Atölye ren ile: Yavaş ve Kapsayıcı Modaya Dair
Benim beden ölçüleriyle mücadelem, doğduğumda başladı. Doğumdan sonra annemin bana aldığı “yeni doğan” kıyafetlerinin hiçbirine sığamayınca hemşireler tarafından babama, battaniyeye sarılarak teslim edilmişim. O günden bugüne giysilerde alıştığımız beden ölçüleriyle alışveriş yapmakta hep zorlandım diyebilirim. Modada kapsayıcılık da tam olarak bu nedenle ilgimi çekiyor çünkü giyinmek kadar temel bir ihtiyacın referans ölçülerin dışındaki insanlar için bir lüks olarak görülmesini anlamakta güçlük çekiyorum. Şanslıyım ki artık bu fikri paylaşan pek çok marka var. Bugün de sizi onlardan bir olan Atölye Ren ile tanıştırmak istiyorum.
Çocukken kıyafetlerle sorun yaşayan tek insan benmişim gibi gelirdi. Zaman ilerledikçe tanıdığım pek çok insanın da benzer sorunlar yaşadığını fark ettim. Daha uzun ve büyük bedenlerdeki arkadaşlarımdan daha minyon olanlara hepimiz, aldığımız giysilerin büyük çoğunluğunda tadilata ihtiyaç duyuyoruz. Ek olarak hızlı moda markalarının çoğunda kendimize uygun giysiler bulmakta güçlük çekiyoruz. Bu sorunlar oldukça yaygınken markaların neden bununla ilgili harekete geçmediğine ve harekete geçen markaların nasıl bir sistem izlediğine dair pek çok sorum vardı. Böylece Atölye Ren’in kurucusu Gözde’yle buluştuk ve beni sabırla yanıtladı.
Gözde Karatekin ile: Atölye ren Yavaş ve Kapsayıcı Moda Üzerine Bir Sohbet
Bize biraz ren’in kuruluş sürecinden söz eder misin?
Benim motivasyonum başlangıçta bir moda markası yaratayım ya da bir şeyin kurucusu olayım değildi. Eskiden kurumsal iki şirkette insan kaynakları departmanında çalışıyordum. Boğaziçi Üniversitesi’nden Siyaset Bilimi mezunuyum. Benim için kurumsalda çalışmak, mezun olduktan sonra ailemin yaşadığı Adana’ya dönmemek ve İstanbul’da kalabilmek için yapmam gereken bir şeydi ama bu alanın bana göre olmadığını gittikçe daha acı bir şekilde anlamaya başladım. Ben çok uzun süredir yaklaşık 42 bedenim yani bu kiloda ve bu görüntüdeyim. İş yerinde her gün ne giydiğim ne yediğim ve zayıflamamam gerektiği üzerine konuşuluyordu. Bu arada kurumsaldaki tek muhabbet yemek yemek, az yemek, kilo vermek ve bugün hangi diyete başladığınız üzerine. Birlikte çalıştığım insanlar sürekli “Bunu giyme seni çok kilolu gösteriyor.“, “Yine çok yiyorsun” gibi yorumlar yapıyorlardı. Bir süre sonra “Ben bu şekilde çalışmak istemiyorum ve böyle bir düzenin parçası olmak istemiyorum. İstifa edip kendime bu düşündüklerimi söylediğim bir alan yaratacağım.” dedim.
İstifa ederken moda markası kurmak gibi bir hedefim olmadığı için altı ay kadar ne yapacağımı düşündüm. Bir yandan da ben hep kendi kıyafetlerimi kendim dikiyordum, uzun süredir. Bu alanla haşır neşirdim. Kalıp çıkarmayı seviyordum, dikiş dikmeyi seviyordum. Ben evde kumaşlarla böyle oynarken, en yakın arkadaşım bana bir domain aldı. Dedi ki: “Tamam sen bu işi yapacaksın. Ben sana böyle bir itici güç sunacağım.” Web sitesinin domain’i aldıktan sonra ben de üreteyim bir şeyler diye başladım. Bu markayı kurarken aklımdaki temel düşünce şuydu: “Ben bedenimi bir giysinin içerisine sokmak için manipüle etmeyeceğim çünkü aslında zaten giysi yalnızca bizi sıcaktan, soğuktan, dış şartlardan korumak ve aynı zamanda da kimliğimizi ortaya çıkarmak için var.”
Benzer zorbalıklara uğrayan biri olarak soruyorum sen bu zorbalıklar arasında nasıl bugünkü düşünme şekline eriştin?
Görünümle bu kadar kafayı bozmanın insanlara ne kazandırdığını anlayamıyorum ama ben zaten çok uzun zamandır beden zorbalığına maruz kalıyordum. Benim kulaklarım kepçe, burnum büyüktü. 18 yaşına girer girmez, üniversite sınavından hemen sonra doktora gidip ameliyat oldum çünkü küçükken çok zayıftım ve yüzümdeki bu özellikler öne çıkıyordu. Çok fazla dalga geçilen ve zorbalığa maruz kaldığım bir çocukluk geçirdiğim için bazı şeyleri çok çabuk öğrenmem gerekti. Ya kendimle barışmam gerekiyordu ya da sefil bir hayat yaşayacaktım. Şunu çok iyi hatırlıyorum. Bir gün duş almadan önce aynanın karşısına geçip bedenimi inceledim ve “Ben burada hiç kötü bir şey görmüyorum neyi beğenmiyorlar anlamıyorum.” diye düşündüm. O gün benim için milat oldu. “Bundan sonra bedenime hak ettiği gibi davranacağım. Yani ona şefkat göstereceğim ve herkes kadar eşit olduğunu hatırlatacağım.” dedim. Bütün hikâye böyle başladı.
Benim ailemdeki kadınların bedenleri de benimki gibi; daha çok baseni olan üst bedeni küçük, kilolu kadınlar. Dolayısıyla ben zaten böyle bir aileden geliyorum, onlardan nefret etmeme gerek yok. Kendimden ya da ileride benzer fiziksel özelliklere sahip olacak çocuklarımdan nefret etmeme gerek yok. O bedenle barışmak üzerinden bir hikâye yaratmaya karar verdim.
Ren’in felsefesini de bu bedenle barışma anlayışı üzerine kurdun diyebilir miyiz?
Ben şunu reddetmeyi hep düşünüyorum zaten: “Her halinde güzelsin.” Bunu demek yerine asıl odağım şuydu: “Velev ki güzel değilsin. Hiçbir şey yapmaya hakkın yok mu ‘güzel’ değilsin diye? Bu anlayış üzerinden de bir marka felsefesi kurguladım. Yani bedene hakkını vermek ve tasarımı iyileştiren, ona keyif veren fonksiyonel olan işlevinden her bedenin eşit olarak yararlanması fikri üzerinden bir marka yarattım. Bunu yaparken de bu kadar kendine şefkatli olmak eşitlikçi olmaktan bahsederken doğayı göz ardı etmeyen, oradaki indirgemeci ve zorba düzene dahil olmayan bir iş istedim. Aslında bu iki zorbalık çok benzer zaten. Senin bedenin üzerinde kurduğu tahakkümü, aynı eril zihniyet doğa üzerinde de kuruyor. Diğer insanlar üzerinde de kuruyor. Örneğin; üçüncü dünya ülkelerinde köle gibi çalıştırdığı insanlar üzerinde de kuruyor. Sonuç olarak ortaya hem yavaş ve etik şartlarda üretilmiş, hiçbir şekilde emek üzerinde ya da doğa üzerinde de tahakküm kurmayan, onuna bir bütün halinde, onu gözeterek ve parçası olarak bir iş yapan sürdürülebilir yavaş ve kapsayıcı bir marka çıktı.
Sence bir markanın kapsayıcı olması ne demek?
Sadece ürünün büyük ölçülerde üretilmesinden çok daha kapsamlı bir konu bu. Burada ürettiğin tasarımın şeklinin ya da verdiği mesajın da değişmesi önemli. Biz büyük beden bir marka gördüğümüzde kusurları kapatan bedeni örten ve onu daha görünmez hale getirmeye odaklı kocaman salaş kıyafetler görüyoruz ama şöyle bir ihtiyaç da var: şişman bir kadın da seksi olmak, görünür olmak istiyor. Şişman bir kadın da trend takip etmek istiyor. Dolayısıyla sen onun tüm bu ihtiyaçlarını karşılayabildiğin noktada kapsayıcı olabilirsin gibi hissediyorum. Yani sadece büyük ölçüde kıyafet üretmek kapsayıcılık değil.
İkincisi de o temsili sağlamadığın sürece yine bir şeyler eksik. Örneğin, şunu da çok sık görüyorum; bir marka 56 bedene kadar üretim yapıyor ama sadece ve sadece 34 beden modelle fotoğrafları çekiyor. “Siz bedeninizi sevin ama biz sizin bedeninizi sevmiyoruz.” gibi bir mesaj verilmiş oluyor bu durumda. Temsiliyet en önemli meselelerden bir tanesi. Giysi yapmak benim bir aracım diyebilirim; ben onla kendimi ifade ediyorum ama söylemek istediğim bunun ötesinde. Giysiler de yalnızca bir araç. Ben tüm bu söylediğim fikirleri bir eyleme dönüştürmek motivasyonuyla yola çıkıyorum.
Kapsayıcılık konusu belki on yıldır moda dünyasının gündeminde ve buna yönelik pek çok sevindirici girişim de var. Yine de son durumda çoğu markanın hala ürün yelpazelerini sınırlı tuttuğunu görüyoruz. Bunun nedeni nedir?
Bu aslında biraz, markaların kimleri hedef kitle olarak aldığıyla ilişkili. Bir de şunu söylemek lazım. Şu an Ren’de 32’den 50 bedene kadar ürün var ve bu 10 beden yapıyor. 10 ayrı kalıp çıkarılıyor, 10 ayrı bedende stok yapmak gerekiyor. Biz sipariş üzerine çalışıyoruz ki bu da kasten seçilmiş bir şey çünkü ben ancak sipariş üzerine elimdeki sermayeyle bu on bedende ürün üretebilirim. Sipariş üzerine üretmek aslında tam olarak yavaş, sürdürülebilir ve kapsayıcı olmanın getirdiği bir mecburiyet oldu bizim durumumuzda. Yani kapsayıcı olabilmek için büyük bir sermaye, zaman ve emek gerekiyor. Bunu yapmayı tercih etmek de bir bakış açısı değişikliği gerektiriyor.
Ben hep şöyle düşünüyorum; bu bir talep meselesi. İnsanlar farklı ölçülerde kıyafetler talep etmeye hakları olduğunu da düşünmüyorlar. Mesela şişman bir kadın seksi giyinmeye ya da gördüğü her kıyafeti giymeye hakkı olduğunu düşünmüyor çünkü kendini suçluyor. “Ben bir sebepten çok kiloluyum ve bunu giymeye hakkım yok. Zayıflarsam ancak giyebilirim.” diye düşünüyor. Dolayısıyla aslında markaların üretmemesi belki de tüketicinin ihtiyaç duyduğu bir şeyi talep edememesiyle de ilgili. Çoğu markada bu ışık yanmıyor çünkü böyle bir anlayış yok. Pek çok insan zayıflayınca giyerim diye kendi bedeninden küçük giysiler de satın alabiliyor; çevremde de görüyorum bunu. Birçoğumuz için talep etmek çok zor. Bunu kendi davranışlarımdan da biliyorum. Bir pantolonun 40 bedenini görmüşsem 42’si var mı diye sormam çünkü muhtemelen yoktur ve bu yanıtı almak bana kendimi kötü hissettirecek. İnsanlar “Ben bu giysinin 56 bedenini de istiyorum.” demeye hakları olmadığını düşünüyor. Ben de zaten bu yüzden bu meseleye hak temelli yaklaşıyorum.
Talep etmeyi bu denli güç kılan şeylerden biri gelen tepkiler belki de. Örneğin; en alışık olduğumuz “Obeziteyi övüyorsunuz.” tezi. Sen bu konuda ne düşünüyorsun?
Birincisi obeziteyi övmüyoruz o başka bir konu ama bir insan obezken de iyi giyinmek ya da istediği şeyi giymek hakkına sahip. Velev ki obezim, obezken de buna hakkım var. Bu gibi yorumların hepsi aynı tahakküm anlayışından geliyor. Eril bir zihniyetin bedeni kontrol altına almak için yeniden kendi kendine ürettiği bir paradigma üzerinden çalışıyor. Ben şu an ben bütün BMI testlerinde obez olarak tanımlanıyorum ama hiçbir hastalığım yok. İndirgemeci bir yerden, benim başka hiçbir sağlık verime bakmadan buna karar verilmemeli. Kan testlerim nasıl? Yaşam şeklim ne? Vegan mıyım vejetaryen mıyım? Sadece yaşıma boyuma ve kiloma bakarak sağlığım hakkında bir tanı konması anlamlı değil. Ben de bunları reddediyorum. Velev ki obezim yine de benim o kıyafeti talep etmeye hakkım var! Yaparlar yapmazlar o ayrı ama ben bunu talep ettiğim için utanmayacağım. “Bu elbiseyi giymek istiyorsan zayıflayacaksın.“ı kabul etmiyorum.
Peki işin üretim kısmında da olan biri olarak neden alışıldık beden sistemleri bize bir türlü uymuyor, neden sürekli aldığımız giysilere tadilat yaptırmamız gerekiyor açıklayabilir misin?
Amerika’daki bu 0,2,4,6 diye ilerleyen beden sistemi de aslında askerlerin üniformalarını hazırlarken kullanılmak için çok eski bir tarihte bulunmuş bir yöntem. Biz Avrupa sistemini kullanıyoruz Türkiye’de ama o da çok farklı değil. Hala benzer bir mantıkla ve o zamanın verileriyle oluşturulmuş, ezbere sistemleri kullanıyoruz. Örneğin; kalıp çıkarırken önce 34 beden için çıkarırsın. Bunu yaparken de enstitünün kabul ettiği göğüs basen ve bel ölçüleri üzerinden ilerlersin. Bu ölçüler üzerinden çıkan kalıp 1 cm, 1 cm genişletilerek ilerlenir ki bu çok anlamsız.
Bu yöntemle üretilenlerin herkeste hayal edildiği gibi ya da modelin üzerinde durduğu gibi durmasını beklemek çok saçma çünkü bunlar cansız bir model üzerinde test ediliyor. Kurgulanmış bir yapı, bir form üzerinde deneniyor arından da “Tamam bu oldu.” denilip 1’er cm genişletiliyor. Dünya üzerinde bu kadar farklı beden şekli varken insanların “Bu bana olmadı herhalde ben biçimsizim.” diye düşünmesi bana çok büyük haksızlık gibi geliyor. Kimse kendine bunu yapmamalı. Ben en azından kendime hep bunu hatırlatıyorum. İnsanlar bu kadar farklıyken, onlara uygun bir giysi üretememek o sistemin ya da tasarımcının problemi.
Siz ren’de nasıl bir sistem kullanıyorsunuz?
Ren’de iki çeşit ‘fit’ var. Biri daha ‘oversize’. Orada OS sistemi kullanıyoruz. Amerika’da Elizabeth Susan diye bir marka var. O markanın metodunu bizim Türkiye’deki ölçülerimize uyarlayarak çıkardım ben kalıpları aslında. OS standart bir kalıp ama ‘oversize’ modeller var. Örneğin; düşük omuzlu modeller. Bedenin şeklini kolaylıkla alabilecek şekillerdeki kalıplarda OS sistemini kullanıyoruz. Bu daha çok Avrupa ölçüleriyle 36-42 bedene uyumlu bir sistem. Giysilerde şunu çok görürüz mesela “one size fits all” yazar. Böyle bir şey mümkün değil. Tek beden olan hiçbir şey herkese olamaz. Dolayısıyla biz de bunu düşündüğümüz için OS sistemini 5’e böldük. Elimizde 5 tane ‘oversize’ fit var. OS – daha minyon tipteki bedenler için. OS bedenlemeyi bir spektrum olarak düşünürsek ortalara denk gelen, görmeye aşina olduğumuz 36-42 beden arasındaki bedenler için. Bu sistem; OS +, OS++ diye devam ediyor. Yani biz oradaki oversize’lığı da derecelendirdik.
Bedene oturması gerektiği düşünülen pantolon, tulum, etek gibi parçalardaysa daha çok Avrupa sistemini kullanıyoruz. Orada da 50 bedene kadar üretiyoruz. Ben yaptığım tüm bu denemelerde şunu gördüm: İnsanlar aslında nasıl giyinmek istiyorlarsa buna göre tercih yapabiliyorlar. Yani bu sınıflandırmalar da bir sınır değil. Diyelim bir kişi bol giymek istiyorsa OS+’yı alıyor ama aynı insana aslında OS- de oluyor. Benim hayattaki en büyük amacım da “Kendini bir sayıyla ilişkilendirme.” mesajını vermekti. Sadece ve sadece nasıl giymek istiyorsan ona göre bir tercih yap. “Ben 34 bedenim“, “Ben 50 bedenim.” diye bir şey yok. Giysi o beden. Senin ölçülerin var. Göğüs ölçün var mesela ki bu zamanla değişebilir. Bir sayıdan ibaret değilsin. Sen 50 beden değilsin, Ayşe’sin sadece. Dolayısıyla benim amacım bu mesajı veren kalıplar oluşturmak.
Tasarımsal tarafta önceliklerin ve ilham kaynakların neler?
Ben Kore modasını ve kültürünü çok seviyorum. Bir yandan da İskandinavların sadelik ve eşitlik üzerine kurguladıkları anlayışı seviyorum. Bu iki kültürün de tasarım zevklerini birleştirip onlara renk katıyorum. Kore daha renksiz mesela, hep nötr renkler görüyoruz. İskandinav kültüründe de daha nötr renkler var. Ben bunlara biraz renk katıyorum. Şenlikli bir rahatlık hedefliyorum diyebilirim.
Giysiyi bir mekan olarak görüyorum ve amacım, bedenin içinde rahatça hareket edebileceği bir alan yaratmak. Sahibinin o giysiyi bedenin ihtiyacına ve zevkine göre sürekli değiştirebilme hakkına sahip olunduğunu düşünüyorum. O yüzden bağlamalı modelleri çok kullanıyorum çünkü bunları bir bedene istenen şekilde uyarlamak kolay. Bir giysinin farklı şekilde giyilebileceği tasarımları ön planda tutuyoruz. Bol bir kalıbı bir lastikle bir kemerle yine bedenine uyarlanabilir ama aynı giysi farklı şekillerde giyildiğinde daha özgür bir alan da sunuyor. Özgürlük en temel değer. Özetlersem ren: “Kuralları ve sınırları olmayan ama prensipleri olan bir giyinme pratiği.”
Yavaş modaya dair en sık sorulan soru fiyatların neden yüksek olduğu? Bunu bizim için biraz açıklayabilir misin?
En basitinden biz bir terziyle çalışıyoruz. Kendi işini yapan, kendi emeğine kendi istediği ücreti koyan bir kişi. Bu şartlar altında ben parça başına belki de Bangladeş’te, Çin’de, Vietnam’da çocuklara üretim yaptıran bir markaya göre belki 50 kat daha fazla ücret ödemiş oluyorum. Bu bile neden pahalı olduğunu gösteriyor. İkincisi daha uzun ömürlü ve doğayla bütünleşik materyaller kullandığım için bu ürünlerin hepsinin fiyatları çok daha yüksek. Mesela polyester bir kumaş ortalama bir iki dolar civarındayken benim aldığım kumaşlar 6-7 dolardan başlıyor. Bu materyallere ulaşmak bile güç aldığımız miktarları az bulup satış yapmayan üreticiler de biliyorum. Bu yüzden bunların hepsi bir maliyet. Araştırmalara göre hızlı moda markaları üretim maliyetlerini 8’le çarparak fiyat belirliyorlar. Küçük üretici için zaten rekabet edebilmesi anlamında bu oran 2,5-3’tür. Yani küçük üreticinin kar marjı bile düşük. Hal böyle olunca bence şu sorunun sorulması gerekiyor: “Bu ürünler niye pahalı değil, diğerleri niye bu kadar ucuz?” Ben bunun üzerine çok düşünüyorum. Bazen şu şartlarda 100 TL’ye kot pantolon görüyorum mesela ve biliyorum ki bu mümkün değil. Bu fiyata bu ürünün üretilmiş olması mümkün değil. Orada ya yenilmiş bir hak vardır ya da zehirlediğin bir toprak vardır; bu çok bariz ortada. Bir de bu ucuz kıyafet talebi de aslında ilginç çünkü her gün kıyafet almak zorunda değiliz.
Derin bir yoksulluk var şu an Türkiye’de bunu ayrı tutuyorum. Zaten bu yoksulluğu yaşayan insanların talebi sürdürülebilir bir ürün almak değil. Onlar için ayrı bir politika geliştirilmesi gerekiyor. Orada ayrı bir hikaye var, onu ayırıyorum ama bu iş için bütçe ayırabilecek olan kişilerin gidip muadil hızlı moda markasından iki tane almak yerine etik üretim yapan bir markadan bir tane ürün almayı tercih etmeleri çare olabilir bence çünkü bizim daha ucuza üretme imkanımız yok. Bu kasten seçtiğimiz bir şey. Ben terzimiz Tekin Abi’ye gidip “Ben sana X para vermek istemiyorum daha az ödemek istiyorum.” diyemem. Onunla asla emeğinin pazarlığını yapamam ya da daha ucuz olsun diye içinde polyester ürün olan, nerede üretildiği belli olmayan kumaşlar kullanmam. Yapabileceğim en uygun şey kendimden vermek. Örneğin; bu yılki fiyat artışlarıyla birlikte bazı heves ettiğim projeleri erteleyip karımdan düşürerek fiyatları dengede tutmaya çalıştım. Her şeye rağmen bizim de bir küçük işletme olarak hayatta kalabilmemiz için para kazanmamız gerekiyor.
Hep sözünü ettiğimiz kapsayıcılık bazen tıpkı sürdürülebilirliğin başına gelen ‘green washing‘ (yeşil aklama) gibi bir PR aracı olarak kullanılabiliyor. Bu konuda ne düşünüyorsun?
Özellikle reklam harcamaları çok iyi olan buna gücü yeten markaların çeşitlilik içerisinde bir advertorial yaptığını görebiliyoruz. Engelli bireylerden LGBTQI+ bireylere kadar herkesin olduğu bir şekilde çekim yapıyor ama ürün sayfalarına girdiğinde yine aynı standart 34 beden insanlar üzerinde ürünleri görüyoruz. Bu durum işte bir ‘diversity washing’ göstergesi bence. Ben en nihayetinde o ürün sayfasına girip baştan sona nasıl görünecek merak ettiğimde yine bir çözüm bulamıyorum. O yüzden bence buna da dikkat etmek gerekiyor. Bizim haklarımızı isterken, baştan sona bütünleşik bir şekilde aramamız gerekiyor.
Günün sonunda temsiliyet sadece medyadaki görünürlükten de ibaret değil. “Tasarım ofisinde o markanın tasarımcıları arasında engelli bireyler, büyük beden bireyler var mı?” gibi sorular önemli. Tasarım kararlarını veren, o markanın stratejisini belirleyen mekanizmalarda çeşitliliğe ne kadar önem veriliyor? Ben mesela, kendi markam için tasarım kararlarını rahat alıyorum çünkü ben zaten bu derdi kendi yaşayan biriyim. Kendi acıma merhem olmak istediğim için bu kadar tutkulu, inatçı olabiliyorum aldığım kararlarla ilgili. Kararları veren insanların tutkulu olabilmesi için bir şekilde o dertle haşır neşir olması lazım diye düşünüyorum.
Son olarak şunu sormak istiyorum: modada kapsayıcılık gibi konuları gündeme getirince sık alınan bir diğer tepki de: “Bu kadar sorunun içinde bir kıyafetler mi kaldı?“ Modaya ilişkin bir kaygı gütmek bu kadar garip mi sence?
Ben şöyle düşünüyorum aslında sorunların hepsi birbirinin aynısı çünkü çıkış noktaları aynı tahakküm. Beynimizin içinde indirgemeci, sömürgeci bir fikir var. O önce senin kendi bedeninle ilgili seni yönlendiriyor. Örneğin; gidip hayvan yiyorsun; bunu yaparken o hayvanı daha aşağıda görmüş oluyorsun çünkü temel düşünceler “Bu canlı benim için var.” ya da “Bunu yemezsem ne yiyeceğim?” Bu anlayış her yere sirayet ediyor. Gidip işçiye kötü davranabiliyorsun çünkü daha “yukarıda” bir konumda olduğunu ve sömürebileceğini düşünüyorsun.
Bu zihniyet hayatın her alanında benzer tepkiler verilmesine sebep oluyor. Dolayısıyla da bu kıyafet bulamama hikayesi, ortak kocaman bir sorunun bir tarafından deşmeye başlamak. Bence hepimiz bir tarafından deşelim. Mesela sen git işçi haklarıyla ilgili deş. Böylece sen masanın bir tarafını temizlemiş olursun ben bir tarafını temizlemiş olurum ve böylece her şey başarıldığında sorun ortadan tamamen kalkmış olur. Şunu unutmamız lazım ki biz her gün evden çıkarken üstümüze bir şey giyiyoruz. Üstümüze bir şey giymeden topluluk içinde var olamayız. Bu nasıl en büyük dertlerimizden biri olmayabilir ben de bunu anlayamıyorum 🙂
Sorularımı yanıtladığın ve daha önemlisi bana kapsayıcı moda konusunda neden bu kadar tutkulu olduğumu hatırlattığın için teşekkürler Gözde.
Kapak Fotoğrafı: ren
İlginizi çekebilir: Chic Magger’dan Bilinçli Tasarımlar
İlk yorumu siz yazın!