Aşk, Mark ve Ölüm: Gurbette Yorgun
Geçtiğimiz sene festivallerde yarattığı heyecan ile tüm sinemaseverlerimizin merakla beklediği bir filme dönüşmüştü Aşk, Mark ve Ölüm. 1961 yılında çıkan göç yasası ile Türkiye’den Almanya’ya göçen ilk kuşağın hikayesi ile başlıyor her şey. Daha iyi şartlarda yaşamak için veya ülkesindeki ailesine para gönderebilmek için yola çıkan binlerce insanın 60 yıl içinde yaratacağı sosyokültürel etkiyi öngörmek çok kolay değildi elbet. Cem Kaya, bu uçsuz bucaksız mevzuyu sadece müzik perspektifinden incelediği için anlatısını ve odağını dağıtmadan çok kompakt bir belgesel ortaya koyuyor. İlgilisi için film Mubi Türkiye’de.
Filmde kullanılan arşiv görüntülerin pek aşina olduğumuz görüntüler olmaması beni oldukça şaşırttı ve heyecanlandırdı. İşin araştırmacılık yönüne ayrı, başarılı kurgusuna ayrı şapka çıkartmak gerekir. Zamanında Almanya’ya göçmüş vatandaşlarımıza ve ailelerine günümüz Türkiye’sinde “eleştirel” bir şekilde yaklaşıldığı malum. Bunun kök sebeplerinden bir tanesi de içinde bulunan ekonomik koşulların yarattığı tansiyon, zira Alamancılık her zaman ötekileştirilmişliği temsil ediyordu fakat günümüz gençleri için Alamancılık kavramı gurbetten ülkeye gelip rahatlıkla para harcayabilen kişilerle örtüşüyor. Cem Kaya, her şeyin güllük gülistanlık olmadığı dönemi çok saf ve güçlü bir dille anlatmış, sündürmemiş, sömürmemiş. Bu anlamda bu filmin 20 sene önce değil de bugün karşımıza çıkması bence çok kıymetli, zamanlama harika…
İki ülke arasında kalıp yurtsuz hisseden gurbetçilerin fabrikalarda çalışmak dışında boş zamanlarda ne yaptığını analiz edince ortaya çok sesli ve enteresan bir protest müzik mozaiği ortaya çıkıyor. Önce isyanla, sonra eğlence anlayışıyla, müziğin toplumsal ruh halini amansızca takip ettiği bu ortamda adını çok duymadığımız ama içinde olduğu toplumu temsil eden harikulada karakterlerle tanışıyoruz. Bu karakterlerin çoğundaki ego “Biz bambaşkaydık o zamanlar”ın ötesinde bir şeyler sunuyor. Güçlünün karşısında olmak, yalnız olmak, safları sıklaştırmak gibi çeşitli hissiyatlar barındırıyor film. Milliyetçiliğe dair herhangi bir söylem üretmenin ötesinden bile geçmeyecek insanları, “As bayrakları” kıvamına sokacak cinsten bir iş bu. Bunu ülkemizle gurur duymamız gerektiği için değil, Cem Kaya’nın Almanya’daki diasporanın yaşadıklarını salt gerçeklerle anlatıyor ve empati yapmayı müthiş derecede kolaylaştırıyor olmasından ötürü söylüyorum.
Türkiye’nin halihazırda içinde bulunduğu göçmen krizinin ve krizi yönetenlerin bu belgesele baktığı zaman çıkarabileceği çok basit dersler var. Tabi ki de bu belgeselin sadece öğretici yönüne vurulmadık. Normalde pek sık karşılaşmayacağımız türden müzikleri iyi oluşturulmuş bir bağlamda izleyince, sinemanın başka sanat dallarını yüceltme konusunda ne kadar başarılı olduğunu tekrar hatırlıyoruz. Yedinci sanata şöyle bir adım geriden bakıp takdir etmenin en keyif verdiği anlar şu kalitede belgeselleri izledikten sonra ortaya çıkıyor. 1 Mayıs İşçi ve Emekçi Bayramını da kutladığımız bu hafta, Mubi Türkiye’ye bu filmi izleyici ile buluşturduğu için teşekkür edelim ve eşe dosta önerme seanslarına başlayalım…
Sinema dünyasına ve filmlere dair paylaşımlarıma Instagram üzerindeki film blogumdan (@atıptutuyorum) ulaşabilirsiniz.
Kapak Fotoğrafı: Mubi
İlginizi çekebilir: Eralp Alper’den Boğa Boğa
İlk yorumu siz yazın!