Bir Kasabadan Çok Daha Fazlası: Paris, Texas!
Lafı dolandırmayacağım, yol filmlerine bayılıyorum. Birçok kişi Sideways’i sıkıcı bulurken ben filmi bir sonraki izleyişimin hesaplarını yapıyordum. Ben yolculukların insanı değiştirdiğine inanıyorum. En son şehirlerarası yolculuğunuzu, başınızı arabanın camına dayayıp geçmişinizi, geleceğinizi ve şimdinizi düşündüğünüz anları… Ben yolculukların insanların yaratıcılığını beslediğini de düşünüyorum, insan kendi kendi ile baş başa kalıyor ve hayatı ile ilgili objektif bir hesaplaşma sürecine giriyor. İşte yol filmlerini bu yüzden çok seviyorum. Genelde karakterlerin birbirlerini daha yakından tanıdığı, süreçte birçok ilginç anı ve güzellik biriktirebildikleri olayları içerdiği için.
Paris,Texas; yukarıda anlattığım yol filmlerinden biraz daha farklı, tam olarak bir yol filmi bile diyebilir miyiz konu itibari ile, emin değilim. Tek bildiğim, Paris,Texas’ın şu ana kadar izlediğim en güzel film oluşu ve beni derinden etkilediği. Bu konuda yalnız olmasam gerek, “Closer”, “Sing” ve “Why Does It Always Rain On Me” gibi ünlü şarkıları ve daha fazlası sayesinde hayranları olduğumuz Travis grubu ismini bu filmin ana karakterinden almış. Yetmez… U2 da, The Joshua Tree albümleri sırasında Paris,Texas filminin kendileri için önemli bir ilham kaynağı olduğunu söylemiş. Bir film nelere kadir… Kurt Cobain de zamanında kendisi için Paris,Texas’ın tüm zamanların en favori filmi olduğunu söylemiş.
Film, hafızasını kaybetmiş bir adamın, Travis’in, Mojave Çölü’nde amaçsızca yürümesi ile başlıyor. Aslında çok da amaçsız olduğu söylenemez, nitekim su aradığını öğreniyoruz hemen. Travis, bir doktor tarafından bulunuyor ve üzerinden bir telefon numarası çıkıyor. Bu telefon numarasının Travis’in çocuğuna son 4 yıldır kol kanat germiş kardeşine ait olduğu ortaya çıkıyor ve olaylar da gelişmeye başlıyor. Yolda Travis’in hafızası yerine gelmeye başlıyor, 4 yıldır görmediği şu an 7 yaşındaki oğlu Hunter ile de yeniden ilişki kurmaya çabalıyor. O sırada bir figürün resimde eksik olduğunu fark ediyoruz: anne. Sahi, anneye ne olmuştu ya da şimdi nerede?
Film hakkında çok şey anlattığımı düşünmeyin, nitekim filmin ciddi anlamda başlarından birkaç bilgi verdim sadece, benden nefret etmeyin 🙂 Bir önceki paragraf sizi yanıltmasın, “Paris,Texas” kesinlikle ağlak bir film değil. İşlediği konuya realist bir bakış açısı ile bakıyor, kesinlikle romantik değil. Baba ve oğlun arasındaki bağ, onları o bağı tekrar kurmaya çalışırken izlemek, aşkın ve sevginin en saf halinin yaratabileceği uç durumlar, kardeşinin çocuğuna aile olmuş bir çift… Bu filmde içinizi ısıtacak, sizi gülümsetecek o kadar çok alt tema ve detay var ki. Filmin sonundaki o meşhur dialog, o dialog sırasındaki çekimler gerçek anlamda insanın içine işliyor, filmi hafızanızın bir köşesine kazıyor. Büyülü bir film Paris,Texas, hayatla ilgili bir şeyler söyleyen ve bunu yaparken de samimiyetini bozmayan bir film. Travis’le sonsuza kadar empati kuracağım ve ona hep üzüleceğim.
Duygu dünyama kattıkları bir yana, bu film benim Wim Wenders ile tanışmamı sağladı. İsmini Texas’taki bir kasabadan alan Paris,Texas, benim sürekli kendini güncelleyen listemde teknik anlamda da üst sıralarda. Kamera ile yapılan bin bir aksiyondan bahsetmiyorum, teknik anlamda sade ve mütevazi çalışıldığı yeterince belli oluyor ama ortaya çıkan sonuç için etkileyici kelimesi çok sönük kalıyor. Wim Wenders, doğa manzaralarını yansıtma konusunda bir uzman zaten.
Wim Wenders aynı zamanda fotoğraf da çeken bir yönetmen ve yine şans benden yanaydı ki, kendisinin “Pictures From the Surface of the Earth” başlıklı çalışmalarının bir kısmı Nişantaşı Dirimart’ta sergileniyordu. Sergideki fotoğraf sayısı biraz azdı ancak büyülenmem için yeterli idi tabii ki. Fotoğraflar, sanki dünyanın en ücra köşesinden kopup gelmişler gibi ama bir o kadar da tanıdıklar. Travis gibi başıboş yürümek geldi içimden fotoğrafların çekildiği yerlerde. Yazıyı sonlandırmadan önce, serginin basın bülteninde de yer alan Wim Wenders’ın bayıldığım sözlerini alıntılamak istiyorum.
“Çok seyahat ettiğinizde, sadece gezinmeyi ve kaybolmayı istediğinizde kendinizi en garip yerlerde bulabilirsiniz. Yer ve mekan kavramları beni hep cezbetmiştir. Bir haritaya baktığım anda bile oraları bilmediğim ve hiç bulunmadığım halde dağların, köylerin, ırmakların, göllerin isimleri veya oluşumları beni heyecanlandırmaktadır. Olması gereken yerlerde olmayan nesneler için hislerimi keskinleştirmiş gibiyim. Herkes, daha ilgi çekici gözüktüğü için sağa dönmeyi tercih ederken ben sola dönerim. Çünkü orada hiçbir şey yoktur! Bunun sonucunda mutlaka kendimi beni etkileyen bir yerin karşısında bulurum. Bilmiyorum ama, içimde tamamlanmamış bir radar var ve beni tuhaf bir şekilde sessiz, ya da sessizce tuhaf olan yerlere yönlendirmekte.”
1984 yılında Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ödülünü almış ve sanat dünyasının önemli isimlerine ilham kaynağı olmuş Paris,Texas’ı izlemenizi büyük bir samimiyetle öneriyorum. Aynı zamanda Wim Wenders’ı da keşfedin derim, çok güzel bir internet sitesi var, fotoğraflarını kendi açıklamaları ile yayınlıyor hem de.
Yönetmenin diğer filmlerinden de övgüyle söz ediliyor. Aynı zamanda Buena Vista SocialClub ve Pina gibi belgeselleri ile de çok yönlü kişiliğinin altını çiziyor.
Klişe deyimi ile içinizi ısıtacak bir film Paris, Texas. Sağa değil, sola döndüğünüz bir gün izlemenizi tavsiye ederim!
İlk yorumu siz yazın!