Avrupa Müzeleri: Berlin'den Prag'a Keşfedilmeyi Bekleyen Müzeler
Paris, Londra, Roma, Berlin ya da Amsterdam gibi, Türkiye’den birçok turist çeken popüler Avrupa şehirlerinde akla gelen ilk müzeleri ziyaret edenlerimiz mutlaka gezmiştir. Peki ya daha az bilinen, hatta bazıları oldukça küçük olan bazı müzeler sizi çok daha fazla etkileyecek, ilginizi çok daha fazla çekecek olanlarsa?
Avrupa şehirlerinden az bilinen ama kaçırılmaması gereken birer müze önermek, seyahatinize renk katmak istedik:
Az Bilinen, En İyi Avrupa Müzeleri
Musée de l’Orangerie, Paris
Onlarca müzeyle dolup taşan Paris’te gözden kaçırabileceğiniz küçük bir müze var, üstelik sadece Paris’in değil, belki de dünyanın en çok bilinen müzesi Louvre Müzesi’nin yanı başında! Musée de l’Orangerie, adını binasının eski işlevinden alıyor: Louvre Müzesi’nin avlusundan başlayarak nehir boyunca uzanan Jardin des Tuileries’in bir köşesinde yer alan, 1852 tarihli bu küçük bina, eskiden bahçenin portakal ağaçları için bir kışlık görevi görüyormuş. Bugünse empresyonizm ve modern sanatın en ünlü ressamlarının eserlerinin yer aldığı Jean Walter and Paul Guillaume koleksiyonuna ev sahipliği yapıyor. Cézanne, Gaugain, Picasso, Renoir gibi isimlerin çok iyi bildiğiniz eserlerinin yanı sıra müzenin alametifarikası ise birçok filmden aşina olabileceğiniz bembeyaz bir modern ek binada sergileniyor: Monet’nin Nilüferler’i.
Wallace Collection, Londra
British Museum, Tate Modern ya da National Gallery’nin gölgesinde kalan, Londra’nın etkileyici bir koleksiyona sahip küçük müzelerden biri, tarihi bir evin içinde yer alıyor. 17. yüzyıl Hollanda ressamlarından ve 18. yüzyıl Fransa Rokoko sanatından eserlerin bulunduğu Wallace Collection’da yalnızca resim, heykel, minyatür ve seramik eserler yok; başlı başına sergi salonlarının dönemi yansıtan mobilyaları ve dekorasyonu da ilginizi çekebileceği gibi, silah ve zırh koleksiyonuna da göz atabilirsiniz.
DDR Museum, Berlin
Berlin’de dev koleksiyonlara ev sahipliği yapan müzelerin bulunduğu adanın hemen karşısında, nehir kıyısında küçücük bir müze göreceksiniz. DDR Museum’u özel kılan, şehrin geçmişini ve duvarla ayrıldığı o dönemi size interaktif bir şekilde anlatan bir zaman yolculuğu vadetmesi. Berlin’in ortasından uçsuz bucaksız bir duvarın geçtiği yıllarda, Doğu Almanya’da yaşamın nasıl olduğunu beş duyunuzla deneyimleyebileceğiniz müzede dönemin kapış kapış giden otomobiline binebiliyor, bir Doğu Almanya evinin dolaplarını karıştırabiliyor, sorgu odasında soğuk terler dökebiliyor ya da market raflarına göz atabiliyorsunuz.
Stedelijk Museum, Amsterdam
Amsterdam’ın en büyük müzelerinin yer aldığı, I AMSTERDAM harflerinin ziyaretçi akınına uğradığı o meydanda, en az ilgiyi çeken müze olsa da çağdaş sanata ilgiliyseniz ilk uğrayacağınız müze burası olmalı. Van Gogh ya da Rembrandt Müzeleri ya da görkemli binasıyla Rijksmuseum’un gölgesinde kalsa da Stedelijk, modern ve çağdaş sanat ve tasarımı kucaklıyor. Hollandalı ve Avrupalı çağdaş sanatçı ve tasarımcıların eserlerinden oluşan koleksiyonu bir yana süreli sergileri de ilgi çekici. Şu sıralar müzede De Stijl akımına odaklanan bir serginin yanı sıra Seth Price, Jana Euler, Edward Krasinski, Jean Dubuffet ve Zanele Muholi’nin solo sergileri gezilebiliyor.
Casa Museum Medeiros E Almeida, Lizbon
Avrupa sanat tarihinin en şaşalı dönemlerine ilgiliyseniz, Portekizli işadamı António Mediros e Almeida ile ortak zevklere sahipsiniz. Lizbon sokaklarındaki bu ev-müzenin 25 odası, gösterişli avizeler, altın varaklı aynalar, tahtları andıran sandalyelerle dolu. Süsleme ve mobilyalar arasında sanat eserleri de var elbet, fakat takdir edersiniz ki Versailles Sarayı’nın duvar fıskiyelerinden biri ya da Napolyon’un davetlerde kullandığı gümüş servis tepsisi daha çok ilgi çekiyor. Yalnızca goblenlere, yalnızca porselenlere, yalnızca gümüşlere, yalnızca saatlere, hatta yalnızca kanepelere ayrılmış bir oda bile var müzede.
Centrale Montemartini, Roma
Klasik binalarda modern sanatın ya da modern binalarda klasik sanatın sergilendiği zıt durumlar ilginizi çekiyorsa, sizi Roma’nın eski elektrik santrali binasına alalım. Termik santralin türbinleri, tesisatı ve motorları aynen korunmuş binası artık yalnızca bir müze değil, bir arkeoloji müzesi! İlk kez 1997’de süreli bir sergi olarak ortaya atılan fikir, santralin endüstriyel makinelerinin antik Yunan ve Roma heykelleriyle bir arada bulunduğu “Makineler ve Tanrılar” kalıcı bir arkeoloji müzesine önayak olmuş.
Peggy Guggenheim Collection, Venedik
Venedik deyince aklınıza öncelikle Rialto Köprüsü ve San Marco Meydanı arasında kanal kenarlarından ve dar sokaklardan yürümek, köprülerden geçmek, belki Palazzo Ducale’de dolaşmak gelebilir. Hele ki bienal zamanında Venedik’te bulunuyorsanız, neredeyse 3 tam gününüzü bienal mekanlarına ve şehrin dört bir yanındaki küçüklü büyüklü sergilere ayırmak zorunda kalabilirsiniz. Birçokları gibi gözden kaçırabileceğiniz bir nokta ise, New York ve Bilbao’daki binaları ziyaretçi akınına uğrayan Guggenheim Foundation’ın Venedik’te de bir müzesinin olduğu gerçeği. Pollock’tan Picasso’ya, Duchamp’tan Magritte’e modern sanatın öncü isimlerinden oluşan Peggy Guggenheim Koleksiyonu Büyük Kanal’ın kıyısındaki küçük binasıyla ilgiyi hak ediyor.
CaixaForum, Madrid
Tüm Madrid rehberlerinde “Madrid’in Büyük Üçlüsü” olarak söz edilen üç büyük müze, Prado, Thyssen ve Reina Sofia müzeleri şehirde en çok ziyaretçi çeken müzeler kuşkusuz. Gözden kaçırmamanız gereken bir dördüncü ise, CaixaForum Madrid. Bir müze değil, bir sanat, sosyalleşme ve eğitim merkezi olan bu bina, eski bir elektrik santralinden İsviçreli mimarlar Herzog & de Meuron tarafından dönüştürülmüş. Binanın hemen yanında ise Avrupa’nın en ilginç dikey bahçelerinden biri yer alıyor, 24 metre yüksekliğindeki bahçede 15.000’den fazla bitki yaşıyor. CaixaForum, bugünlerde Antik Yunan’da Spor Müsabakaları başlıklı bir kültürel ve arkeolojik sergiye ev sahipliği yapıyor.
Louisiana Museum of Modern Art, Kopenhag
Aslında Kopenhag’ın biraz dışında, Humlebæk adlı başka bir şehirde yer alıyor Louisiana Museum of Modern Art. Ama şehirden uzaklığı, onun üst üste dünyanın en iyi müzeleri sıralamalarına girmesine engel olmuyor.1958’de Knud W. Jensen tarafından kurulduğunda Danimarka sanatına özel bir müze olarak planlansa da, bugün ulusal sanatın azınlıkta kaldığı, başta Alberto Giacometti, Yayoi Kusama ve 1945 sonrası Amerikan sanatçıları olmak üzere uluslararası sanatçıların işlerinin sergilendiği, üstelik mimarisi ve heykel bahçesiyle de göz kamaştıran muhteşem bir müze burası.
Museum Kampa, Prag
Jan ve Meda Mládek Vakfı bünyesindeki Museum Kampa, başta Orta Avrupa ve Doğu Bloku ülkelerinin sanatına ayrılmış geniş bir modern ve çağdaş sanat koleksiyonuna sahip. Özellikle Frantisek Kupka ve Otto Gutfreund’un işlerini bulabileceğiniz koleksiyonun yanı sıra süreli sergileriyle de ilgi çekiyor. Müzenin belki de en etkileyici eserleri ise bahçesinde ve etrafında bulunuyor. Prag’dan, Çek heykeltıraş David Cerny’nin dev bebeklerini ve nehrin üzerinde sıra olmuş fosforlu sarı penguenlerini görmeden dönerseniz üzülürsünüz.
İlk yorumu siz yazın!