerine tahin dökülerek servis ediliyor. Kabak tatlısını yiyebileceğiniz en iyi adreslerden biri burası. Öğle yemeği tercihlerinizde beklentinizi karşılayacak. Oruk, Ekşi Aşı, Keşkek (aşşur,dövme), Semirsek, Kaytaz Böreği, Kabak Borani, Şişberek Çorbası, Tavuklu Kepse Pilavı, Firikli Aş gibi birbirinden lezzetli adını duymadığınız yöresel yiyeceği Konak Restoran, Anadolu Restoran, Antik Han Restoran, Harbiye Boğaziçi Restoran-Kule Restoran, Avlu Restoran, Beyzade Konağı‘nda da deneyebilirsiniz.
Sveyka Restoran, Antakya
Sveyka Restoran ise Halep ve Hatay mutfağının tarihin kokusunu içinize çekerek şarap eşliğinde yemek yiyebileceğiniz harika mekanlardan bir tanesi, Vişne Kebabı, Vedat Milor’un da kalbini fethetmiştir. Bir diğer akşam yemeği alternatifleri Harbiye ve Kuzeytepe olur. Harbiye Şelaleleri ve mitolojik atmosferiyle ruhunuz iç huzuruna kavuşurken bedeniniz orgazmik anlar yaşabilir. Tuzda Tavuk için ise Reyhanlı Yenişehir Gölü çevresine gidebilirsiniz.
Eski Antakya sokaklarında, 2013 yılından itibaren Cephe İyileştirme ve Sokak Sağlıklaştırma Projeleri kapsamında tarihi büyüsünü kaybetmeden restore edilip cafe-barlara, restoranlara dönüştürülen eski evler görebilirsiniz. Medeniyetlerin beşiği bu kentte, şehrin gürültüsünden uzak taş duvarlar ve daracık sokakların arasında zamanda nostaljik bir yolculuk yaparken gördüğünüz bu yerlere, hem gündüz saatlerinde biraz gevşemek için hem de akşamdan sonra canlı müziğin tadını çıkarmak için geçebilir ve yahut hafif ve sakin şarkı listesine sahip yerlerde ev yapımı şarapların tadına bakabilirsiniz. Aslında her biri iki katlı ev olduğu için, odalardan, bahçeden ve terastan oluşabiliyor. Arkadaşlarınızla gürültüden uzak oturabilir, kitabınızı sakince okuyabilir, projelerinize çalışabilirsiniz. Bade Şarap Evi, Trista Pena Ebru Sanat Evi, La Mistik Cafe & Restoran bunlardan yalnızca birkaçı. Çoğunun fiyat-performans oranı ortalama; fakat atmosferi için mutlaka uğramalı, soluklanıp bir şeyler içmelisiniz. Bu sokaklarda sabaha kadar açık mekan bulmanız biraz zor, çünkü gece yarısını birkaç saat geçtikten sonra şehir kabuğuna çekiliyor.
Hatay’da sadece Antakya’da satılan, kimyon ve tuza banıp yenen simidinden yemeden asla kahvaltı için yola koyulmayın. Eğer yazımı iştahla okuduysanız Hatay’da kahvaltı dediğimde aklınıza Katıklı Ekmek’in gelmesi gerekiyor. Zahter Salatası mı geldi, oley yine de Hatay Mutfağı’ndan yüksek notlar aldınız. Zahter (kekik) salatası, yeni toplanan zahterin soğanla, sarımsakla, nar ekşisiyle enfes uyumu. İki gün kahvaltıda bunu yerseniz kendinizi Pokestop noktasında bulabilirsiniz. Bir de zahterin susamla birlikte karışmış halde toz hali satılıyor Hatay’da. Yanında zeytinyağı ile bir başka kahvaltılık oluyor. Domates ve patlıcan közlemesi, tuzlu yoğurt, küflü çökelek (sürk), zeytin salatası, kaytaz böreği, külçe yerken ne yiyeceğinizi şaşırırsınız ama neli yiyeceğinizi bilirsiniz: Her tabakta birkaç damla zeytinyağı göreceksiniz, Hatay’da zeytinyağının yakışmadığı hiçbir kahvaltılık gerçekten yok. Kahvaltının mutlulukla ilgisi de Batıayaz Yaylası, Karaksı ya da Vakıflı-Hıdırbey Köylerinde keşfedilmiş. Vakıflı’ya uğramışken Ermeni Kilise’sinin önünden kahvaltı sonrası Nar şarabı almayı unutmayın.
İlginizi çekebilir: “Efsanevi Lezzet: Kekik Zahter Turşusu”
Hatay’da Kömbe
Kısaca bayram kurabiyesi. Fakat o kurabiyeyse diğer kurabiyeler ne, tadalım öyle karar verelim. Özel muskatlı baharatı ve tahtadan kömbe kalıpları var. Kokusu tüm sokağı sarar, herkes kömbelensin diye toplaşarak yılda bir-iki kez yapılıp tüm yıl yenir. Antakya’da içine genelde ezilmiş hurma konur, fakat ceviz de koyabilirsiniz. Kömbe için de adres, yılların Petek Pastanesi.
Hala beslenmenize dikkat ediyor musunuz? Artık edemezsiniz, Hatay beslenme şekli üzerinde ciddi negatif etkileri olan bir şehir. Tarih boyunca dokunulan milletleri mutfakta birleştirmişler, yıllar geçse de yöresel yiyeceklerin pek azı unutulmuştur. Hatay’a hemen gitmek istiyor ama gidemiyorsanız Ankara ve İstanbul’da birkaç Hatay muftağı size kendinizi orada hissettirebilir. Ankara’da Hattena Hatay Sofrası, Dafne Restoran; İstanbul’da ise Antiochia Concept, Hatay Restoran bunlardan birkaçı. Hayatınızın geri kalanında tüm kahvaltılarınız katıklı ekmekli, zahter salatalı olsun, size kocaman afiyetler olsun.
İlginizi çekebilir: Begüm Güneri’den “Yola Çıktım Mardin’e…”