Apple Vision Pro'nun Ardından: Sanal Gerçekliğin Geleceği
Geçtiğimiz günlerde Apple’ın Vision Pro isimli karma gerçeklik gözlüğüne rastlamadan herhangi bir sosyal medya platformunda zaman geçirebilmiş olmanız imkansız. Peki gördüğünüz haberlerin sizde yarattığı duygular hangileri? Heyecan? Merak? Endişe? Apple’ın 3.499 dolar değerindeki bu yeni girişiminin yakın zamanda hayatımızın bir parçası olamayacağı kesin gibi görünüyor. Yine de gelişmekte olan sanal ve karma gerçeklik teknolojileri konuyu muhtemel psikolojik etkilerinden fiyatların erişilebilirliğine birçok parametre üzerinden incelemeye teşvik ediyor.
Vision Pro’yu deneyimleme şansı bulan ilk kişilerden biri olan BBC Teknoloji Editörü Zoe Kleinman deneyimini şöyle açıklıyor: “Apple’ın Vision Pro gözlüğünü takınca ilk hissettiğiniz, epey rahat olduğu. Bir kayak gözlüğünü takmak kadar rahat. Cihaz açıldığında çevrenizdeki ortamı görüyorsunuz ama camın içinden görmek gibi değil. Cihazın önündeki kameralar vasıtasıyla görüyorsunuz. “Karma gerçeklik” deneyimi için bu önemli çünkü sanal öğeler çevrenize yansıtılıyor. Gözlüğün sağ üst tarafında bir tuşa basıyorsunuz ve eğer iPhone kullanıyorsanız size tanıdık gelecek bazı uygulama sembolleri önünüze geliyor. Bundan sonrası ise tamamen sizin jest ve hareketlerinizle kontrol ediliyor. Cihaz nereye baktığınızı takip ediyor ve örneğin bir uygulamaya baktığınızda baş parmağınız ile işaret parmağınızı birlikte kullanarak onu açabiliyorsunuz.”
Kleinman’ın sözleri kulağa hiç de egzotik bir deneyim gibi gelmiyor; aksine son birkaç yıldır pek çok kişinin deneyimleme şansı bulduğu ve yakında yaygınlaşacağına kesin gözüyle baktığımız artırılmış gerçeklik gözlüklerinin daha gelişmiş bir versiyonuyla karşı karşıyayız. Peki Bloomberg’in ilk yıl 900 bin cihazın satışının umulduğunu belirttiği ve piyasadaki 499.99 dolarlık Meta Quest ve 999.99 dolarlık Meta Quest Pro gibi benzerlerinden çok daha yüksek fiyatlı gözlüğün farkı ne?
Mashable’ın editörlerinden Stan Schroeder bunun nedeninin Vision Pro’nun kitlelere yönelik bir ürün olarak üretilmediği olduğunu öne sürüyor. Schroeder’a göre gözlüğün kitlesi geliştiriciler ve belli bir kesim teknoloji meraklısı. Yani Apple sunduğu bu deneyim önemli ölçüde geliştirilmeden çok fazla kişinin elinde bulunmasını istemiyor. Bu, VR teknolojisinin erişilebilirliğine dair ilk tartışma değil. Metaverse evreni söz konusu olduğunda da sıkça dile getirilen bu tartışmalar, bazı teknolojilere erişimin sınıfsallığı konusundaki endişeleri vurguluyor. Toplumun bir bölümü başka bir teknolojik boyuta yelken açarken, daha az avantajlı kitleler geride kalabilir mi? Schroeder gibi teknoloji yazarları bunun tam olarak böyle olmayacağını düşünüyor ve teknoloji şirketlerinin önümüzdeki yıllarda daha uygun fiyatlı alternatifler de sunmak üzere çalıştığını belirtiyor.
Erişilebilirlikle birlikte sık gündeme gelen bir diğer tartışma konusu ise sanal, artırılmış ve karma gerçeklik teknolojilerinin kullanıcı psikolojisi üzerindeki etkileri. Yazının en başındaki soruya geri dönersek farklı gerçekliklerin günlük yaşam pratiğimizin bir parçası olma fikri merak kadar endişe duyguları da uyandırabiliyor. Her yeni gelişmede Black Mirror dizisini anımsamamız çok da şaşırtıcı değil.
Üstelik halihazırda özellikle sosyal medya üzerinden alternatif gerçekliklere bağımlı olduğumuz bir noktada çok daha gelişmiş bir gerçeklik algısı yaratabilecek cihazların, uzun vadede ruh halimiz üzerindeki etkilerinin neler olabileceğine dair kesin bir fikrimiz de yok. Örneğin; bugünün ‘i-pad kids’ olarak adlandırılan yemek yemek de dahil boş anlarını mutlaka bir şeyler izleyerek değerlendiren jenerasyon alpha’yı karma gerçeklik gözlüklerini aynı şekilde kullanan yeni bir jenerasyon izleyebilir mi?
Elbette her yeni teknolojide olduğu gibi sanal gerçeklik de kullanım şekli ve bunlara bakış açıları üzerinden benimseniyor. VR ve AR uygulamalarını deneyimlerken maruz kaldığımız uyaranlar, tıpkı gerçek dünyadaki uyaranlar gibi ilkel savaş ya da kaç tepkimizi tetikliyor. Zihin, sürükleyici sanal deneyimlere karşı da gerçek hayattaki deneyimlere davrandığı gibi davranıyor. Bu da sanal gerçeklik deneyiminin gerçek fiziksel ortamdaki uyaranlara dair algılarımızı da değiştirebileceği anlamına geliyor. Durum böyleyken akla gelen ilk soru uzun süre sanal gerçeklikte zaman geçirdikten sonra “normal” dünyaya dönmenin depresyon veya anksiyete gibi sorunların tetiklenmesine neden olup olmayacağı.
Öte yandan son yıllarda artırılmış gerçeklik yaklaşımı, klinik ve sağlık psikolojisindeki uygulama alanını genişletmiş durumda. Bu teknolojiler; fobiler, strese bağlı bozukluklar, depresyon, yeme bozuklukları ve kronik ağrı gibi çeşitli zihinsel bozuklukları tedavi etmek için kullanılıyor. Yine çeşitli sanal gerçeklik teknolojileri, kısmi felç, serebral palsi, parkinson gibi çeşitli nörolojik hastalıklarda motor ve kognitif nöro-rehabilitasyon tekniği olarak kullanılıyor! Geçmişte kullanılan yöntemlerden farkı ise yaratılan simülasyonların hastanın becerisi ve gelişimi doğrultusunda kolayca şekillendirilebiliyor olması.
Günün sonunda, sanal ve artırılmış gerçekliğin kaçınılmaz olduğu açık. Gelecek nesil bu teknolojiyle daha fazla ilgilenirken sağlıktan modaya uzanan geniş bir spektrumda yüzlerce şirket bu yeni çözümleri yakından takip etmek ve benimsemek üzerine çalışacak. Tüm bu gelişmeler tüketici alışkanlıklarını ve sosyal davranış kodlarını etkilerken yeni gerçekliklere sağlıklı bir şekilde adapte olabilmek için doğru yönlendirmelere ve doğru alışkanlıklar geliştirmeye ihtiyacımız olacak gibi görünüyor.
Kapak Fotoğrafı: BBC
İlginizi çekebilir: Tech Magger’dan Metaverse ve Ruh Sağlığı
İlk yorumu siz yazın!