Bir New York Tutkunuyla Şehre Bakış Vol.3
Yazının ilk bölümünü buradan, ikinci bölümünü buradan okuyabilirsiniz.
5.Gün: MAD’den MoMA’ya
5. güne Upper West’teki Museum of Arts and Design’da başladık. Grafik tasarım tarihinde mihenk taşı sayılabilecek çalışmaları içeren Eye for Design sergisini, Studio Job MAD HOUSE çalışmalarını da içeren 6 katlık seyahatin sonunda müzenin en üst katında yer alan, sanatçı ve tasarımcıları iş üstünde görüp sohbet edebileceğiniz atölyeleri gezdik.
Oradan çıkıp yürüyerek MoMa’ya doğru yol aldık. Yol üstünde 70’lerin NYC gece hayatında oldukça önemli bir yere sahip olan Studio 54’ü ve şehrin simgelerinden HOPE heykelini görmek mutlu etti. Şehri yürüyerek gezmek bence inanılmaz keyifli, aklınızda olsun.
MoMa, inanılmaz bir ziyaretçi sirkülasyonuna sahip, oldukça büyük bir müze. Tüm çalışmalar içinde ilgimi çekenleri saymam gerekirse; ziyaretçiyi Dada akımının başlangıcına götüren arşivle başlayabilirim. Sonrasında, günümüzde sanat ve tasarım dünyasının merceğinde olan mültecilerin yolculuklarını bir harita üzerinde işaretledikleri çoklu video yerleştirmesi cidden oldukça etkileyiciydi. Onun dışında Van Gogh, Klimt, Kahlo, Dali gibi ressamların tabloları ve grafik/endüstriyel tasarım adına oldukça önemli yere sahip eserleri de görmüş oldum. Ancak ne yazık ki kapanış saati yüzünden yine işlerin bir kısmını göremeden müzeden ayrılmak zorunda kaldım. Bu arada merak edenler için müzenin mağazası da en az müze kadar zengin bir yelpazeye sahip.
Buradan da Times Meydanı’na yürüdük, niyetimiz meşhur pastacı Carlos’un Bakery’sinden bir şeyler yemekti ancak kapıdaki kuyruğu görünce elimiz boş dönmek zorunda kaldık.
Hayranı olduğum Chrysler Binası’nı ve yanında Grand Central Terminal’ı akşam ışıklarıyla gördükten sonra da evimize geri döndük.
6.Gün: Brooklyn’den Wall Street’e
Tadaaa! Bugün artık Manhattan’daki muazzam rüyayı bırakıp Brooklyn’e geçme zamanıydı. Metroyla Downtown’a inip Brooklyn Köprüsü’nden manzara eşliğinde şehrin doğusunda kalan Brooklyn’e yürüdük. Gidişte köprüden yürüyerek geçmek mantıklı çünkü dönüşte o yorgunlukla bünye kaldırmayabilir. Köprüden sonra Dumbo bölgesine inmiş oluyorsunuz, biz oradan Brooklyn Bridge Park’a inip Manhattan manzarasını izledik.
Daha sonra iç kısımlara ilerleyerek yemek için mekan aradık. Bu kısım biraz talihsiz oldu zira epey acıkmıştık ve bizi bekleyen onca mekana rağmen (Five Leaves gibi) yemek yemek için daha içeriye gitmeye biraz üşendik. Dumbo’daki Love and Dough isimli pizzacıda fazlasıyla lezzetli pizzalarımızı yedik.
Sonra metroyla Brooklyn’in hip bölgesi Williamsburg’e geçtik. Ya da en azından öyle zannediyorduk. Williamsburg oldukça büyük olduğundan metroyla yanlış yerde indiğimizi yürürken fark ettik. Cidden ürkütücü mahallelerden geçince bir an önce Manhattan’a dönmek için metroya doğru yol aldık. Listemde yer alan Urban Jungle’a ve başka birkaç vintage mağazasına daha girip küçük alışverişler yaptıktan sonra metroyla Manhattan’a geçtik. Metro seferleri bazı akşamlar biraz garip işliyor. Gideceğiniz yerden bambaşka yerlerde bulabiliyorsunuz kendinizi, o yüzden en azından akşamları trenlere sorarak binmenizde fayda var.
Manhattan’a dönünce dünyanın en önemli finans bölgelerinden Wall Street’e indik. Financial Patisserie isimli pastanede kahve ve minik pastalar yedikten sonra limana indik ve akşamüstü feribot turuna katılmak üzere gemimize bindik. Şakacı rehberimiz ve içecek ikramı eşliğinde skyline’a ve NYC’ye dair önemli bilgiler alarak Özgürlük Anıtı’na kadar gidip adaya geri döndük. Bizce anıtı uzaktan görmek yeterliydi ama dileyenler anıtın bulunduğu adaya seyahati içeren feribot turlarını da tercih edebilirler.
7.Gün: SoHo’dan Tribeca’ya
Bugünki rotamızın başlangıcı Washington Square Park’tı. Küçük ama güzel bir park. Burada fazla oyalanmadan SoHo’ya doğru devam ettik. SoHo’da Evolution isimli çok enteresan bir dükkana girdik. İçinde çeşitli fosiller, göktaşı parçaları, kurukafalar, deniz yıldızları satılıyor. Yolu düşenler mutlaka uğramalı.
SoHo’da pek çok zincir mağazayı gezdikten sonra Little Italy’ye yöneldik ve uzun zamandır görmek için sabırsızlandığım Greecologies’e geldik. Greecologies arka bahçesiyle meşhur bir Greek yoğurtçusu ve kahveci. Ayrıca matcha ve sağlıklı atıştırmalıklarıyla da ünlüler. Ben incirli cevizli, ablam ve babamsa kuru domatesli yoğurt tercih ettiler. Yanında ikram edilen nane ve salatalıklı su da tüm yorgunluğumuzu aldı. Bu arada matcha içecekler için yine aynı güzergahta yer alan Cha Cha Matcha tavsiye edilebilir.
Amma velakin Little Italy’ye gelip pizza yemeden dönmek olmazdı, biz de öyle yaptık. Karnımız doyunca yakındaki Chinatown’a geçtik. Bu iki bölge cidden enteresan. Koskoca şehrin içinde kendi kültürlerinden vazgeçmeyen insanları görmek hoştu. Chinatown’daki seyyar tezgahlardan Rambutan ve Dragon Fruit alıp bölgenin meşhur parklarından birinde yerel müziklerini dinledik. Herkes parkta oturmuş dama, satranç oynuyor ya da sohbet ediyordu. İşte New Yorkerların en güzel yanlarından biri de herkesin işinde gücünde olması ve başkalarıyla kendilerinden fazla meşgul olmamaları.
Sonraki durağımızsa 9/11 Müzesi’ydi. Müze dedim ancak biz müze kısmını gezmeyip sadece anıtı ziyaret ettik. Cidden inanılmaz etkileyici bir anıt. Fotoğrafları ve videoları ne yazık ki gerçeği kadar vurucu değil.
Müzeye TriBeCa üzerinden giderken solunuzda beyaz bir kartalı andıran bir yapı dikkatinizi çekecek, bu yapının ismi Oculus. Biz inşaatların altında olduğundan ziyaret edilebildiğini düşünemedik ama gidenlerin mutlaka görmesi gereken bir yer. İstasyon olarak tasarlanan Oculus’un içinde bir alışveriş merkezi de bulunmakta. Günü bu şekilde noktalamış olduk.
8.Gün: Coney Island
8.günün rotası yine metroyla Brooklyn’e uzanıyordu ancak bu sefer adanın ucuna, Coney Island’a.
Coney Island Lunaparklarının, Türkiye’deki eğlence parklarına Lunapark denmesinin sebebi olduğunu belirterek başlayayım söze. Adadaki eğlence anlayışı çok eskilere dayanıyor. Daha önceleri Freak Show denen doğuştan birtakım uzuv eksiklikleri ya da fazlalığı olan insanların sergilendiği ve gösteriler yaptırıldığı şovlarla meşhurmuş. Şimdilerde ise 3-4 ayrı işletmeden oluşan koca bir lunaparklar diyarı. Bu parklarda Work and Travel’la ülkemizden çalışmaya giden pek çok kişiyle karşılaştık. Bize ufak kıyak yapanlar olmadı değil.
Eğlencenin dışında okyanusa kıyısı olduğundan sahiliyle de meşhur bir yer burası. Yani eğlenmeye gelirken mayolarınızı yanınızda getirerek okyanusta yüzmeyi de deneyimleyebilirsiniz.
Son olarak Coney Art Walls denen bir sanatsal kısım da var adada. Pek çok sanatçının bir alana yerleştirilen boş duvarlara yaptıkları duvar resimlerini bir arada görmeniz mümkün. Soranlar için Coney Island turumuz Lana Del Rey kliplerinden daha eğlenceli geçti, o kesin. Adadan Manhattan’a geri dönüp özlediğimiz Türk yemeklerini yemek üzere Columbus Meydanı yakınındaki Aba Restaurant’a geçtik. Yemek ve demlenmiş çaydan sonra evimize dönmeye hazırdık.
İlk yorumu siz yazın!