Zaman, insanın bulunduğu yerden düne ve yarına uzanır. Gelecek hakkında düşündüğümüz zaman aslında şimdiye, şimdinin içinde silik nefesini hissettiren geçmişe dair de konuşmuş oluruz. Gelecek hakkında varsayımlarda bulunurken şimdinin gerçeğine yaslarız kendimizi. Yarın hakkında konuşan, bu yanıyla geçmişe ve şimdiye dair de etkili söylemlerde bulunan Forced Entertainment’ın çağdaş tiyatro klasiği Tomorrow’s Parties’in Türkiye uyarlaması olan Yarın Belki de oyunu Lita House of Production ve Beykoz Kundura ortak yapımıyla sahnelenmeye başladı. Oyunun çevirisini Semih Fırıncıoğlu, yönetmenliğini Ayşe Draz, dramaturjsini Özlem Hemiş, yapım sorumluluğunu İzel Şenal,yardımcı yönetmenliğini Bora Aksu, yönetmen yardımcılığını Berfin Tolmaç, ışık operatörlüğünü Umut Rışvanlı ve Hüseyin Ege Kök ses ve efekt operatörlüğünü Ayça Özkan , metin uyarlamasını Bora Aksu, Ayşe Draz, Şerif Erol, Özlem Hemiş, Aslı İçözü gerçekleştirdi. Aslı İçözü ve Şerif Erol’un etkileyici performanslarıyla  dikkat çeken oyunun sahnelenme sürecine dair ettiklerimi Ayşe Draz’a sordum.

1738155371_yarin_belki_de_yatay_afis
“Yarın Belki de” Oyun Afişi| Fotoğraf Kaynağı: Lita House of Production – Beykoz Kundura 

Forced Entertainment’ın çağdaş tiyatro klasiği Tomorrow’s Parties’in Türkiye uyarlamasını sahneye koyma fikri ne zaman ve nasıl gerçekleşti? 

Forced Entertainment, 2003 yılında Londra’da yüksek lisansımı yaparken işleriyle tanıştığım ve karşılaştıktan sonra elimden geldiğince yakından takip ettiğim bir topluluk oldu. 2024 yılında 40. yıllarını kutlayan bu topluluk 6 kişi tarafından bilinçli bir tercih olarak Londra yani merkez dışında Sheffield’de kuruluyor ve o günden bugüne ‘devising’ yani Türkçeye ‘ortaklaşa üretim/yaratım’ olarak tercüme edebileceğimiz yöntemin öncüleri olarak ders kitaplarından bile okutuluyor. Forced Entertainment’in sadece nasıl çalıştıkları ve kolektif üretimleri değil sahne üzerinde inşa ettikleri dünya da sık sık alışageldiğimiz seyir alışkanlıklarına bir anlamda meydan okuyor ve evet ben bu dünyaya hayranım. Sahne üzerinde bazen kalabalık ve kaotik gibi görünen (Bloody Mess ve son işleri Signal to Noise gibi) bazen ise Tomorrow’s Parties veya Table Top Shakespeare gibi çok daha yalın tasarımlarla seyircinin karşısına çıkıyorlar; bazı işleri bir ‘saatten biraz fazla’ bazı işleri ise Quizoola’da olduğu gibi altı saat sürebiliyor. Onların işlerini benim için bu kadar cazip kılan unsur ise sanırım tüm işlerinde mevcut olan meta-teatral yaklaşımları; yani tiyatronun kendi doğası, yapısı ve işleyişini sahnede doğrudan görünür kılmaları ve  yapılanın tiyatro, hatta bir oyun (hem ‘play’ hem de ‘game’ anlamında) olduğuna dair bilinçli vurgu yapmaları.

Genelde sahnede karakterler değil, sahnede olduğunun farkında olan ve bunu seyirciye açan, bu bilinçle söylediklerini söyleyen ve tasarlanmış bir mizanseni takip eden oyuncular, dolayısıyla ile benim tanımımla oyuncuların kendi bireysel kimlikleriyle inşa ettikleri  ‘personalar’ izliyoruz.  Forced Entertainment’ın üretimlerinde uyguladıkları ‘game’ tasarımlarını, çok analog bir yerden disiplinler arası yaklaşımlarını, sıklıkla kullandıkları tekrar unsurunu ve seyirciyi muhakkak eğlendirmeyi önemsemelerini (isimlerini canımız dramaturgumuz Özlem Hemiş ‘zorunlu eğlence’ olarak da Türkçe’ye çeviriyor) çok seviyorum. Ayrıca bence neredeyse tüm eserlerinde sahnede yeni bir tür şiirsellik yaratıyorlar ve bunu yaparken de yaptıkları teatral veya performatif işleri ‘canlı sanat’ kategorisi altında topluyorlar. Video, film, kitap, yazılı makale gibi çok farklı medyumlarda iş ürettiklerini de belirtmem lazım. Canlı sanatın barındırdığı ‘failure’ unsurunun sık sık altını çizen topluluk bir anlamda, “Hep denedin. Hep yenildin. Olsun. Yine dene. Yine yenil. Daha iyi yenil.” diyen Beckett’in izinde bazen başarısızlığı bilinçli bir estetik strateji veya metinlerinde içerik olarak da kullanılıyorlar;  seyircinin beklentilerini ve geleneksel anlatıyı sekteye uğratan veya tamamlanmamış, kırılgan, düzensiz yapıları öne çıkarıyorlar. Yukarıda bahsi geçen tüm bu sebepler nedeniyle Forced Entertainment’ın benim için en önemli topluluk olduğunu söyleyebilirim. 

Sanırım Forced Entertainment’in benim için nasıl bir bağlama oturduğunu açıklamadan sorunuza içime sinen bir cevap veremeyecektim ama şimdi biraz daha kısa ve öz olmaya gayret edeceğim. Bundan iki buçuk yıl önce canım dostum ve birlikte sık sık işbirliği yaptığım Özlem Hemiş’e keşke bir yolunu bulup Forced Entertainment ile çalışabilsem diyordum. Daha önce beni davet etmiş olan Kadir Has’ta öğrencilerle FE’in Table Top Shakespeare serisinden esinlenerek bu seride gözlemlediğim yöntem ve araçları kullanarak bir atölye vermiş ve Özlem’in de bunu artık derslerinde sıklıkla uyguladığını biliyordum. Öte yandan eserleri hep bütünsel bir tasarımdan oluştuğundan FE’in alıp oynanabilecek hiçbir basılı oyun metni olmadığını, sahnede ‘oyuncu/personalar’ olduğundan dolayı da başkalarının onların işlerini alıp uyarlayamayacağının farkındaydım. Ancak Özlem daha önce Edinburgh’da canlı izlemiş olduğu Tomorrow’s Parties’a bakmamı, bu işlerinin uyarlamaya müsait olabileceğini söyledi. Ne yaptım ettim bir kaydını buldum ve daha oyunu ilk izlediğimde yapmak istediğime karar verdim. ü

Sonra FE’ye ulaşmam lazımdı. Daha önce Avignon Tiyatro Festivalinde ekipten sıklıkla yönetmen/yazar işlevini üstlenen Tim Etchells ile tanışmıştım ve gene ortak bir arkadaşımız vasıtasıyla mail üzerinden kendisine ulaştım. Kendisine ilk maili bakıyorum ki 2022 Aralık ayında atmışım 🙂 Zoom yaptık ve Özlem’in doğru işi önermiş olduğu teyit edilmiş oldu. Ekip, bu işi ilk defa bir başkasına, bir İtalyan yönetmene uyarlaması için vermişti. Dil yoluyla ifade edilen fikirlerin baş rolde olduğu bu işin yeterince sıklıkta İngilizce konuşulmayan ülkelerde de erişilebilir olması için böyle bir karar vermişlerdi. Bana istersem uzaktan, istersem de ekipten birinin gelip süreçte destek olabileceğini söylediler ancak iletişim kurma biçimimden ötürü olsa gerek bir yönetmen olarak bana güvendiklerini de söyleyerek bunun bir zorunluluk olmadığını da belirttiler.

Ardından araştırmalarıma devam ederek İtalyan uyarlamada Türk asıllı bir oyuncu Deniz Özdoğan’ın yer aldığını öğrendim ve kendisinden hem sürece dair biraz bilgi aldım, hem de onun yardımıyla FE ekibinden Berlin’de yaşayan ve gelip bizimle atölyeyi gerçekleştirebilecek Robin Arthur ile buluştum. FE gibi çağdaş tiyatro sahnesinin en önemli topluluklarından birinin ilk defa Türkiye gelmesi, ekipten birinin gelip bizimle çalışması da benim hayalimdi ve sonunda FE benim bu işi her ne olursa olsun yapacak bir deli olduğumu anladıklarına oyun telifi ve Robin’in gelip bizimle çalışabilmesi için başta talep ettikleri miktarın üçte birine bana yeşil ışık yaktılar. Özlem zaten hep dramaturg olarak yanımdaydı, Semih Fırıncıoğlu bu hayalimi gerçekleştirmem için beni başından beri cesaretlendiriyor ve destekliyordu, aklımda zaten bazı oyuncular vardı ve nihayet hayalimize ortak olan Lita House of Production ve Beykoz Kundura da yapımı üstlenince iş ayaklanmaya başladı     

Lita House of Production ve Beykoz Kundura ortak yapımıyla Semih Fırıncıoğlu çevirisiyle sahnelenen Yarın Belki de’ nin başrollerinde Aslı İçözü ve Şerif Erol var. Sahne üzerinde görünen ve sahne arkasında yer alan görünmeyen ekip nasıl bir araya geldi?

Sanırım bir önceki cevabım dramaturgumuz Özlem (Hemiş)’in sürecin en başından beri  yanımda, hatta önerisi ile nasıl bu projenin ilk tohumunu atan kişi olduğunu yeterince net açıklıyor. Semih (Fırıncıoğlu) de FE’i bilen ve takip eden biri olarak çeviriyi yapabileceğini söyledi ve daha benden bir cevap çıkmadan, hem İngilizce hem de Türkçeye etkin hakimiyeti sayesinde yaptığı çok değerli çeviri taslağını tamamlayıp gönderdi. Bu arada hem oyunu canlı izlemiş Özlem’in, hem de kayıttan izleyen Semih’in Tomorrow’s Parties’i ilk başta, oyuncuların “ya da gelecekte” ile başlayan bir tekrar kalıbıyla doğaçladıkları, bir oyun/game tasarımı üzerine kurulu bir iş olduğunu sandıklarını söylemeliyim ama ben işin noktası, virgülüne kadar tamamlanmış bir metni olduğuna, hem de ortaklaşa üretim sürecinde doğaçlamaları kullanmış olmaları aşikar olsa da final metnin Tim Etchells’in düzenlemesinden geçtiğine emindim ve de yanılmadım. Ancak bu deneyim bana oyunculuğun nasıl olması gerektiğine dair eşsiz bir ipucu sağladı.

İlk başlarda, FE bu işi zaten aynı tasarımın içine farklı çiftler yerleştirerek gerçekleştirdiği ve her çiftin arasındaki dinamiğe göre sonuç ufak da olsa farklılıklar gösterdiği için ben de farklı çiftlerle çalışmayı hayal ettim. Hatta bunu farklı jenerasyonlarla yapabilir miyim diye Tim ile paylaştığımda bu fikir onların da çok hoşuna gitti. Ancak şunu söylemeliyim ki genç jenerasyonu bu işe ikna etmekte çok zorlandım ve sonunda vazgeçtim çünkü baktım ki hem işin minimal ve soyut yapısını kavramakta zorlanıyorlardı (ki onlarla sırf metni değil orijinal İngilizce versiyonundan kısa paraçalar paylaştım) hem de sahne üzerinde oyuncu olarak canlarının çektiği şey çok daha konvansiyonel karakterler veya hikayelerdi… 

Şerif, sürecin en başından beri bu iş için birlikte çalışmayı hayal ettiğim bir oyuncuydu; hem zarafetine ve insanlığına, hem entelektüel donanımına, hem müthiş oyunculuğuna, hem de bir oyuncu olarak içinde bulunduğu farklı teatral ve performatif işlerin birikimine ve tiyatroya yaklaşımına hayran olduğumdan…Hayata dair bazı sebeplerle nihayet birlikte çalışmaya karar vermemiz biraz uzun sürse de, Şerif en başından beri hem tasarımı çok iyi kavradı, hem de uyarlama sürecine Türkçe diline hakimiyetiyle inanılmaz katkı sağladı.

Aslı ise kendisiyle geç tanışmış olsak da hep sahne üzerinde de beraber çalışmayı arzuladığım, daha önce Yapı Kredi Kültür Sanat’ta yer alan  “Hayat, Ölüm, Aşk ve Adalet” sergisinde gerçekleştirdiğim “bir sergi turu” işinde beraber çalıştığım bir oyuncuydu. Şerif gibi Aslı’ya da hayatta duruşu ve insanlığından ötürü hayranlık besliyor ve çalışkanlığı ile kendi sınırlarını sürekli esneten, çok iyi bir oyuncu olduğunu gözlemliyordum ancak çok yakından tanışmasak da metni paylaştığımda ondan aldığım geri dönüş beni çok ama çok heyecanlandırdı çünkü çok da fazla açıklamama ihtiyaç olmadan meseleyi kavramıştı.

Sonra, zaten Kadir Has’tan tanıdığım Bora (Aksu), hem ben Berlin-İstanbul arası gidip gelirken gözüm kulağım olabilsin hem de fikirleriyle süreci zenginleştirsin diye yardımcı yönetmen olarak ekibe dahil oldu. Ardından Berfin (Tolmaç), sağ olsun bütün angarya işlerin yükünü üzerimizden almak, sürecimizi doğru tasarlamak ve bana asistanlık yapmak üzere yaratıcı ekibe katıldı. Yaratıcı ekip olarak birlikte uyarlamayı gerçekleştirmemiz bence kırk yıldır birlikte çalışan bir topluluğun işini alıp sahneleyeceksek zaten bir zorunluluktu çünkü hem ekip olarak birbirimizi, hem de sahnedeki iki oyuncunu birbirini ‘tanışmaktan’ öte ‘tanıması’,  bu metni neden bugün burada sahneliyoruz sorusuna dair en önemli cevap olarak ise işi ‘kendimizin kılması’ gerekiyordu… 

Son olarak da ışık operatörleri olarak zaten neredeyse her işimde birlikte çalıştığımız Umut (Rışvanlı) ve beraberinde Hüseyin Ege,  ses operatörü olarak Ayça (Özkan) da aramıza katılınca, yapımın başından beri yapım koordinatörümüz olarak bizimle olan İzel’in (Şenal) de parçası olduğu ekip tamamlandı.

dsf1573
“Yarın Belki de” Oyunu Ekip Fotoğrafı | Fotoğraf Kaynağı: Lita House of Production – Beykoz Kundura 

Oyunun hem orijinal adı Tomorrow’s Parties hem de şimdiki adı Yarın Belki de çağrısımsal olarak çok fazla imkân ve ihtimal vaat ediyor. Bir yanıyla da oyuna çağırıyor gibi. Oyun isminin çağıran yapısı hakkında siz neler söylersiniz?

Semih’in (Fırıncıoğlu) paylaştığı ilk çeviri taslağında farklı başlık önerileri vardı ama Yarın Belki de bunlardan biri değildi. Özellikle uyarlama sürecinin tamamlanmasını ve biraz demlenmesini bekledik ki başlığa dair nihai kararımızı verelim. Sanırım Şerif veya Özlem bu başlığı önerdiler ve tam da söylediğiniz gibi çağrışımsal olarak çok fazla imkan ve ihtimal vaat ettiği, seyirciyi tasarımın kendisine içkin gelecek spekülasyonları ‘oyununa’ davet ettiği için bu başlığı seçtik.

Oyunu bugüne ve bugünün Türkiye’sine uyarlarken nelere dikkat ettiniz? Bizden neler sızdı metne, neler ayıklandı? 

Başlarda çok şey sızdı ya da biz sızdırmalıyız diye bir yanılgıya düştük. Ancak zamanla anladık ki metnin bu fazlalıklara ihtiyacı yok. İki oyuncunun adeta bir aşık atışmasındaymışçasına paylaştıkları, bazen örtüşen bazen çarpışan, bazen kendi başlangıcıyla sonu çelişen fikirler, aslında sıradan insanların bir yemek masasında veya arkadaş toplantısında paylaşabilecekleri, ortalama gelecek spekülasyonlarından pek de fazlası değiller. Ve bu özellikle tercih edilmiş. Ancak seçimleri (ki topluluk aralarında oyun oynarmışçasına doğaçlayarak bu metnin ham maddesini oluşturmuşlar) ve sırlanmaları, yani işin dramaturjik yapısı ve oyuncuların aslen başroldeki bu fikirleri nasıl tam dozunda, ince bir ayarla aktardıklarından ötürü inanılmaz bir etkiye sahip oluyorlar. Metin 2011 yılında yaratılmış dolayısı ile orijinal metinde bahsi geçen bazı şeyler artık bugün kulağa fazla demode geliyor veya çok yakın geçmişte gerçekleşmiş oldukları için gelecek spekülasyonu olabilmeye yeterince yabancılaşamadığımız için uymuyorlardı. Dolayısı ile bir iki yerde oyuncularla birlikte yeni senaryolar yarattık – mesela Şerif’in ‘ana karnında ünlü’ olma senaryosunda olduğu gibi. Bu arada şunu da belirtmeliyim ki hem orijinal iş hala oynanmaya devam ediyor (mesela bu Mayıs ayında Fransa’ya turneye gidiyorlar)  hem de metinde bahsi geçen senaryoların bir kısmı zaten geçmişten geleceğe projekte edilen şeyle. Ben hatta metnin ince mizahının da biraz buralarda saklı olduğunu düşünüyorum.

Çok sevdiğim bir arkadaşım Onur Aydınoğlu’nun bu oyuna dair benimle paylaştığı belki biraz uzun ama çok önemsediğim ve değerli bir gözlemi paylaşmak isterim: “Bence bu oyun, minimal ve soyut yapısıyla geleneksel tiyatro normlarına meydan okuyor. Ancak bu yaklaşım, izleyiciler için alışılmışın dışında bir deneyim sunarak sabır ve beklentilerle oynuyor. Oyun, yalnızca bir metrekarelik bir sahnede, sınırları çizilmiş bir alanda geçiyor. Sahne tasarımında hiçbir dekor, aksesuar ya da görsel zenginlik unsuru bulunmuyor. Bu sadelik, oyunun hareket alanını kısıtladığı gibi, izleyiciye görsel bir referans noktası sunmaktan da kaçınıyor. Böyle bir tercih, izleyiciyi tamamen metne ve oyuncuların performanslarına odaklanmaya zorlayarak, sahne sanatlarının temel beklentilerini bilinçli bir şekilde boşa çıkarıyor. Bu yapıyı anlamlandırırken görsel sanatlarla bir paralellik kurmak mümkün. Nasıl ki insan zihni bir tabloya baktığında gördüğü şekil ve renkleri bir figür olarak yorumlamaya eğilimliyse, sahnedeki bir oyunu izlerken de doğal olarak bir kurgu, bir hikâye veya bir anlam arayışına giriyor. Ama FE’nin bu oyunu ise, seyircinin bu beklentisini karşılamayı reddederek soyut bir alan yaratıyor.

Oyunda, sahnede iki oyuncunun diyaloglarını dinleyen izleyici, bu diyalogların bir hikâyeye dönüşmesini beklerken, metin sürekli olarak geleceğe dair öngörüler, spekülasyonlar ve tahminler sunuyor. Ancak bu öngörüler, belli bir mantıksal ya da kavramsal sıraya göre ilerlemiyor. Başlangıç, gelişme ve sonuç gibi bir anlatı düzeni yok; adeta zaman ve düzen değişse bile oyunun bundan etkilenmeyeceği bir yapı oluşturulmuş. Metin, yer yer daha umut dolu, kimi zaman ise daha karamsar gelecek hayalleriyle küçük iniş çıkışlar sunsa da ne karakterler gelişiyor ne de bir hikâyeye rastlıyoruz. Bu durum, izleyicide sabırsızlık ve hatta bir noktada hayal kırıklığı yaratabilir. Ancak bu, oyunun temel sanatsal yaklaşımının bir parçası sanırım. FE, deneyimli bir topluluk olarak elbette geleneksel bir hikâye yapısı kurabilir, karakterleri derinleştirebilir ve izleyiciye tanıdık bir dramatik yapı sunabilirdi. Ancak bu, onların hedeflediği minimal ve soyut yapıyla çelişirdi. Bu oyun, bir anlamda görsel sanatların sahne sanatlarının temeli olduğu fikrini sahneye taşıyor. İnsan, sahnede duyduğu metni ve izlediği karakterleri bir çerçeve içinde görmeye ve anlamlandırmaya çalışıyor. Ancak bu oyun, o çerçeveyi sürekli yok sayarak izleyicinin sabrını sınayan bir deneyim sunuyor. İzleyiciyi anlatının konforundan mahrum bırakarak, onun sanatla kurduğu ilişkiyi sorgulamasını sağlıyor.

Sonuç olarak, FE’in bu yapımı, tiyatrodan ziyade bir “sanatsal gösteri” olarak değerlendirilebilir. Oyunun hikâye anlatmaktan uzak, daha çok bir form ve fikir üzerine kurulu yapısı, geleneksel tiyatro normlarına meydan okuyan bir yaklaşım sergiliyor. Bu yaklaşım, izleyiciyi hem zihinsel hem de duygusal olarak zorlayan bir deneyime davet ediyor. Minimalist ve soyut yapısıyla oyun, tiyatro sahnesinde görmeye alışık olduğumuz hikâye odaklı bir yapıdan uzaklaşarak, performans sanatları ve soyut görsel sanatlar arasında bir köprü oluşturuyor. Bu da oyunu, sabır ve anlayış gerektiren, ancak üzerine düşündükçe anlamı derinleşen bir sanat deneyimine dönüştürüyor.” Tam da Onur’un bahsettiği nedenlerle metinde bahsi geçen senaryoları fazlasıyla ‘yerelleştirmenin’ onları tek bir olasılığa sabitlemek anlamına geleceğini fark ettik ve yeterince bizden ve buradan duyulması için hem özellikle Türkçe dilinin olanaklarından mümkün olduğunca yararlandık hem de oyuncuların aktarım biçimleri ve beden dillerinde yerel olanı araştırmaya başladık.

Neticede İngilizlerin daha ‘cool’ duruşlarının yanında biz çok daha Akdenizliyiz. Elbet bir iki yerde, ki bunlar sıklıkla Aslı’nın metninde ve özellikle ‘gelecekte her şeyin aşağı yukarı bugün nasılsa öyle kalacağından’ bahsettiği yerde, bizden, bize çok dokunan şeyleri ekledik ama mesela şimdi kısmen onları bile yeniden ayıklamayı düşünüyoruz çünkü  metin bu anlamda ülkemizin gündemini yakalamakta zorlanıyor.

dsf2189
Aslı İçözü – Şerif Erol | Fotoğraf Kaynağı: Lita House of Production – Beykoz Kundura 

Oldukça sade bir dekorda, sahnenin merkezinde paletlerin üzerinde duran iki oyuncu kısıtlı bir alanda, birbirini ardına geleceğe yönelik olasılıkları sıralarlar. Bu sahneleme biçiminin oyunculara, size ve seyirciye sunduğu imkânlar neler?

Sanırım yukarıda, arkadaşımdan alıntıladığım paylaşımı sorunuzu kısmen cevaplıyor, ancak şunu da söyleyebilirim ki bu tasarımın oyunculuklarından talep ettiği şey çok fazla. Metnin hem doğaçlama gibi duyulmasını sağlamak ama hem de her bir bahsi geçen senaryonun içindeki imgeleri seyirci için, ama onları yormadan yeterince canlı kılmak, hem yanındaki oyuncuyla bir atışma tadında metnini akıtmak hem de bir takım olarak, birlikte oyunun grafiğini tutturmak, hem oyunun mizahının ortaya çıkmasına izin vermek ama hem de bunu yaparken yarattığın personanın karikatürleşen bir tipleme veya hatta tanımlanabilecek bir karaktere dönüşmesine engel olmak, sürekli ama sürekli bir ince ayar gerektiriyor. Bu inanılmaz ince ayar ayrıca yönetmen olarak benim de sürekli gözetmem gereken bir şey oldu. Bir oyunculuk dersi verir gibi bu kadar dürüstçe sahnede var olabilen, birlikte denemeye veya araştırmaya bu kadar açıklıkla kendini teslim eden Şerif ve Aslı olmasa bu işin altından kalkamazdım, orası kesin…

Dekorun kullanım biçimi oyunculara sınırlı bir alan tanıyor. Oyuncuların hareketleri anlatımın büyük bir parçası haline geliyor. Bu noktada oyuncularla olan prova sürecinizi ve hareket tasarımını oluştururken birlikte nasıl bir çalışma gerçekleştirdiğinizi de sormak isterim.

Hareket tasarımını gene hep birlikte, ekipçe yaptık. Oyuncuların getirdikleri önerileri, yanı başımda Bora ve benim körleştiğim yerlerde ışığım olan Özlem ile dışarıdan izleyerek, yaptıkları hareketlerin ve beden dillerinin aslında bu ‘çıplak’ sahnede ne kadar devleştiğinin farkında olarak ve oyunculara bu hareketlerin içeride neler hissettirdiğini de hep önemseyerek birlikte eledik, birlikte seçtik ve birlikte sabitledik. Aslında sanırım sabitlemek demek yanlış olacak çünkü oyuncular bir kez neyin nasıl işlediğini kendileri için deneyimlediklerinde bütünün içinde çok daha özgür hareket edebilirler. Bu anlamda onlara bir özgürlük alanı da tanıyor bu iş. Bir de yapım süreci kapsamında gerçekleştirdiğimiz Açık Prova sonucunda seyircilerden ve o gün bizimle olan genç konservatuar öğrencilerden gelen geri bildirimler de işimize çok yaradı. Ara sıra hala gösterim ertesi seyircilerle soru-cevap yapmayı, onlardan gelecek geri bildirimleri duymayı arzuluyoruz.  

dsf2803
Aslı İçözü – Şerif Erol| Fotoğraf Kaynağı: Lita House of Production – Beykoz Kundura 

Geleceğe dair olasılıkların kimi zaman ütopik, kimi zaman distopik, bazen ironik, bazen karamsar biçimde sıralandığı oyun metninin iniş çıkışlı, tansiyonu yüksek bir ritmi var. Metnin ritmini elde tutmak için rejide neler dikkat ettiniz?

Arkadaki panayır ışıkları aslında metnin grafiğinin bir izdüşümü. Yani klasik, alışılagelmiş ‘üçgen’ bir grafikten öte biraz çıkışlı sonra tekrar inişli, sonradan daha düz ve biraz çıkışlı ancak sonra tekrar inişli bir grafiği var metnin. Ayrıca metnin yapısı, seyircinin istediği yerde kendi dünyasına, zihnine gidip istediği yerde sahneye, şimdiye geri dönmesine izin  veren bir yapıya sahip. Ancak bizim seyircimizin böyle işleri izleme alışkanlıkları pek yok, dolayısıyla doğal olarak bu işin onlardan çalıştırmalarını talep ettikleri kasları haklı olarak çalıştırmakta zorlanıyorlar veya tercih de etmiyorlar. Bunu da göz önünde bulundurarak, seyircinin en yorulduğu daha düz yerlerin ritmini sıkılaştırdık, dikkatin ve odağın dağılabileceği yerleri tespit ettikten sonra oraları takip eden girişlerin enerjisini daha yükselterek ama daha incelikle çalıştık. Oyunun sonunun ise ritmin, metnin de getirdiği hızlanmanın ardından, içeriğinde de olduğu gibi, ‘ömür bir gün, o da bugün’ varoluşsal hüznünü ortaya çıkaracak şekilde noktalanmasına dikkat ettik.      

Zaman, insanın bulunduğu yerden düne ve yarına uzanır. Gelecek hakkında düşündüğümüz zaman aslında şimdiye, şimdinin içinde silik nefesini hissettiren geçmişe dair de konuşmuş oluruz. Gelecek hakkında varsayımlarda bulunurken şimdinin gerçeğine yaslarız kendimizi. Yarın hakkında konuşan Yarın Belki de oyunu bu yanıyla geçmişe ve şimdiye dair de etkili söylemlerde bulunuyor. Bu noktada sizi oyunun çerçevesinden çıkararak ve sonrasında oraya tekrar dâhil ederek nasıl bir şimdi gördüğünüzü sormak isterim.

Tam da bahsettiğiniz gibi oyun gelecekten öte şimdiden, bugünün korkuları ve ümitlerinden bahsediyor aslında….Şimdinin de aslında ne kadar çok geçmişi barındırdığını, geleceğin de belki geçmişin bir gölgesi olmaktan öteye gidemeyeceğini gözler önüne seriyor…

Benim her günüme, ‘şimdi’me göre hissiyatım değişiyor ama sanırım maalesef son günlerde biraz karamsarım… Bitmeyen ‘vekalet savaşları’, politik ve ekonomik hegemonyaların gittikçe artan şiddeti, aşınan ahlak anlayışı, kapitalizmin, hem de neo-liberal kapitalizmin sadece insanlığı değil evimiz olan dünyayı bu derecede tehdit ediyor olması, artan milliyetçilik, yükselişteki sağ, Trump’ın çıkıp dünyanın en önemli güçlerinden birinde son yıllarda elde edilmiş LGBTQ+ hakları ve plastik pipetlerin kullanımının yasaklanması gibi çok önemli kazanımları bir imzada çöpe atması, Musk gibi dünyanın en zengin ve belki de en tehlikeli insanın Nazi selamı çakması ve aslında tüm dünyanın buna sessiz kalmış olması, Gazze’de Filistinlilerin uğradığı soykırıma tüm dünyanın sadece şahitlik etmesi, Almanya gibi bir ülkede ‘politik doğruculuk’ adına bunun konuşulmasının bile yasaklanması, ülkemizde her gün gerçekleşen sayısız önlenebilir ölüm, Afrika’da bizden yeterince uzakta olduğu için radarımıza bile girmeyen ama süregelen katliamlar…

Yukarıda saydığım şeylerin birçoğu zaten geçmişte yaptığımız ve yarın da yapacağımız şeyler… Belki biraz daha teknoloji girecek işin içine, “Yani bazı şeyler değişecek elbette, bazı şeyler biraz biçim değiştirecek ama esasen her şey aynı kalacak...” Bence bir araya gelmeye veya hayal etmeye devam ettikçe, bıkıp usanmadan kendimizi ifade etmenin yollarını aradıkça, umudumuzu da kaybetmeyeceğiz.

ayse-draz-12846
Ayşe Draz| Fotoğraf Kaynağı: Hakan Emre Ünal

Kişisel olarak oyunun içinden kendinizde bir olasılık, ihtimal seçseydiniz bu hangisi olurdu?

Kesinlikle şu olurdu: “…gene takılıp (tökezleyip) düşmeye devam edecek insanlar. Gene bir şeylerini kaybetmeye devam edecekler. Gene anahtarlarını kaybedecekler…” Nedense bu ihtimalde, mükemmel olamasak da ‘insan’ olmaya devam edeceğiz duygusu verdiği için belki de, inanılmaz bir teselli buluyorum… 

Kapak Fotoğrafı: Hakan Emre Ünal

İlginizi çekebilir: Halil Şimşek’ten “Küvetteki Gelinler” & “Cehennem”