Brave New World: Kitap ve Diziye Dair Bir Analiz
Brave New World -Türkçesiyle Cesur Yeni Dünya- Aldous Huxley tarafından 1932 yılında yazılan, 2020 yılında ise dizi uyarlaması yapılan bir kitap. Bu yazımda bilim kurgu, distopya dizisi olan Brave New World ile Huxley tarafından yazılan kitabın karşılaştırmasını yapacağım. Cesur (brave) kelimesinin Shakespeare döneminde “güzel” anlamında kullanıldığı da bilinir. Dolayısıyla Brave New World’e öteki anlamıyla “güzel dünya” da diyebiliriz. Peki Huxley’in bu dünyası sahiden de güzel midir?
Kitabı okuyanlar veya diziyi izleyenler bilir ki; bu distopya içerisindeki olası her türlü negatif unsur kendini bertaraf eder. Sistem rahatsız edici ölçüde mükemmelliğe dayanıyor da denilebilir. İkili ilişkiler kuvvetli duygusal bağlarla bağlı değildir. Bireyler arasında husumet, kavga veya kin gibi olumsuz duygular görülmez. Sevgili anne, baba gibi ailesel veya duygusal bağlar da bulunmaz. Hem kitapta hem dizide görebiliriz ki bu bağların yerini bireysellik alır. “Herkes herkese aittir” mottosu hüküm sürer. Her fırsatta duygusal yakınlaşmanın kötülüğü vurgulandığı için kişiler kendilerini bu tip bağlardan sakınır. Kötü duyguların tesiri altına düşmemek için “soma” kullanılır. Bireylerin yaşam döngüsü; yan etkileri indirgenmiş uyuşturucu görevi gören “soma” zevki ile herkesle cinsel birliktelik kurma arasında geçer.
Editör Notu: Yazının devam eden bölümlerinde spoiler bulunabilir. Dilerseniz diziyi izledikten sonra bu yazıya tekrar dönebilirsiniz.
Kısacası toplum hazcı (hedonistik) bir hayat tarzı benimser. Olumsuz bir durumda soma ilacı bütün dertlere deva tadında kendini gösterir ve statüko korunur. Soma tesiri altındaki kişiler olaylar karşısında umursamaz bir hale gelir ve böylelikle sistemi zora sokacak vaziyetler ortadan kalkmış olur. Peki bu denklemde hayat güllük gülistanlıktır mıdır? Bana kalırsa, hayır. Huxley’nin yarattığı hedonistik toplum düzeninde, Shakespeare’den yapıldığı düşünülen güzelleme, anlam bakımından tartışmaya açıktır. Neticesinde yumurtayla spermin laboratuvar ortamında birleştirilmesinden oluşmuş insanlar yazılım gibi kodlanıp; alfa, beta ve epsilon olarak ayrıştırılır. Ancak temelinde bireylerin insani varoluşları devam eder. Mutluluk ve haz odaklı yaşam tarzı gerçeklik algısını kırmıştır demek mümkün. Fakat Huxley’nin de dediği gibi “Siz görmezden geIseniz de gerçekIer var oImayı sürdürürIer”.
Kitap bizi George Orwell’ın 1984 veya Fahrenheit 451 eseri gibi olası distopyaların korkunçluğuyla yüzleştirirken, dizi uyarlaması ise standart bilim kurgu olmasının çok da ötesine geçememiş. Bana kalırsa birçok uyarlama gibi bu uyarlama da kitaba kıyasla sınıfta kalmış. Öncelikle kitaptaki felsefi alt metnin yoğunluğu dizide hissedilmiyor diyebilirim. Özellikle karakterlere değin birçok detay değiştirilmiş. Örneğin kitapta bireyselleşme vurgulanırken, dizide örgütlenme ön planda tutulmuş. Ya da kitapta durumlar üzerinden olan işleyiş dizide karakterler üzerinden kendini gösteriyor. Üstelik kitabın en etkileyici isimlerinden olan Tanrı rolünü üstlenen Ford’un yerini Indra adlı yapay zekâ sistemi almış. Tabii kitabın 1934 yılında yazıldığı göz önüne alınırsa 2020’de yapılan dizide belli başlı değişimlerin olması oldukça makul. Ancak bu değişim, alt metindeki unsurların da değişime girmesine sebep olmuş. Kitabın en etkileyici noktalarından birisi sistemin dışından gelen “Vahşi” olarak adlandırılan karakter John’un, var olan absürtlüğün farkında oluşu ve sisteme itaat etmemesiydi. Kitap bizi şunu göstermişti; sistemi tehdit eden, işleyişi sekteye uğratan her kim veya neyse sistem onu tüketir ve eski çalışma prensibinde üretmeye, tüketmeye ve çalışmaya devam eder. Tıpkı günümüz kapitalizmi gibi… Örneğin kitapta John, sisteme uyum sağlayamadı ve ötekileştirildi. Fakat dizide işçi sınıfı olan epsilonları ayaklandırarak devrim yaratıldı. Bana tıpkı Hollywood’da mutlu son arayışında olan izleyiciler için değiştirilen ve klişeleşen senaryolar gibi geldi. Bu da Açlık Oyunları gibi aksiyon-fantastik film sevenler için seyirlik performans açısından tatmin edici olabilir.
Gelgelim dizinin beğendiğim taraflarına… Aile, ilişkiler ve aşk gibi kavramların önemsizleşmesi ile bayağılaşması, doğumdan itibaren şartlandırarak oluşturulan kast sistemi, “herkesin herkese ait olması” ve aslında hiç kimsenin hiç kimseye ait olmadığı ve mütemadi bir yalnızlık duygusunun hüküm sürdüğü ortam… Soma haplarının kişileri bu duygudan çıkarıp gerçek dışı bir mutluluğa hapsetmesi ve benzer duyguların aktarımı bana kalırsa oldukça başarılı olmuş. Onun dışında Lenina Crowne karakterinin uyanış hikayesi ve farkındalığına varışı da çok önemli. Lenina’nın Vahşi’yle (John) yaşadığı aşk ve sistem arasında ikilemde kalışı, iradesini kullanarak soma ilacı içmemekle direnip, duygularını özgürleştirme macerası ve bu durumların seyirciye aktarılma şekli beni etkiledi.
Bana kalırsa bu distopya, aslında güncel olarak yaşadığımız benzer problemleri gözler önüne sermiş. Günümüzün dejenere olan ilişkilerine, sosyal medya yoluyla herkese kolay ulaşabilmenin yarattığı şeffaflığa, hızlı tüketip tatmin olmamakla gelen yüzeysel ilişkiler içerisindeki yalnızlıklara… Ya da muhafazakar tutumlarımızın sağlıksız gösterilip kimsenin kimseyle duygusal bir bağ paylaşamamasına değin birçok soruna dair öngörülerinde oldukça başarılı. Bu bakımdan bana göre dizi etkileyici unsurlara sahip olsa da diziden önce kitabının okunması ile, Aldous Huxley’in genel vermek istediği mesajları anlama ve felsefi, sosyolojik önizleme yapabilme açısından daha sağlıklı olacağı kanaatindeyim..
Şimdiden iyi okumalar ve iyi izlemeler dilerim.
Kapak Fotoğrafı: NBCUniversal
İlginizi çekebilir: Selin Kaya’dan Distopya Türünün Öncülerinden Zamyatin
İlk yorumu siz yazın!