Bir New York Tutkunuyla Şehre Bakış Vol.2
Yazının ilk bölümünü buradan okuyabilirsiniz.
1. Gün: Flatiron’dan Rockefeller Center’a
İlk günün gezi rotası Flatiron Binası’ndan başlıyordu. Flatiron, yapıldığı dönemin mimarisinde çığır açan bir gökdelen ve çelik konstrüksiyonun kullanıldığı ilk bina olma özelliği taşıyor. Bina, yapı olarak ütüyü andırdığı için bu ismi almış, semt de ismini bu binadan…
Daha sonra binanın çaprazında yer alan Lego Store’dan ufak bir alışveriş yapıp yaklaşık 13 blok ötedeki Morgan Müzesi’ne yürüdük, kulağa uzun gelebilir ama şehrin sokakları o kadar güzeldi ki yürümek asla külfet olmayacak inanın. Müzede Rembrandt’ın ilk başyapıtını, eserin hazırlık sürecine ait çizimleri ve ressama ait bazı eskizleri gördük. Size tavsiyem şehre gitmeden önce müze ve galerilerde gideceğiniz tarihlerde nelerin sergileneciğini araştırmanız ve ziyaretlerinizi ona göre planlamanız yönünde olacak.
Oradan da 5 blok ötedeki Grand Central Terminal’a geçtik. Terminalin önünden NY mimarisi adına önemli bir bina olan şehrin sembollerinden Chrysler Binası’nı da görmeniz mümkün. Terminalin içindeki kafede sandviç (tavuklu sandviçleri mükemmel) ve kahveyle enerji depoladıktan sonra içeride ufak bir gezinti yaptık ve 5. Cadde’de yer alan NY Halk Kütüphanesi’ne doğru yol aldık. Kütüphane’nin büyük bir kısmının restorasyonu Ekim’de biteceğinden yalnızca belli kısımları gezebildik. Kütüphane içindeki mağaza inanılmaz güzeldi; oradan kitap ve poster alışverişimizi yaptıktan sonra kütüphanenin arkasında yer alan Bryant Park’a geçtik. NY’taki küçük ölçekli parkların en güzeli bana sorarsanız. Orada güzelce dinlendikten sonra Times Meydanı’na geçtik, filmlerdeki kadar büyüleyici gelmese de cidden enerjik bir yer (devam eden inşaat yüzünden böyle gelmiş olabilir). Bir süre turist olduğumuzu epey belli eden şaşkın bakışlarla etrafı izledikten sonra dansçıların gösterisini izledik ve oradan M&M’s Store’a geçtik, muazzam kalabalık yüzünden elimiz boş çıktık.
Sırada ise günün son durağı olan Rockefeller Center vardı. Bir dönemin işsizlik sorununu 225 bin kişilik bir istihdamla çözdüğü bilinen Rockefeller Center, her noel şehrin en büyük noel ağacını süsleyerek birçok ziyaretçi çekmekte ve filmlere konu olmakta. Biz de Top Of the Rock olarak anılan, binanın en üst katından günbatımında şehir manzarasını izlemek üzere oradaydık. Manzara seyretmek için Empire State’i değil de Rockefeller’ı tercih etmemizin sebebi park ve midtown’ı aynı anda izleme imkanı sunması ve en en en üst katta camsız bir bölmeden özgürce seyir şansı vermesiydi. Tercihimizi doğru yaptığımızı güneş batarken daha iyi anladım. Manzara cidden nefes kesiciydi.
2.Gün: 5th Avenue’dan Metropolitan Müzesi’ne
2.güne Carrie Bradshaw’ın Mr.Big’i evliliğe uğurladığı Plaza Hotel’in önünden başladık. Akabinde hemen otelin karşısında yer alan camdan küp girişiyle bir hayli meşhur Apple Store’a girdik, oradan da 5th Avenue’yu Metropolitan Müzesi’ni ziyaret etmek için yukarıya doğru takip ettik.
Biz yine sokakları gezme amaçlı müzeye yürüyerek gittik ancak yaklaşık 30 blok uzaklıkta olduğundan epey yordu. Ki MET’i gezmek başlı başına yorucu bir aktivite olduğundan bu durum verimimizi düşürdü. Bu arada MET’e en az 5-6 saat ayırmanız ŞART. Her yerini gezmeyi bırakın, çok görmek istediğim kısımlara bile yetişemedim. İçeride tarih öncesi kalıntılardan, modern sanat tablolarına ve süreli sergilere kadar pek çok şey görmek mümkün. Müzenin mağazası da en az müze kadar dolu ve zengin çeşitlilikteydi, buradan da kitap, hediyelik alışverişi yaptık.
Müze kapandıktan sonra niyetimiz yiyecek bir şeyler alıp Central Park’ta piknik yapmaktı ancak birden bastıran yağmur sebebiyle bulduğumuz ilk kahve dükkanına sığındık, kahvelerimizi içtikten sonra da evimize döndük.
3.Gün: Central Park’tan Upper East Side’a
3.gün evimizden yürüyerek Central Park’a, oradan da Upper East Side’a yani parkın doğusuna geçtik. İlk durağımız Estée Lauder markasına ismini veren Estée’nin oğlu Ronald Lauder’e ait Neue Galerie’ydi. Galerinin bir kısmı tadilatta olduğundan Klimt eserleri ve tasarım adına birkaç önemli eser gördük. Galerinin altında yer alan Café Sabarsky’de Avrupai bir dekorasyon eşliğinde birer kahve içip hemen yakındaki Cooper-Hewitt Tasarım Müzesi’ne doğru yol aldık.
Gezmekten en keyif aldığım müzelerden biri olan bu küçük müze, aynı zamanda ziyaretçisiyle inanılmaz interaktif. Girişte elinize verilen elektronik kalemle beğendiğiniz eserleri işaretliyorsunuz(elektronik olarak) ve daha sonra kaleminizin koduyla müzenin sitesinden eserlere tekrar bakma şansınız oluyor. İçeriye gelecek olursak; tasarım tarihine ufak bir gezinti yaptık desem yeridir. Onun dışında süreli bir PIXAR sergisi ve elektronik kaleminizle kendi duvar kağıdınızı çizip müzenin duvarına yansıtabildiğiniz bir kısım vardı. Mağazasında ise harika tasarım ürünleri ve coffee table book olarak anılan sanat kitapları vardı. Bahçesi ise tek kelimeyle inanılmaz, NY’ta yaşıyor olsam kitabımla defterimle bu müzenin bahçesine gelip saatlerimi rahatlıkla yerdim bu kesin.
Günün son durağıysa Guggenheim’dı. Nezdimde mimari bir başyapıt olan binanın kenarındaki köşesindeki her detaya ayrı ayrı bayıldım. Hatta müzeye ait fontu en kısa zamanda bilgisayarıma indireceğim. Ancak üzülerek söylemeliyim ki içerideki eserler ne yazık ki bina kadar güzel değil. Mağazası da diğer müzelere göre daha pahalı.
4.Gün: Chelsea’den Bedford Sokağı’na
4.gün gezimize Chelsea’den başladık. Eski bir metro ağının kullanıma kapatıldıktan sonra yüksek bir yürüyüş yolu haline getirilip aynı zamanda açık hava müzesi gibi kullanıldığı oldukça keyifli bir yol olan High Line’da yürüyüş yaptık. Cidden kaliteli bir kamusal alan yaratılmış. Arada kahve içebileceğiniz, yemek yiyebileceğiniz mekanlar ve “stall”lar vardı. Ben daha önce listeme almış olduğum şehrin iyilerinden Blue Bottle Coffee’yi seçtim ama o kadar susamıştım ki sonradan pişman olmakla birlikte kahve yerine limonata tercih ettim.
Yolun sonunda Whitney Müzesi vardı. Müzeye inen merdivenlerden de karşı binanın duvarındaki bir JR işiyle “göz göze geldim”, literally (fotoğrafa bakınca anlayacaksınız). Müzede Basquiat, Mappelthorpe, Richard Avedon eserleri; gördüğüme sevindiklerim arasındaydı. Ayrıca epey güzel bir terası da var müzenin. Buranın da mağazasını pahalı bulduğumdan alışveriş yapmadan çıktım.
Oradan yürüyerek Magnolia Bakery’nin ilk ve Sex And The City’de gördüğümüz şubesine ev sahipliği yapan Bedford Sokağı’na geçtik. Geçerken pembe rengi ve Fas evlerini anımsatan mimarisiyle Palazzo Chupi’yi de görmüş oldum. Magnolia Bakery’de vanilyalı cupcake ve meşhur muzlu puding yiyip kahve içtik. İçerisi çok küçük olduğundan oturacak bir yer yok ancak mekan o kadar keyifli ki başka bir şubesinde bu tadı almayacağınıza garanti verebilirim. Muhit de cidden muazzam güzel belki de yağmur yağdığından bir başka gelmiştir bilemiyorum.
Bir Sex and the City hayranı olarak, buraya kadar gelip Carrie Bradshaw’ın evini ziyaret etmeden olmazdı. Oradan yemek yemek için 8th Avenue üzerinde bir Akdeniz restaurantına girdik; falafel , humus benzeri atıştırmalıklarla enerji depolayıp dışarıdaki yağmur sebebiyle evimize dönmek üzere yola çıkmıştık ki Friends dizisinin çekildiği evi görmek için Bedford Sokağı’na geri döndük. Sanırım oralarda yaşamak için epey şeyden vazgeçebilirim.
İlk yorumu siz yazın!