Barselona: Sinemanın En Dikkat Çekici Başrolü
Yıllar önce izlediğim iki filmi, her iki hikayenin geçtiği şehre seyahat ettikten sonra tekrar izledim. İki filmin karakterleriyle o kadar özdeşleştirmişim ki Barselona sokaklarını, tüm tarihi noktaları gezerken aklımda hep o film sahneleri vardı. Sanki Barselona, gerçek hayatta değil de, sinemada var olan bir şehirdi benim için ve ben artık o dünyanın içindeydim. Tabii ki gerçek hayatıma dönmem çok uzun sürmedi ve İstanbul’a gelir gelmez sırasıyla L’abuerge Espagnole ve Vicky Cristina Barselona’yı tekrar izledim. Bir kere daha eminim, Barselona muhteşem bir şehir!
Barselona Filmleri
L’abuerge Espagnole
L’auberge Espagnole’yi ilk olarak 2013 yılında Almanya’ya Erasmus’a gitmeden önce izlemiştim. Farklı bir ülkeye/şehre gidip orada yaşamaya çalışmak; orada yaşayan insanların kültürlerine ayak uydurmak ve kendi benliğini ne kadar korusan da yaşadığın ülkenin dinamikleriyle şekillenmek… Tüm bu hislerin film olmuş haliydi L’auberge Espagnole. Romain Duris’in canlandırdığı, kendini arayan bir karakter olan Xavier, pek çok üniversite öğrencisinin içinde yaşadığı o belirsizlik durumunun net bir örneği. O nedenle olsa ki, yirmili yaşlarında herhangi birinin Xavier’le küçük bir şey bile olsa, bağlantı kurmaması mümkün değil.
Erasmus her ne kadar bir Avrupa ülkesinde derslerden uzak kalarak, gezmek dolaşmak ve partilerle eğlenmek gibi algılansa da benim için hiçbir zaman o kadar sığ olmadı. Farklı kültürlerden insanları ülkelerinden bağımsız, gerçek birer kişi olarak ele almak ve farklı dünyaları tanımak, çok anlatılarak anlaşılabilecek bir şey değil maalesef; kesinlikle bunu yaşamak çok değerli. Filmi Erasmus’tan döndükten sonra tekrar izlemiştim, kulağa komik gelse de gerçekte iliklerimize kadar hissettiğimiz Post Erasmus Sendromu’nda izlenecek en iyi film olabilir.
Filme gelirsek; Xavier, anne babası boşanmış, hayatta ne yapması gerektiğini ya da ne istediğini sorgulayan bir genç. Xavier’in çok fazla sevmediğini ve sevilmediğini ilk sahnelerde anladığımız bir sevgilisi (Audrey Tautou) ve kaybolmuş bir benliği var. Babasının vasıtasıyla bulduğu bir iş vesilesiyle, İspanyolca öğrenmesi gerektiği için, kendini Erasmus programıyla bir yıl Barselona’da bulur. Xavier’in Barselona’da kaldığı ev ise; filmin kendisi gibi, ulus ötesi Avrupa kimliğinin neşeli bir metaforu olarak karşımıza çıkar aslında. İngiliz kadın Wendy, sanki topluluğun tam bir parçası değilmiş gibi biraz soğuk ve titizdir. Danimarkalı Lars, İspanyol kız arkadaşı Soledad ve İtalyan Alessandro’yu sürekli olarak gezinirken ve evde bir şeyler yiyip içerken izleriz. Alman Tobias, aslında bu ekibin en aklı başına ve çalışan kişisi olarak yer alır; en çok onu ders çalışırken görürüz hatta. Tüm hikayenin şekillendiği apartman dairesine sonradan gelen Xavier ise (Fransız) çok geçmeden bu mutlu ekibin bir lideri gibi konumlanmaya başlar. Filmin ve apartman dairesinin başrolü odur.
Filmin çekim tarzından kaynaklı olarak, başından beri Xavier’in yanında tüm bu olayları yaşıyor gibi hissederiz. Kamera hareketleri bize Xavier ile birlikte tüm Barselona sokaklarını tanıtır. Yabancı biri olarak, yaşadığımız evden uzaklaşıp yeni bir hayata adım attığımızda kendimizi önce bir karmaşanın içinde bulur; sonra da o karmaşanın bir parçası oluruz ya, L’auberge Espagnole de tam olarak o karmaşanın nasıl şekillendiğini anlatır bize. Xavier’in Barselona sokaklarıyla ilk tanıştığı anda kurduğu cümleler, aslında bu keşfin güzel bir özeti. “Bir şehre yeni geldiğimizde düzenli caddeler görürüz. Anlamı olmayan sıra sıra binalar vardır. Her şey bilinmez, ve bakirdir… Sonra insanlarla hikaye yaşayacağız, sonra burada yaşadığınız için her şey size ait olacak”
Barselona sokakları hayat dolu, bir düzen üzerine kurulmuş upuzun birbirini kesen nizami caddeler; pek çok Avrupa şehrinde görmediğimiz yormayan keyif veren bir hareket var. Eminim gerçek hayatta da Xavier gibi pek çok gence ilham ve arkadaş kazandırıyordur. Filmin sonunda açıkları olmayan bir gelecek istiyorum diye takım elbisesiyle koşan Xavier’i gördüğümüzde arkada çalan, içimizdeki o istekli/hayalleri olan genci hareket ettiren Que Viva La Noche’yi dinleyerek, L’auberge Espagnole için birkaç bilgi daha vermek isterim. 2002 yılında vizyona giren Fransız yönetmen Cédric Klapisch imzalı bu film, aslında bir üçlemenin ilk filmi. Diğer iki filmini sırf karakterler neler yapıyor görmek için izlemiştim, karakterleri sevdiğim için diğer iki filmi de keyifle izleyen biri olarak söyleyebilirim ki hiç biri L’auberge Espagnole değil. Ancak şöyle bir şey var; bene L’auberge Espagnole’yi izleyip diğer iki film olan Les Poupées Russes ve Casse-tête Chinois’i izlememek de hiç mümkün değil.
Vicky Cristina Barcelona
Woody Allen sinemasında şehirler, sadece filmin geçtiği yerler değildir; adeta bir başroldür. Mesela Allen’ın New York’u, Manhattan ve Annie Hall filmlerinden de bildiğimiz gibi kendine has özellikleri olan bir karakter olarak resmedilir. O nedenle Vicky Cristina Barcelona’daki Vicky (Rebecca Hall) ve Cristina (Scarlett Johansson) dışındaki diğer başrol, İspanyol karakterler olarak bu iki Amerikalının hayatına giren Juan Antonio Gonzalo (Javier Bardem) veya Maria Elena (Penelope Cruz) değildir. Vicky ve Cristina’nın yanındaki diğer başrol isminde de anlaşılacağı üzere kentin ta kendisi, Barselona’dır!
Filmde ilk olarak, birbirine zıt iki Amerikalı kadınla tanışırız. İki farklı bakış açısı, iki farklı karakter; Vicky ve Cristina. Katalan Kimliği üzerine tez yazan, yüksek lisansını tamamlamaya çalışan; aklı başında ve çizgileri daha sert olduğunu hissettiğimiz Vicky’nin yanında Cristina, hala kendini bulmaya çalışan, sanata aşık ama yeteneğini keşfedememiş daha maceraperest bir kadındır. Yazlarını Barselona’da geçirmek isteyen bu iki arkadaş, bir sergide ressam Juan Antonio ile tanışır ve aslında hikaye böyle başlar. Cristina’nın yönetmenliğini yaptığı ve başarısız olduğunu hissettiği 12 dakikalık kısa filmi ve konusu ile aslında filmde izlediğimiz hikaye ile örtüşür.
Cristina, kısa filminden “Aşkı tarif etmenin neden bu kadar zor olduğunu anlatıyor” diye bahseder. Tıpkı, Juan Antonio’nun hem Cristina ile hem de nişanlısıyla mutlu bir hayat planladığını düşünen Vicky’nin aşk hayatını etkilemesi ve tanımlanamaz bir şekilde ikilinin hayatında var olması gibi… Aşk Barselona’da her zaman tanımlandığından daha özgür, daha kırılgan ve daha sanatsal resmedilir. Özellikle Juan’ın eski eşi Maria Elena’nın da bu hikayeye dahil olmasıyla, delilik ve romantizm arasında Barselona sokaklarında dolaşırız. Allen’ın bu hikayesini farklı bir şehirde anlattığını düşünemiyorum diyebilirim.
Barselona seyahatinden sonra bu filmi yeniden izleyince, fark ettim ki Vicky Cristina Barcelona; İspanyol ezgileri ile izleyicisine çok güzel bir şehir turu attırıyor. Barselona’da bulunmaktan hoşlandığım tüm noktaları, filmdeki karakterlerle de tek tek yeniden gezdim. Gidip gördüğüm, ve sokaklarında pervasızca dolaştığım için; filmde, ilk izlediğimde aklımda kalan birkaç turistik yerden çok daha fazlasının olduğunu anladım. Woody Allen, şehirleri anlatmakta ve onları kişiliğe büründürmekte usta bir isim, ama dürüstçe söyleyebilirim ki Barselona bunun çok ötesinde bir şehir.
Şehirlerin her zaman kişiliği olduğuna inanmışımdır. Mutfağı, insanları, mimarisi, sokakları, müziği… Aslında bunların hepsi o şehrin karakterini oluşturan detaylar. O nedenle ki, farklı şehirlere/ülkelere seyahat etmek kadar, o şehirlerin içine işlediği hikayeleri okumak ve izlemek de bir o kadar cezbediyor beni. Yolunuz bir gün Barselona’ya düşerse, Parc Guell’den şehri izlerken benim gibi Xavier ve Vicky’nin hikayesini hatırlamayı atlamayın; tabii bir de her iki filmde de esas başrolü üstlenen Barselona sokaklarını adım adım arşınlamayı ve mümkünse birbirine benzeyen o güzel sokaklarda kaybolmayı unutmayın… Adiós!
Kapak Fotoğrafı: Vogue.fr
İlginizi çekebilir: Mag Porter’dan Barselona’da Yaşamak
İlk yorumu siz yazın!