Baharda, Üç Günde Atina
Atina’ya gideceğimi söylediğimde herkes bana “güzel bir şehir değil ama seveceksin” demişti; pek anlam verememiştim ama dedikleri doğruymuş. Atina o bildiğimiz gösterişli Avrupa başkentlerine pek benzemiyor. Portakal ağaçlarıyla süslenmiş dar sokakları, iki-üç katlı evleri ile daha çok bir Ege kasabasını andırıyor diyebiliriz. İşte tam da bu yüzden seviyorsunuz bu şehri zaten…
Sabahın erken saatlerinde indik havaalanına ve 5 nolu kapıdan çıkıp şehir merkezine giden otobüslere bindik, metro da bir alternatif ama biz gezerek gitmeyi tercih ettik. Yaklaşık 1,5 saatte Syndagma Meydanı’na, yürüyerek de 10 dakikada otelimize vardık. Otellerin bulunduğu Omnia Bölgesi’nin pek tekin olmadığını okuduğum için otel tercihimizi Akropol’e çok yakın olan Art Gallery Hotel’den yana kullanmıştık. Güzel ve güvenli bir mahallede bulunan otelimiz çok lüks olmasa da üç gün için yeterli olanaklara sahipti. Hele ki Akropol manzaralı terasında kahvaltı ederek güne başlamak en güzeliydi.
Paskalya tatili nedeniyle günün belli saatlerinde açık olan Akropol’ü gezmeyi ikinci güne bırakıp, ilk günümüzü Plaka ve Monastraki mahallelerini gezmeye ayırdık. Turistik olmakla beraber gezmesi keyifli, haritada karışık görünen ama sürekli birbiriyle kesişen dar sokakları var buraların. Ahşap masalı lokantalar, Yunan müziği yükselen kafeler, hediyelik eşya dükkanları, sokak başında beliriveren yüzyıllar öncesinde kalma anıtlar derken kendinizi kaybediyorsunuz. Bir rota çizmem pek mantıklı olmaz ama ben en çok Lysiou ve Adrianou sokaklarını sevdim.
Yemek için birçok mekanı haritamda işaretlemiştim ama Plata Iroon’a doğru giderken, mangaldan yükselen ahtapot kokusuna dayanamayarak Arodou’dan içeri girdik. Izgara ahtapot, ızgara karides, “Greek salad” ve biraya iki kişi 26 Euro vererek güzel bir yemek yedik. Gün içinde de Yogolicious’ta dondurulmuş yoğurt, Lukumedes’te de lokma yedik ve “biz daha güzelini yapıyor ama pazarlamasını bilmiyoruz” diyerek karşılaştırmadan da edemedik.
Metropolitan Katedrali, Kapnikarea, Aya Paraskevi Kiliseleri mutlaka görmeniz gereken ve gözünüzden kaçmayacak kiliseler.
İkinci günümüzde ise erkenden Parthenon’a çıktık. Yalnız bunun için methini duyduğum Anafiotika sokaklarını tercih ettik. Rengarenk çiçeklerle süslü evler, daracık sokaklar, beyaza boyalı merdivenler çok güzeldi. Tüm Agora meydanını içeren geniş bilettense (30 Euro) Akropol ve eteklerini içeren sınırlı bileti (20 Euro) satın aldık. Bunu da hatırlatayım; Türkiye’deki öğrenci kimliğiniz ile yarı fiyatına alabiliyorsunuz bileti.
Şehrin her yerinden görünüp sizi kendine hayran bırakan Parthenon’u yakından görmek biraz hayalkırıklığı yaratmadı desem yalan olur. Yüzyıllar boyunca yaşanan savaşlar, patlamalar ve yağmalar nedeniyle sadece çok az bir kısmı ayakta kalmış. Bitmeyen restorasyonu yüzünden üzerindeki iskeleler işin tüm büyüsünü kaçırıyor. 6 Karyaditli (kadın figürlü sütun) Erechtheion Tapınağı beni daha çok etkileyen bir yapı oldu, gerçek Karyaditlerin Akropol Müzesi’nde olduğunu bilmeme rağmen. Yine de Akropol’e tırmanmanın, tarihte okuduğumuz karakterlerin, filozofların ayak bastığı yerlerde yürümenin ayrı bir keyfi var.
Yağmur başlayınca kendimizi Syndagma Meydanı’ndan kalkan ve S.E.F.’e (Dostluk ve Barış Stadyumu) giden tramvaya atıp 1 saatte Pire’ye gittik. Microlimani’de bulunan sıra sıra kafe ve restoranlardan birinde meşhur dondurmalı kahveleri “frappe”yi denedik. Pire beklediğimizden daha büyüktü ve eminim yazın cıvıl cıvıl oluyordur.
Akşam Atina’ya geri döndüğümüzde insanları ellerinde mumlarla ve kandillerle gezerken gördük. Sorduğum bir hanımefendi Kudüs’ten gelen kutsal ateşi kiliselerden alıp evlerine ve diğer kiliselere taşıdıklarını ve gece yarısında Metropolitan Katedrali’nde dua okunacağını söyledi. Biz de gece yarısını bekleyip törene katıldık, tören diyorum çünkü Kilise’de dua okunurken dışarda askeri bando vardı. Dualar edildi, marşlar okundu, herkes mumlarını taşıdı, bizim için de unutulmaz bir anı oldu.
Son günümüz Pazar olduğu için hemen saat 11’deki asker nöbet değişimini izlemeye Syndagma Meydanı’na gittik. Meydanda nöbet tutan Evzon askerlerinin bu değişik üniformasının (fustanella) anlamını bir yerde okumuştum: Başlarındaki kırmızı şapka savaşlarda akıtılan kanı, şapkanın yanındaki siyah püsküller asker yolu gözleyen kadınların gözyaşını simgeliyormuş. Kıyafetteki 400 pile Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı oldukları yıl sayısını gösterirken, 3 kiloluk ayakkabılarındaki ponponlar ise ayaklarının üzerindeki bıçakları saklamak içinmiş.
Tören sonrası meydanın yakınlarında bulunan Ulusal Bahçeleri (National Garden) gezdik, dalında gördükçe içimizin gittiği portakallardan topladık, her turist gibi Zappion’un önünde fotoğraf çektirdik. Her yerde okuduğum, “Atina’nın Nişantası’sı” denilen Kolonaki semtini de gezdik ama açıkçası kendimi Yunanistan’da hissettiren Plaka, Monastiraki, Thissio civarını daha çok beğendim.
Fırsatınız olduğunda baharda Atina’ya gidin, tarihle iç içe olan sokaklarında bir yere yetişme kaygısı gütmeden gezin. Beyaz örtülü lokantalarda lezzetli deniz ürünlerini yiyip başınızın üzerindeki portakal ağaçlarının sizi mest etmesine izin verin.
İlk yorumu siz yazın!