Babalık, kültürel, toplumsal ve ruhsal, hatta ve hatta politik ve ekonomik bir rol ve görevdir. Bir erkek babalığı bir toplumsal görev olarak üstlenir, zamanla karakterine göre babalık rolünü içselleştirir, çocuğu ile toplumsalın ötesinde bir bağ kurar. Bu bağın derin psikanaliz değerlendirmesine girmeyeceğim. Keza o alan babanın çocuğu ile değil daha çok çocuğun, özellikle de erkek çocuğun babası ile ilişkisine dairdir ve bir üçüncü şahıs, anne de o çözülmez denklemin ayrılmaz parçasıdır. O yüzden dünyada bir sürü erkek bir çocuğun kendi çocuğu olduğunu ancak mahkeme kararıyla kabul eder ve bu kabul ediş de tamamen hukuki bir kabul ediştir. ‘Biyolojik baba’ deyimi de bu yüzden vardır. Bu durumlarda gerçek bir baba-çocuk ilişkisi ya kurulmaz ya da çok geç, çoğunlukla da iş işten geçtikten sonra kurulur. Bu durumda da Lacancı bir perspektiften bakarsak genetik ve biyoloji babalık ‘baba’ olmanın belki de en önemsiz ayrıntısıdır.

Picasso ve Claude
Picasso ve Claude | Fotoğraf: magnumphotos.com

Lacan baba olmanın ‘gösteren’ ile ilgisi olduğunu söyler. Anne zaten bellidir, kesindir Romalıların dediği gibi: “Mater semper certa est.” Babanın ise gösterilmesi gereklidir; çünkü baba belirsizdir. Romalıların deyişiyle “pater est semper incertus.” Biyolojik olarak birinin doğumuna katkıda bulunmanız onun ‘babası’ olduğunuz anlamına gelmez. Baba olarak tanımlanmanız ve daha da ötesinde ‘baba’ olduğunuzu kabul etmeniz gerekmektedir.

Şubat… Minnoş oğlum Kerem’in doğum ayı. 2021’de 4 yaşında olacak. Mevsimine göre ılık sayılabilecek bir günde, 09 Şubat 2017’de sabah 08.30 sularında doğduğunda hayatımın nasıl değişeceğine dair hiçbir fikrim yoktu. Aslında yaşamımızdaki değişim 2016 yılının 10 Haziran Cuma sabahı, Aslı’nın bana hamile olduğunu söylemesi ile başlamıştı. Sabah 05.30 sularında Como seyahatimiz için Milano’ya doğru yola çıkmaya hazırlanıyorduk. Ben geceden kalma bulaşıkları yıkıyordum. Bulaşık yıkarken öğrendim bir çocuğum olacağını. İlk tepkim ‘hayırlı olsun’ demek oldu. Sonra bulaşığa geri döndüm. Yaşamımızdaki ilk değişim de o seyahatte Aslı’nın yediklerine içtiklerine karışmamla başladı.

Dolma kalem almadan önce bile günlerce araştırma yapan, bir sürü değerlendirme yazısı okuyan ben beklenildiği gibi (haliyle) Aslı’nın hamile olduğunu öğrendikten itibaren çocuk yetiştirmek ve babalık üzerine okumalar yaptım. Öte yandan tüm bu okumalar ağırlıklı olarak edebi, Freudyen ve Lacancı metinlerdi. Babalığı, çocuk sahibi olmayı yücelten veya bu konuda pedagojik bilgiler veren içerikleri yoktu. Bilakis baba-oğul ilişkisinin ne kadar komplike; hatta belirli durumlarda çok sorunlu bir süreç olacağını anlatıyordu. Kuşak farkları, Oedipus Kompleksi, Lacan’ın insanın kişiliğinin tamamlanmasında tanımladığı üç evrenin üçüncüsünde (Freud’un fallik dönemine denk gelir) babanın konumu, tarihsel, toplumsal ve politik bir otorite olarak babalık metaforu ve babanın temsiliyeti… Bu okumaların da etkisi mi yoksa beni büyük olaylar karşısında rasyonel ve soğuk kanlı durmak ve gözükmek zorunda bırakan o ‘imaj’ hastalığım mı veya her ikisi yüzünden mi emin değilim ancak babalığa hazırlanma sürecinde öyle ilahi ve yoğun duygular hissetmedim. Babalığıma gelince… Bunu ben değerlendiremem; hatta değerlendirmem. Bunu bir uzmanın, Aslı’nın veya yıllar sonra Kerem’in değerlendirmesi daha doğru olur. Yine de felsefi ve psikolojik düzeyde babalık olgusu ve bir baba olarak kendi deneyimim hakkında söyleyecek birkaç sözüm var.

Çocuk Sahibi Olmak

Fotoğraf: Bülent Tunga Yılmaz

Önce en temelden başlayalım. Bir insan niçin çocuk sahibi olmak ister?Kadınlar için ‘biyolojik saat’ veya ‘içgüdü’ mü? Her ne kadar materyalist olmasam ve felsefi anlamda metafiziğe, idealizmine ve Bergson sezgiciliğine daha yakın dursam da olguların ortaya çıkışı ve gelişmesinde toplumsal, politik, ekonomik ve kültürel etkenlerin çok büyük bir rol oynadığına inanırım. Dolaysıyla kadınların erkeklere göre çocuk sahibi olma konusunda daha hevesli olmalarının altında bir dizi sosyo-biyolojik neden yatsa da hala çocuk sahibi olmanın kadınlar için biyolojik ve ruhsal olduğu kadar, hatta daha da çok, kültürel ve toplumsal bir olgu olduğunu kabul etmemiz gerekir.

Peki babalık? Babalık kültürel, toplumsal ve ruhsal, hatta ve hatta politik ve ekonomik bir rol ve görevdir. Bir erkek babalığı bir toplumsal görev olarak üstlenir, zamanla karakterine göre babalık rolünü içselleştirir, çocuğu ile toplumsalın ötesinde bir bağ kurar. Bu bağın derin psikanaliz değerlendirmesine girmeyeceğim. Keza o alan babanın çocuğu ile değil daha çok çocuğun, özellikle de erkek çocuğun babası ile ilişkisine dairdir ve bir üçüncü şahıs, anne de o çözülmez denklemin ayrılmaz parçasıdır. O yüzden dünyada bir sürü erkek bir çocuğun kendi çocuğu olduğunu ancak mahkeme kararıyla kabul eder ve bu kabul ediş de tamamen hukuki bir kabul ediştir. ‘Biyolojik baba’ deyimi de bu yüzden vardır. Bu durumlarda gerçek bir baba-çocuk ilişkisi ya kurulmaz ya da çok geç, çoğunlukla da iş işten geçtikten sonra kurulur. Bu durumda da Lacancı bir perspektiften bakarsak genetik ve biyoloji babalık ‘baba’ olmanın belki de en önemsiz ayrıntısıdır. Lacan baba olmanın ‘gösteren’ ile ilgisi olduğunu söyler. Anne zaten bellidir, kesindir Romalıların dediği gibi: Mater semper certa est.  Babanın ise gösterilmesi gereklidir; çünkü baba belirsizdir. Romalıların deyişiyle pater est semper incertus. Biyolojik olarak birinin doğumuna katkıda bulunmanız onun ‘babası’ olduğunuz anlamına gelmez. Baba olarak tanımlanmanız ve daha da ötesinde ‘baba’ olduğunuzu kabul etmeniz gerekmektedir.

Fransız ve dünya sinemasının gelmiş geçmiş en büyük aktörlerden Alain Delon, Alman model, şarkıcı, oyuncu Nico ile kısa süren ilişkisinden 1962 yılında doğan Ari Boulogne’u tam 58 yıl oğlu olarak kabul etmez. Boulogne, Alain Delon’un ona şunları söylediğini aktarır: ‘‘(…) Sana bir şey anlatacağım: benim gözlerime sahip değilsin, benim saçlarıma sahip değilsin. Benim oğlum değilsin, hiçbir zaman da olmayacaksın. Sadece annenle bir kere yattım.’’ Alain Delon’a göre birliktelik yaşadığı 4 kadından 4 çocuğu vardır.

Jacques Lacan | Fotoğraf: mevzusanat.com

Freud’tan sonra gelen en etkili ve tartışmalı psikanaliz-düşünür olan Jacques Lacan yeni ailesi, yeni bir eş ve yeni bir bebek için eski ailesini terk eder. Marie-Louise Blondin ile yaptığı ilk evliliğinden 3 çocuğu olmuştur ama kamuoyu çok uzun zaman Lacan’ın çocuğu olarak ikinci birlikteliğinden olan Judith’i kabul etmiştir. Judith, Lacan’ın ilk evliliğinden doğan ikinci çocuğu Sibylle’den sadece birkaç ay sonra doğmuştur ve üstelik Fransız kanunları gereği kendi soyadını bile taşımaz. Sibylle Lacan, otobiyografik çalışması A Father’da ‘olmayan’, kitabında tanımladığı şekilde ‘varlığını yokluğuyla hissettiren’ babası ile ilişkisini anlatır. O Lacan’ın ilk evliliğinin mutsuz ikinci çocuğudur ve kendini çaresizliğin-hayal kırıklığının meyvesi olarak nitelendirir. Lacan bir şekilde kendi teorisinin de pratikteki yansımasıdır: Birinin babası olmak için onun ‘biyolojik babası’ olmanız yeterli değildir.

Bu durumun tam aksi de söz konusudur. İçinde sonsuz bir babalık duygusu olan erkekler… Picasso bunun tipik örneklerinden biridir. Dehası yanında kadınlarla kurduğu sorunlu ve acımasız ilişkiler ile de tanınan Picasso sanat ve özel hayatına ters bir baba profili çizer. Picasso’nun terk ettiği anneleri yüzünden büyük ressamın çocukları ile ilişkileri komplikedir. Buna rağmen tüm çocukları için Picasso ilgili, sevgi dolu bir babadır. Picasso’nun ikinci çocuğu Maya Picasso’nun bir sanat tarihçisi olan kızı Diana Picasso tarafından hazırlanan ve ressamın bir baba olarak portresini ortaya koyan Picasso and Maya: Father and Daughter kitabı kadınlar söz konusu olduğunda 20. Yüzyıl’ın belki de en büyük kabahatlilerinden biri olarak tanımlanan Picasso’yu çocuklarına aşırı düşkün bir baba olarak ortaya koyar. Picasso en bilinen tablolarından birinde, 1938 tarihli İlk Kar tablosunda ressam kızı Maya’yı çizer. Maya bu resmin kendisinin pembe patikleriyle ilk adımlarını attığı gün yapıldığını aktarır. Picasso o pembe patikleri yaşamı boyunca saklamıştır. Diana Picasso dedesinin annesini resmettiği tablolar hakkında şöyle der: ‘’Bir sanatçının bir çocuğa böyle bir tepki vermesini görmek çok ilginç. Maya onun ilk kızıydı. Ben de yeni bir kız çocuğuna sahip oldum. Bir anne olarak Picasso’nun bir annenin görebileceği detayları, saçları bile, şefkatli bir şekilde çizebiliyor olmasını görmek heyecan verici. Picasso gibi canavar için bunu görmek sürpriz.’’ Picasso’nun çocuklarıyla bir arada olduğu çok fazla fotoğraf vardır. Bunlardan en ikonik olanlar arasında Claude ile resim yaparken ve plajda oynarken çekilenler ile gerçeküstü edebiyatın ve sinemanın en önemli isimlerinden Jean Cocteau ile birlikte bir boğa güreşi seyrederken Picasso’nun üç çocuğunun Maya, Claude ve Paloma’nın ellerini babalarının dazlak kafasına koymalarını gösteren fotoğraftır.

İlk Kar
İlk Kar | Fotoğraf: contextus.hu

İster ailesini terk edecek kadar uzak ister çocuklarına aşırı düşkün olsun, bir erkek için baba olduğunu kabul etmek zordur. Baba olmak, ‘annesinin hep bebeği’ olan erkeğin gerçek anlamda yetişkin olmasıdır. Evlilik ruhsal yetişkinliğe atılmış büyük bir adımsa çocuk sahibi olmak bu sürecin tamamlanmasıdır. Dolayısıyla bir erkek için çocuk sahibi olmanın kişisel düzeyde belki de ilk anlamı budur: yetişkin olmak. İkinci olarak ise çocuk ideal olarak mutlu ve sevgiye dayalı bir beraberliği büyütmektir. O mutluluğu adeta sonsuz bir evrene doğru yaymaktır. Çocuk somut – fiziki varlığıyla hayatınızda bir yer tutar ama onun getirdiği ruhsal coşkunluk ‘Ev’i yeni ve uhrevi bir boyuta taşır.

İnsanların hemen hemen tamamı bu durumu deneyimlemeden, bir ön kabul edişle çocuk sahibi olur ve sonrasında da her şey yolunda giderse bunun yaşamındaki temel gerçekliklerden biri olduğunun farkına varır. İşler iyi gitmediğindeyse, başka bir deyişle aile parçalandığında ise bu çocuğun gelişiminde derin travmalar yaratabilir. Yeryüzünde niçin bu kadar sosyopat, psikopat, tecavüzcü, katil ve kötülük var sanıyorsunuz.  The Usual Suspects (1994) filminde şeytan ile ilgili şöyle denir: “Şeytanın en büyük başarısı, bizi var olmadığına inandırmasıdır.’’ Bence şeytanın bir başka büyük başarısı da çocuklu ailelerin parçalanmasını, çocukların mutlu ailelerde büyümesine engel olmasıdır. Baba olmadan büyüyen çocuk için travma çok derin yaşanabilir. Freud ve Lacan’ın babalık üzerine yönelik teorileri bağlamında çağdaş toplumun krizlerinin arkasında ‘babanın temsilinde’ meydana gelen çöküşün de etkisi olduğu iddia edilebilir. Keza çocuk tutkunun, aşkın ve mutluluğun değil de Lacan’ın kızının da kitabında söylediği gibi ‘çaresizliğin ve mutsuzluğun’ bir ürünü olursa yaşamı boyunca o duygular insanın peşini bırakmaz.

Çocuk sahibi olmak bir tür kendinden vazgeçiştir hem maddi hem ruhsal anlamda. ‘’Giymedi giydirdi yemedi yedirdi’’ bir gerçekliği ifade eder. Felsefi açıdan bakıldığında ‘Ben’ ortadan kalkar… Heiddeger’in varlık felsefesi bağlamında tartışırsak ‘’insanın metafizik yazgısı kendini anlayabilen bir varlık olmasıdır ve varlığın riskini alması, başka bir deyişle her şeye anlam vermesi bu yazgısallığın ayrılmaz bir parçasıdır. Bu kapsamda da insanın var olan ‘bir şey olarak’ önceliği kendi varlığının tamamlanmamış olması ve var olmak bağlamında da önceliği kendini anlama kapasitesi kapsamında kendini anlamasıdır. İnsanın kendi varoluşu kendine ait bir konudur. Çocuk gelince bu kendine ait olması gereken konu artık oraya ait olmaz; yeni bir varlığa yönlenir. Kendi varoluşunu anlamayan-anlamlandıramayan ama ebeveyn olan ölümlüler için de çocuk sahibi olmak büyük bir metafizik yük haline gelir. Peki bu yüke rağmen insan niçin çocuk sahibi olur? İnsanoğlu varoluşunu anlamlandırmayı başaramadan ebeveyn olmayı, baba olmayı niye ister?

Fotoğraf: Bülent Tunga Yılmaz

İşte yukarıda yazdığım bu uhrevi ve metafizik boyuttur ki insanların çoğunu çocuk sahibi olmaya iter. O uhrevi boyutun muhteşemliği kendini günlük yaşamın küçük anlarında, sıradan pratiklerinde belli etmeden göstermesidir. Bu durumun o kadar çok somutlaması vardır ki… Birinin gaz çıkarmasından kaka yapmasından mutlu olmak… Bir çocuk sahibi olmanın somutlaması ile ilgili belki de en belirgin örnektir. Bu örnek bile tek başına aslında rasyonel olanın çocuk yapmamak olduğunu gösterir bize.

Çocuk sahibi olmanın kişisel düzeyde bir başka nedeni daha olabilir: Heiddeger felsefesi bağlamında düşünürsek kendi varoluşunu anlama ve anlamlandırmanın ağırlığından ve bunun sorumluğundan kaçmak. Düşünme hayatımızın çok önemli isimleri arasında yer alan, varoluşçu psikanalizin ülkemizdeki en önemli temsilcisi, büyük bir bilim adamı olmasının yanında dikkat çekici bir romancı da olan rahmetli Engin Geçtan İnsan Olmak kitabında bu konuya değinir. Ona göre ‘Giymedim giydirdim; yemedim yedirdim’ veya ‘Saçımı size süpürge ettim’ gibi sözler kişinin kendi hayatının sorumluluğunu üstünden atma çabasıdır. Çocuk sahibi olmak bu gibi insanlar için bir nevi hayattan sorumluluktan kaçıştır. ‘Saçımı sizin için süpürge ettim’, siz olmasaydınız neler neler yapardım demenin bir tür çeşitlemesidir. ’

Bu açıdan çocuğu olmayanlara; bilerek çocuk yapmayan veya anatomik nedenlerden çocuğu olamayanlara karşı toplumsal linç-tepki işin eşitlik-insan hakları yanı bir yana aynı zamanda varoluşu, insanın varoluşu hakkında derinlemesine felsefi düşünememenin bir sonucudur da. Tabi akla şu soru da hemen gelecektir: Çocuk olmazsa insanoğlu fiziki ve kültürel varlığını nasıl devam ettirecek? Bu da insanoğlunun karşılaştığı dilemmaların belki de en önde gelenlerinden biridir ve çok daha derin bir tartışmayı gerektirir.  Alfonso Cuaron’un, P.D. James aynı adlı distopik romanından uyarladığı Children of Men (Son Umut), çocuk yapmanın yasak olduğu bir kıyamet gelecekte bu dilemma üzerine kuruludur.

Öncelikle bir gerçeğin altını çizeyim: Tüm bu felsefi tartışma bir yana ana-babalık pratik bir olgudur. Pratik düzeyde bu bir çocuğun beslenmesi, altının temizlenmesi, sağlığının korunması kadar gerçektir. Bu pratikliğe ebeveyn ile çocuk arasında kurulan ruhsal bağı da eklediğinizde ana-baba olmayan çocuk sahibi olmanın nasıl bir deneyim olacağını bilemez. Bu ancak ve ancak içinde olduğunuz zaman tam anlamıyla anlayabileceğiniz bir duygu halidir. O yüzden çocuğu olmayanlar (konunun uzmanı değillerse tabi) hiç bilmedikleri bir deneyim ve dünya hakkında konuşmuş olurlar. Dışarıdan gözlemekle olacak bir şey değildir çocuk deneyimi.

Çocuk sahibi olmak kendini, yaşamdaki her şeyi ve herkesi unutacak şekilde bağlanmak demektir. Dünyanın çocuk/çocuklar etrafında dönmesidir. Şöyle anlatayım: Sabah işe gittikten bir iki saat sonra özlüyorum Kerem’i. Kerem’in doğumundan sonra ilk altı ay benim çok iş seyahatim vardı. Kerem’i o kadar çok özlüyordum ki sinirleniyordum, öfkeliydim. Hala o uyuduktan sonra özlüyorum, uyanıp yatağında uyurken oğlumu seyrediyorum. Bir çocuğun gerçek masumiyetini uyurken anlarsınız. Tüm gün içindeki yaramazlıkları uçup gidiyor geriye saf bir varlık olarak Kerem kalıyor.

Fotoğraf: Bülent Tunga Yılmaz

Çocuk sahibi olmak değişmek demektir. En azından benim için yaşamımda çok temel bir değişikliğe neden oldu. Ben çocuk sevmezdim. Sevmezdim derken şimdiki gibi ‘cool’ gözükmek için çocuk sahibi olmayı banallaştıran, çocuk sevmediğini söyleyen sahte enteller gibi değil elbette. Çocuklar basit bir ifadeyle bana sevimli gelmezlerdi. Benden çok küçük olan kuzenlerimle aram iyiydi ama haftada 1-2 saat vakit geçirmek dışında çocuklarla pek muhatap olmazdım. Ağlayan, bağıran çocuklara sinirlenirdim. Onları sıkıcı, gürültücü küçük insanlar olarak görürdüm. Hele de uçaklarda ağlayan bağıranlar; restoranlarda, sokaklarda, parklarda bağıran koşanlar… Onlara daha fazla sinirlenirdim. Geçmişte bazı çocuklar bana bakıp ağlıyorlardı. Bunun nedeninin ise çocuklara sert bakmamın olduğunu söylerlerdi. İtiraf edeyim, yüz bulmasınlar, benden korksunlar diye yapıyordum. Bebeklerin ayrıca sakalımdan ve gözlüğümden de ürktüklerini söyleyenler vardı.

Geçen aylarda bir akşam sıkışmış trafikte küçük bir bahçede oynayan çocuklar gördüm. Penceremi açtım, gözümü kapadım, çocuk seslerini adeta içime çektim. Bir yerde koşup oynayan, gülen çocuklar varsa orada mutluluk vardır, huzur vardır, bereket vardır. Şu anda bana oynayan gülen çocuk sesi kadar umut veren başka bir şey yok. Her yer koşup oynayan gülen çocuklarla dolsun, hayat fışkırsın… Çocuk sevmemekten bugün hiçbir bebeğin altını değiştirmekten gocunmayacak duruma geldim.

Aç çocuklar, engelli çocuklar, hasta çocuklar kalbimi en çok kıran, beni en çok hüzünlendiren şeyler olmaya başladı hayatta. Hayatın gerçekleri, acılar, dramlar karşısında ‘yaşam zaten kötü, dünya yaşanmaz bir yer’ inancımdan dolayı hep sağlam dururdum. Bugün konular çocuk olduğunda dayanamıyorum. Üzülüyorum, öfkeleniyorum, iştahım uykum kaçıyor. Elimden geldiğince yardım etmeye çalışıyorum. Öte yandan bunlar yoksul ve yoksun çocukların kaderini değiştirmiyor, değiştirmeye yetmiyor, daha da öfkeleniyorum. Bazen çocukları açlığa yoksulluğa mahkûm eden dünya ve mevcut sistem yansın yıkılsın diyorum içimden. Sonra kendi gerçekliğime, Kerem’in küçük ama bizim için büyük dünyasına geri dönüyorum.

Konu suçlar olunca genelde liberallikten muhafazakarlığa geçiş yaparım. Zamanla biraz yumuşadım ama hayatta hiç affetmeyeceğim, yumuşayamayacağım kişiler çocuklara şiddet uygulayanlar, kötü davrananlar. Her şey affedilebilir, her sucun bir hafifletici nedeni bulunabilir ama çocuklara karşı işlenen suçlarda asla. Hiç merhamet göstermem, hiç acımam onlara. Bunun dışında toplum yaşamında çocuklara ve çocuklu ailelere saygı göstermeyenler… Hamile kadınlara yer vermeyenler, yardım etmeyenler; bebek arabası ile ergonomik olmayan sokaklarda gitmeye çalışanlara nazik davranmayanlar, asansörde çocuklulara öncelik vermeyenler, mümkünse siz de çıkmayın karşıma.

Endişe… Seviyesi kişiden kişiye göre değişebilir ama bende çocuk sahibi olmakla başlayan en baskın hislerden biri de endişe. Her gece kalkıp Kerem’e bakıyorum; üstü mü açılmış, güzel ve rahat uyuyor mu? Bebekken bu endişeler nefes alıyor mu, biberonun açısı fazla mı dik, yemek boğazına mı takıldı, yeni yürümeye başladığında bir yere mi çarpacak, hastalandı mı gibi çok temel fiziki konular hakkındaydı. Büyüdükçe bunlar eğitim, ülkenin durumu, afetler, salgınlar, krizler, savaşlar gibi daha geniş ve uzun soluklu gelecek ile ilgili makro endişelere dönüşüyor.

Tüm bu babalık serüveni içinde insanın elbette kendine ait bir zaman yaratması şart. Aksi taktirde bireyin varoluşunu tanımlama süreci büyük bir kesintiye uğrar. Bu da hem bireyi kendi kendine düşman kılabilir hem de çocuğa karşı büyük bir haksızlık yapmasına yol açabilir. Keza zaman zaman bu tamamlanamamış varoluşun yaratacağı sıkıntılar için birey çocuğunu suçlayabilir. Virgnia Woolf’un ‘Kendine Ait Bir Odası’ gibi ebeveynlerin de kendine ait bir zaman yaratması mutlu ve sağlıklı bir aile yaşamı için zorunluluktur. Modern Amerikan Edebiyatı’nın en önde gelen şairlerinden William Carlos Williams Danse Russe şiirinde bir babanın ev ahalisi uyurken pencereden giren sabah güneşinin eşliğinde ayna karşısında çıplak dans ederek bedeni üzerinden bireyselliğini kendi kendini methetmesini anlatır. Çocuğunuz olduktan sonra kendinize ait bir zaman yaratın. Bu Williams’ın şiirindeki gibi de olur benim gibi okuma ve yazma çalışmaları şeklinde de. Ne olursa olsun kendi varoluş mücadelenizi tamamlamaya, kendinizi tanımaya yönelik bireysel bir zaman ayırın. Sadece ona giydirmeyin, siz de bütçeniz ölçüsünde giyinin. Saçınızı süpürge etmeyin… Bu dünyaya gelmekte en ufak bir dahli, sorumluluğu olmayan bu masum sabilere kaldırmayacakları yükler yüklemeyin. Bu sadece sizin değil onların da mutluluğu için de gereklidir.

**Bu yazının tamamlanmasında yaptığı katkılardan dolayı dostum Yiğit Dağhan Gökdel’e teşekkür ediyorum. Onun katkıları olmasaydı yazı bu derece zengin olmayacaktı.

Kapak Fotoğrafı: pablopicasso.org

İlginizi çekebilir: Bülent Tunga Yılmaz’dan Babalar ve Oğulları Üzerine Filmler