Hayatta işler hep yolunda gitmeyebilir. Aranızın çok iyi olduğunu sandığınız bir arkadaşınız size sırtını dönebilir, kurduğunuz şirket hiç satış yapmayabilir hatta batabilir, o işi yaptığınızda çok mutlu olacağınızı sandığınız iş psikolojiniz açısından hiç olumlu sonuçlar vermeyebilir, çok büyük beklentilerle gittiğiniz tatilde otel berbat çıkabilir. Özellikle bu zamanlarda hep keşke başkasıyla arkadaş olsaydınız, şirket kurmadan yıllardır çalıştığınız işinize devam etseydiniz, istifa etmemiş olsaydınız, tatilde başka bir otel tercih etseydiniz gibi ihtimaller zihninizde belirir ve öyle olsaydı daha mutlu olacağınızı varsayarsınız ve tercih etmediğiniz ihtimallere üzülürsünüz. İşte bu tercih edilmeyen ihtimallerin her biri bizim “benim olmadığım yerler yemyeşil” fenomeni.

Benim Olmadığım Yerler Yemyeşil Fenomeni
Benim Olmadığım Yerler Yemyeşil Fenomeni | Fotoğraf: unsplash.com/@timswaanphotography

Benim Olmadığım Yerler Yemyeşil Fenomeni

Biz insanlar, maddi ve manevi bir piramidin çeşitli basamaklarında yaşıyoruz. Fakat bu piramidin hep tepesine doğru bakıyoruz. Bizden daha zengin olanları, bizden daha iyi bir çevreye sahip olanları, bizden daha güzel bir evi ya da arabası olanları, bizden daha güzel bağlantılara sahip olanları, bizden daha güzel bir işte çalışanları… Fakat buradaki “bizden daha güzel” acaba kime göre? Tabii ki bize göre. Başkalarının içinde bulunduğu şartları kendi perspektifimizden görüyoruz. Sırf statüsü veya maaşı sebebiyle “bizden daha güzel” olarak değerlendirdiğimiz bir işte çalışan insanın; akşamları eve geldiğinde ne kadar yorgun olduğunu, oradayken ne gibi mücadeleler verdiğini, mental olarak ne kadar yorulduğunu, tüm hafta sonlarını orada geçirdiği için içinde çok iyi hissettiği evinde sevdikleriyle ne kadar zaman geçirebildiğini, hatta aldığı maaşın taşıdığı bu yükü asla karşılamayacağını hissedip hissetmediğini bilmiyoruz. Dolayısıyla bize dışarıdan her yer “yemyeşil” görünüyor…

Benim Olmadığım Yerler Yemyeşil Fenomeni
Benim Olmadığım Yerler Yemyeşil Fenomeni | Fotoğraf: unsplash.com/@vishnuluke

Aslında aşağı doğru baksak herhangi bir konuda bizden daha dezavantajlı bir hayat yaşayan insanları göreceğiz. İlişkisi düzgün gitmeyenleri, mesleği konusunda henüz hiçbir deneyime sahip olamamış olanları, çok fazla çalışıp çok az para kazananları, çevresi tarafından hiç sevilmeyenleri ve yardım edilmeyenleri hiç ama hiç görmüyoruz. İşte psikolojide bu durumun adı “Benim Olmadığım Yerler Yemyeşil Fenomeni” Prof. Dr. Kemal Sayar’ın bir yazısından: “Dün genç bir meslektaşımla konuşuyorduk. “Pi’nin Hayatı” diye bir sinema filmi var. Çok enteresan bir film. Güzel ve simgesel anlatımları olan bir film. İşte o filmden etkilenmiş, diyor ki, “Hindistan’a gitmek lazım.” “Ben doğruyu bulmak için oraya kadar gitmeye razıyım” diyor. Ben de cevaben, “Ben gittim” dedim ve Hindistan’da göreceklerini anlattım ona: “Bir sürü fakir, sokaklarda yatıp kalkan adam, cüzzam yüzünden burnu ve elleri törpülenmiş insanlar, sokakta büyük bir pislik ve koku, bunun gibi bir sürü sıkıntılı manzarayla karşılaşacaksın. Aradığın hakikat Hindistan’da değil. Yani oranın sokaklarında dolaşarak hakikati bulamazsın, mutluluğa götüren yolu bulamazsın” dedim. Ama hepimiz, sanki bir yere gidersek bir şey bulacakmışız gibi, bir yanılsama içinde yaşayabiliyoruz.”

Minnet

Minnet | Fotoğraf: unsplash.com/@gabriellefaithhenderson

Minnet etmek, şükretmek, sahip olduklarıyla mutlu olmak aslında hepimizin dilinde olan ama bir türlü başaramadığımız şey olabilir. Ne kadar iyi şartlarda yaşarsak yaşayalım bizim yaşam standardımız mutlaka bir üstü var ve oraya hayranız. Acaba bir türlü bulamadığımız o mutluluk peşinde koşulması gereken bir şey mi? Yoksa söylendiği gibi o bir kelebek mi? Derler ki “Mutluluk bir kelebektir, siz onu kovalarsanız kaçar ama siz kendi işinizi gücünüzü keyifle yapmaya başladığınızda umulur ki, bir gün gelir omuzlarınıza konuverir.” Biz mutluluğun olmadığımız yerlerde olduğuna inandığımız her an başımızı oralara çeviriyor, kendi içinde olduğumuz mutluluk kaynaklarına hiç bakmak aklımıza gelmiyor.

Aslında minnet o kadar kıymetli ki son zamanlarda adını ajandalara bile vermiş bir kavram. Ama bunun aslında bir minnet ajandasına gerek bile yok, sabahları uyandığımızda içimizden minnet ettiğimiz birkaç şey saysak bile yeterli. Belki başlarda üç madde bile zor gelecek ama alıştığımızda birçok madde bulabiliyoruz. Hastalandığımız ve yataktan çıkamadığımız zamanlarda sağlığa minnet etmeye, çok yorulduğumuz zamanlarda dinlendiğimiz saatlere ya da bir derdimiz olduğunda yanı başımızda bizi dinleyen o kişiye bile minnet etmek hayata daha pozitif bir açıdan bakmamızı sağlayabiliyor.

Minnet | Fotoğraf: unsplash.com/@lazycreekimages

Hani çok iyi bildiğimiz bir hikaye vardır: “İnsanoğlu mutluluğu hep hor kullanıyormuş. Hep şikayetçi, hep bıkkınmış. Bir gün melekler mutluluğu saklamaya karar vermişler. Saklayalım, zor bulsunlar… Zor buldukları için belki de kıymetini bilirler diyerek nereye saklayacakları hakkında tartışmaya başlamışlar. Kimisi ”Everest’in tepesine saklayalım” demiş, kimisi ”Atlas Okyanusunun dibine” demiş. Taç mahal kubbesi, İtalyan sofrası, bir hastanenin yeni doğan odası, dondurma külahı, şarap şişesi, sigara paketi, lale bahçesi… Pek çok yer düşünmüşler ama hiç biri yeterince zor gelmemiş. Derken aralarından biri: ”İçlerine saklayalım” demiş. Kimsenin aklına gelmez içine bakmak…” Evet belki çok klişe ama mutluluğu ararken en son baktığımız yer içimiz.

Sosyal Mukayese Kuramı

Sosyal Mukayese Kuramı | Fotoğraf: unsplash.com/@nordwood

Her insanın içinde benzer karanlıklar var. Elimizde olmadan bir başkasıyla kendimizi kıyasladığımız zamanlar oluyor. Komşunun tavuğu komşuya kaz görünür derler ya, herhangi bir durumumuzdan şikayetçiyken bu durumun başka bir olumlu versiyonunu yaşayan insanın şartları hep daha cazip geliyor bize. 1954 yılında psikolog Leon Festinger yaptığı bir araştırmayla bu sosyal karşılaştırma davranışımızı “Sosyal Karşılaştırma Teorisi” (Social Comparison Theory) adı altında 9 maddeden oluşan hipotezleriyle literatüre kazandırıyor.

Festinger’e göre kişiler; bilişsel yetenekler, beceriler, yeterlilik düzeyleri gibi çeşitli konularda kendisini değerlendirme güdüsüne sahip ve bunu başkalarının özellikleriyle karşılaştırarak gerçekleştiriyor. Bu durumu ve teoriyi London Business School’da örgütsel davranış profesörü olan Thomas Mussweiler şu şekilde açıklıyor: “Kaçınılmaz olarak, başkaları hakkındaki bilgileri kendimizle ilişkilendiririz. Kim olduğumuzu, nelerde iyi olduğumuzu veya nelerde o kadar iyi olmadığımıza dair bir anlayış geliştirmenin en temel yolu budur. Yalnızca stratejik bir şekilde değil, aynı zamanda kendiliğinden ve otomatik olarak kendimizi başkalarıyla karşılaştırırken buluruz.”

Sosyal Mukayese Kuramı | Fotoğraf: unsplash.com/@saltsup

Farkında olmadan günlük hayatımızda birçok insanla karşılaştırıp iyi veya kötü hissediyoruz. Ama şunu da düşünmek gerek; bu insan benden şu yönüyle daha ileride ama bunu hayatının tümüne genelleyebilir miyiz? Ben ne zaman kendimi bir başkasıyla karşılaştırıp kötü hissetsem ona biraz daha geniş perspektiften bakıyorum ve bütünü görmeye çalışıyorum. Gözümü tek bir durumdan tümüne çevirdiğimde görüyorum ki karşımdaki benden daha iyi bir şirkette çalışıyorsa ailesiyle iletişimi çok kötü veya duygusal olarak hiç desteklenmiyor. Çok para kazanıyorsa sağlığı çok iyi değil ve tüm kazancını ve vaktini hastanede harcamak zorunda kalıyor. Anlıyorum ki hayatta herkesin kendine has bir mücadelesi var ve tek bir açıdan şanslı diye her açıdan şanslı değil.

The Science of Well-being

Benim Olmadığım Yerler Yemyeşil Fenomeni
Benim Olmadığım Yerler Yemyeşil Fenomeni | Fotoğraf: unsplash.com/@alesiaskaz

Uzun zaman önce Yale Üniversitesi’nin en popüler eğitimlerinden biri olan The Science of Well-being Coursera platformunda ücretsiz olarak yayınlanmış. Eğitim şimdiye kadar 4 milyonun üzerinde izlenmiş. Dilerseniz ekteki bağlantıdan eğitime ulaşabilirsiniz. Eğitim ücretsiz fakat bazı videolar Türkçe altyazılı olsa da dil genel olarak İngilizce.

Özeti ise şöyle: Bugün insanlara onları neyin mutlu ettiğini sorduğumuzda hepsi klasik yanıtları verecektir; iyi bir iş, çok para, mükemmel vücut, gerçek bir aşk… Peki bunlara ulaştığımız anda tattığımız o mutluluk hissi sonsuza kadar sürüyor mu? Fakat araştırma sonuçları gösteriyor ki bunların hiçbiri uzun süreli mutluluk sağlamıyor. Bu da bizi hedonik adaptasyon konusuna götürüyor.

Hedonik Adaptasyon

İnsanlar elde ettiklerinde çok mutlu olacakları şeylere sahip olunca bu yeni mutluluk standartlarına belli bir sürede adapte olur ve yeni referans noktaları bu standart olduğu için eski mutluluk seviyelerine geri dönerler. Dolayısıyla Harvard’ı kazanan kişinin mutluluğu tahmin ettiği kadar uzun sürmez çünkü kısa zamanda zor sınavlarla boğuşmaya başlar. Aynı zamanda sevdiği birini kaybeden kişi mutsuzluktan öleceğini düşünür fakat hayatın bu getirisine de zamanla alışır. Çok mutlu olacağımız şeyler yaşasak bile tüm hayatımız bunlardan ibaret değil. Gün içinde birçok şeyden etkilenebiliyoruz ve tek bir duyguya sahip olmak mümkün değil. Çok güzel bir yemeğin bile zevki doyana kadar sürüyor. Yani sahilde gördüğümüz o kocaman yalılarda denizi görerek uyanan insanların çok mutlu olduğunu düşünsek de onlar da bir süre sonra bu standarda alışıyorlar ve belki bir süre sonra sabah uyandıklarında camdan bakmak akıllarına bile gelmiyor…

Kapak Fotoğrafı: unsplash.com/@alesiaskaz

İlginizi çekebilir: Nesliay Balcı’dan Maskeli Depresyon