İlk yorumu siz yazın!
Keşif Sineması: Big Eden
Big Eden 2000’li yılların başından günümüze eşcinsel sinemanın aldığı yola dair fikir edinmek adına güzel bir izlek. Sadece onun için değil, hikâyesini anlatıştaki içtenlik ve eşcinsel sinemanın çoğu zaman çok uzağında kaldığı aile sıcaklığı için. Evet, belki Big Eden hayali bir Montana kasabası olabilir, yine bu anlamda içerdiği hoşgörü dozajı gerçekçiliğe nanik çeken masalsı bir tat taşıyabilir. Ama yine de bu, cinsiyeti ne olursa olsun tanrının bahçesinde yaşanabilecek aşkların her türlüsü için geleceğe umutla bakan bir film.
Thomas Bezucha’nın yazıp yönettiği yapım katıldığı pek çok festivalden ödülle dönüp alkışlanmış. Elimizde sentimental, izleyicisini yumuşatıp kalbine seslenen, bu arada da ağzına bir lokma leziz turta sıkıştırıp gönlünü hoş tutan bir film var. Cinsel keşif ve ten duyumunun bakışlar, dokunuşlar ve öpüşmenin ötesine geçmediği, sınırları, derinliği belli bir dağ gölünde yüzüyoruz. Eşcinsel temalı filmler diye bir ayrım yapmaya karşı olsam da aynı kulvarda günümüz filmlerinin yaptıklarını görüyoruz. Amerikan sineması ile Avrupa sineması üzerinden anakronik bir kıyas olacak belki ama La vie d’Adele (2013) ve L’inconnu du lac (2013) gibi geçtiğimiz yılın çok ses getiren LGBT temalı filmlerin ne kadar cüretkâr ve cinsel aktarımlarda ne derece gözüpek olduğuna tanık olduk. Bu elbette sağlıklı bir ilerleme, çekinmesiz. Bu anlamda Big Eden suya sabuna dokunmuyor denebilir. Dokunmasına da gerek yok çünkü ellerini de kirletmiyor. Belki de film bu yüzden değerli. Bu tarz filmlerin diğer tüm cinsi faaliyet içeren örneklerde olduğu gibi teşhire bel bağlayan düzeneği burada işlemiyor. Öncelikle güzel insanların filmi bu. Rötuşlanmış, ruhsuz, içi boş mankenlerin, taş vücutlu buz parçalarının filmi değil. Saman alevi misali aniden parlayıp sonra sönen tek boşalımlık zevklerin filmi değil bu.
Henry Hart bir ressam. New York’ta mütevazi bir yaşam sürerken kariyerini ilgilendiren belki de en önemli anda, sergi açılışından bir gün önce kendisini büyüten büyükbabası Sam’in hastalandığı haberini alıp bir süreliğine evine, kasabaya dönmeye karar veriyor. Bu durum, büyük şehir, yalnızlık, ve resimlerini içeren önceki hayatının üzerine bir nokta mı, yoksa uzun süreli bir ese sebep olan bir virgül mü koyacak belirsiz. Şu var ki kasabada onu müthiş bir ilgi ve sıcaklık karşılıyor. Neredeyse herkes geldiği için şükredecek. Koca bir eksik onunla dolmuş gibi. Büyükbabanın da onun gelişiyle sağlık durumu toparlıyor. Fakat ortalığın karışmasına sebep olan şey Henry’nin çocukluk arkadaşı, karşılıksız aşkının odağı Dean’in de kasabada olması. Dean evlenip ayrılmış, iki oğlu var. Henry ve Dean yakınlaşırlarken kasaba marketinin sahibi, yine Henry’nin çocukluk hatıralarında belli bir yeri olan Pike da bu yumağa dahil oluyor. İç içe geçmiş cevapsız kalmış sevgiler, gereğinden fazla beklemiş, beklemekten bıkmış sevenler. Tüm bu üstü örtük ilişkilerin yanında Henry hâlâ büyükbabasına açılamamış. Gecikmiş bir ortaya çıkış hikâyesi Big Eden. Henry’ninki şanslı bir yerini buluş aynı zamanda.
Bezucha’nın filmi oyuncularının gösterişsiz, içtenlikli oyunlarıyla sağladıkları kimyanın yanı sıra Montana’nın doğal güzelliklerini de kendine mesken ediyor. Yine, görselliğe katkı sağlayan ressamlık ve ahçılık heveslerinin filme katkılarını unutmamak gerek. Güzel gözüken, yönetmenin çok fazla ön plana çıkmadığı ki zaten çıkmasına da gerek olmayan bir dramedi bu film. Oyuncular arasında ismi bilindik tek kişi kasabanın yaşlı öğretmeni, Henry ve büyükbabasının dostu Grace rolünde Louise Fletcher. Nurse Ratched olarak One Flew Over The Cuckoo’s Nest (1975) ile Oscar almış aktrisi görmek keyifliydi. Hatta çok fazla görev düşmese de film için garip bir tampon rolü oynadığını düşünmeden edemiyorum. Filme tuhaf bir kuvvet, çevresindeki performanslara etkileyici bir inandırıcılık katmış. Hani onu görüp de daha istekli oynamışlar gibi.
Big Eden’ın hep benimle kalacak sahnelerinden biri şükran günü yemeğindeki bakışlar. İkiyken üçlenen, dörtlenen susamış gözlerin çıplak vücutlardan çok daha etkili olduğunu düşünmüşümdür hep. Her şeyin farkında olup saygıyla sessizliklerini koruyan kasaba sakinlerini de unutmayacağım. Sonra Grace’in bir anne edasıyla “seni bulmamıza izin ver” deyişini. Çünkü bu aynı zamanda bir eve dönüş öyküsü. Pike’ın Henry’nin bir tablosu üzerinden anlattığı aç çocuklar ve yıldızlarla ilgili mit filme o kadar güzel işliyor ki. Acıkan yıldız çocukların gökten köylerine geri düşmeleri… Gidip geldiğimde, herkes için bu böyle, gidip döndüğümde, tekrar evime, beni sevenleri bulabilmeyi isterim, sevildiğimi görebilmeyi. Beni sevenleri, ve koşulsuz kucaklarını açıp beni beklemiş olanları. Acımasızca belki terketmek. Ama başka türlü büyünmüyor.
“Görmüyor musun burada Tanrı’nın ne güzel bir iş yaptığını
Seni ne güzel yarattığını görmüyor musun?”
Sen de bir Magger olmussun! Cok sevindim, eline saglik. Devamini merakla bekliyorum 🙂
🙂 Teşekkür ederim Canan!