

Can Kılcıoğlu ile: Küçük Balkon Oyunu Üzerine
Yerlerde kablolar, kutular, duvarlardan sarkan borular, prizler, toz, kir… Üstü naylon, çarşaf ve gazete kaplı eşyalar… Tadilatı yarım kalmış bir evin salonu bir aileyi ne derece yansıtabilir? Seyircisine onlarca soru arasından bunun cevabını da aramaya davet eden sezonun yeni oyunlarından Küçük Balkon, iki kişilik bir ilişki hikayesi gibi başlayan fakat ablanın aniden eve girişiyle yön değiştiren bir eksende ilerliyor. No Yapım & ESTA yapımcılığında sahneye taşınan oyunun oyuncu kadrosunda Vildan Atasever, Nazlı Senem Ünal ve Deniz Karaoğlu yer alırken hikaye bizi bir abla-kardeş hesaplaşması ve sıkı bir kız kardeşlik hikayesine dahil ediyor. Ben de bir süre önce izlediğim ve özdeşleştiğimiz karakterin sürekli değiştiği, sert ama çocuksu, psikoanalitik bir yolculuğa çıkaran oyuna dair yazan ve yönetmeni Can Kılcıoğlu ile bir röportaj gerçekleştirerek merak ettiğim sorulara samimi cevaplar aldım. Keyifli okumalar dilerim.
Sahnede izlediğim oyunların fikrinin yazarının zihninde nasıl filizlenip büyüdüğünü merak ederim. Bunun için röportajımıza ilk bunu öğrenerek başlamak isterim Küçük Balkon’u yazmaya ne zaman ve neden karar verdiniz? Kendi yaşanmışlık ya da tanıklık ettiğiniz olaylar ne derece kendine yer buldu oyunun metninde?
Babam dört yıl önce vefat etti. Çok zor ve uzun bir hastane süreci olmuştu. Orada çok yoğun, çok fazla duygu yaşadım. O süreçte ölüm, aile, bakım, mağduriyet ve hayatın saçmalığı üzerine çok düşündüm. Saçma ve komik durumlarda da buldum kendimi. Her yaşadığımız hastane günü ayrı bir metin gibiydi. Çok sayıda insanla tanıştım. Kendimin çaresizlik ve korku karşısında çok sayıda farklı halimle karşılaştım.
Üzüntüden ve kaygıdan kahrolurken bozuk fotoselli bir kapının çıkardığı kusmaya benzeyen o ses beni sonsuz bir gülme krizine sokabiliyordu. Ne çok duygumuz varmış meğer. Bunların tümü bedenimde birikti ve dışa çıkmak istedi. Küçük Balkon’un ilk tohumları o hastane koridorlarında ortaya çıktı sanırım.
Sizi çok yönlü bir sanatçı olarak tanımlamak hiç de yanlış olmaz. Sinema okudunuz. Çektiğiniz bir kısa ve uzun metrajınız var. Kurduğunuz bir atölye mevcut ve tiyatro oyunculuğu da yaptınız. Ve unutmadan geçemeyeceğimiz sergi işleriniz… Tüm bunların yanında yazıp yönettiğiniz Küçük Balkon oyunu en yeni projeniz. Sinemayla uğraşan biri için oyun metni yazmak hangi yeni tecrübeler kazandırdı? Her ikisinin temelinde diyalogların olduğu bir senaryo yazmak var fakat tiyatronun canlı icra edilen bir sanat olması durumu daha farklı bir noktaya taşıyor. Bu noktada dikkat ettiğiniz neler oldu?
Öncelikle teşekkürler. “CV’m ektedir.” gibi bir soru oldu bu. ESTA benim kurduğum, atölyeler ve çekimler yaptığım atölyem, Küçük Balkon’un da yapımcılarından biri aynı zamanda.
Disiplinler arası çalışmak ise beni çok besliyor, bana çok büyük bir haz veriyor. Mesele günün sonunda birilerine bir dert anlatmak. Anlatmak istediğim dert çok. Bunu hangi yolla anlattığım zaman içinde değişebiliyor. Aslında uzunca bir süredir tiyatro metni yazıyordum. Bu da ilk şuradan evrildi: Tek mekan filmi senaryosu yazmak çok heyecanlandırıyordu beni. Ama tek mekan filmlere de bayılmıyordum açıkçası. Sonra tek mekan senaryolar tek mekan tiyatro metinlerine dönüştü.
Tabii tiyatroda sinemadaki gibi kadraj veya kurgu gibi bir araç kullanamıyoruz -eğer projeksiyon/film kullanmıyorsak- Seyirciye anlatmak istediğimiz her şeyi sahnede, oyuncular ve reji aracılığıyla fiziken göstermeyi başarmak zorundayız. Ama tiyatroda hal ve durum yaratmak mümkün. O da karakter etkileşimi ve metnin dinamiğiyle oluyor. Ve sahnede o sırada canlı canlı orada olan “hal” bana çok ilham veriyor. Ve sahnede basit ve sade olanın peşinde oluyorum. Oyunda o basit ve yalın hale ulaşmak için aylarca metin üzerinde çalıştım.
Bir de Küçük Balkon bir kara komedi. 80 dakika. Ve eş zamanlı olarak 80 dakikada geçiyor. O yüzden sahnede olan her anın sahici olması için çok uğraştık. Kara komedide var etmeye çalıştığımız dram/komedi dengesini de gerçek anlar yaratarak sahnede o an oluşturmaya çalıştık.
Hikayenin odağında iki kadın karakterin yer almasının oyunu yazma sürecinde zorladığı noktalar oldu mu? Ve neden iki erkek kardeş değil de iki kız kardeş tercihiniz oldu?
Küçük Balkon böyle çıktı. Çünkü bu tam olarak bir “kız kardeşlik” hikayesi olmalıydı. Öyle oldu gibi geliyor bana. Bir de hayatı kadınların arasında geçmiş biri olarak birçok konuda çok tanıklık yaşadım. Çok şey öğrendim. Bana kadınların herhangi bir konuda dayanışma için bir araya gelme hızı ve kuvveti hep çok etkileyici gelmiştir. Bu hikayeyi de birbirinden çok farklı iki kadının tarafından ayrı ayrı anlatmak istedim. Aynı anne aynı aile ama çok ayrı deneyimler ve etkileri. Hem onların zıtlıklarını hem de bir aradalıklarını anlatmaya çalıştım. Hatta anneyle beraber üç kadın.
Tabii ki zorlandığım noktalar oldu. Tüm yazım sürecinde feminist aktivist tüm kadın arkadaşlarımdan destek aldım. Tabii ekibimizin de çoğu şahane kadınlardan oluşuyor. Hepsi tüm yazım sürecinde yanımda oldu ve aslında daha sağlam bir zeminde ilerledik bu sayede.
İki kişilik bir ilişki hikayesi gibi başlayan Küçük Balkon, ablanın aniden eve girişiyle keskin bir yön değiştirip abla-kardeş hesaplaşması/çatışması ve sıkı bir kız kardeşlik hikayesine dönüşüyor. Oyunu sahneye taşımadan önce ve taşıdıktan sonra “aile” kurumuna/kavramına bakış açınızda nasıl bir değişim oldu?
Ben 10 yıl boyunca haftada üç gün psikanalize gittim, terapiye. Aile üzerine düşünecek konuşacak ve okuyacak epey vaktim oldu. Aile inanılmaz bir yer. Şenlik! Güya hani toplumdaki en küçük kurum denir ya, yalandır. Evet, en küçük kurumdur da etkisi en kuvvetli olandır. Orada çocuklukta yaşadığınız minnacık ama sarsıcı bir hatıra ömür boyu yakanızı bırakmaz. Her adımınıza eşlik eder. Eğer ailenizde çocukken mutluluk ve güven içinde yaşadıysanız da ömür boyu özgüvenli ve huzurlu olmanızı sağlayabilir.
Bunlar tabii varsayımlar. Her zaman aynı sonuçlara ulaşamayız ancak aile devasa etkileri olan kudretli bir kurumdur. Hiç öyle “küçük” görülemez. Yani, balkon küçük ama etkisi büyük diyebiliriz.
Aileyle ilgili bakış açımda ise bu süreçte majör değişiklikler olmadı ama tabii aile üzerine bir oyun yapmak yer yer yorucu zaman zaman da çok eğlenceli oldu. Aile hem derinlikli hem de çok renkli çok boyutlu bir konu.
İki kız kardeşin kendi küçük balkonlarına hapsettikleri, bir kenarına ittikleri ya da sıkıştırdıkları travmaları geçmişten bugüne bitmemiş hesaplaşmasına dönüştüren oyun, “hatırlamak” eyleminin acı veren sonuçlarıyla yüzleştiriyor seyircisini. İnsanoğlunun kendi o küçük balkonuna bırakıp unutmak istediklerini ne kadar geride bırakabilir sizce? Ve siz kendi küçük balkonunuza hapsettiklerinizden ne kadar uzaklaşabiliyorsunuz?
Hafıza çok acayip bir mekanizma. İnsan hatırlamak istediğini hatırlıyor. Bazen de hatırlayabildiğini hatırlıyor. Hatırlamaya kuvvetimiz varsa hatırlıyoruz. Baş etmesi zor konuları hafızamızın kuyularına gönderebiliyoruz, unutuyoruz diyelim. Bazı anılar yolun ortasında apaçık dururken onların yanından geçip yolumuza devam ediyoruz. Fakat bu anıların bir gün tam da en münasebetsiz zamanda şak diye ortaya çıkmak gibi bir huyu vardır. Çok korkutucu. Ama tam da olması gerektiği gibi.
Unutmak muazzam kuvvetli bir eylem. Bayılıyorum hafıza ve unutmak ikilisine. Bir de bilinç dışı o kadar kuvvetlidir ki sadece unutmaz, aynı zamanda bazen geçmişi değiştirir. Bir anıyı hatırlamak istediği, hayatına devam edebileceği bir versiyona dönüştürebilir. Metinde de bunun etkisini göstermeye çalıştım. Benim hafızam epey kuvvetli. Kolay kolay unutmuyorum. Ama aynı zamanda da unutmaktan korkuyorum.
Hatta “Not: 35’inde izle” adlı bir video işim var. 18 yaşımdayken bir video çekmiştim. O zamanki hayatımı anlatıp çekmiştim. Sonra kaseti bir zarfa koyup üzerine “35 yaşında izleyeceksin” yazmıştım. Gerçekten 17 yıl o zarfı açmadım. Sonra 35 yaşımda açtım ve izledim. Hayatımdaki en tuhaf deneyimlerden biriydi. Birçok şeyi hatırlamıyordum. Sonra bunu bir video işine dönüştürdüm. Yani ben unutmamak için hep uğraşıyorum. Kendi geleceğime videolar bırakacak kadar…
Özellikle anılarla karşı karşıya kalmanın, onlarla yüzleşmenin, baş etme cesaretini göstermenin üzerine giden metinde bilinçaltının karanlık dehlizlerinde değişime uğrayan travmaların yaşattığı vicdan azabı, karakterlerin katman katman açılan hikayesiyle çatışmanın ana aktörü haline geliyor. Geçmiş travmaları göz önüne aldığımızda metnin yazımında psikoloji biliminin sizi beslediği noktalar oldu mu?
Dediğim gibi psikanaliz ve psikoloji bana ve yazım süreçlerime çok şey kattı. Sadece bu oyunda değil yazdığım birçok şeyde. Psikoloji benim canımdır, diyebilirim. Psikolojide “drama üçgeni” adıyla da bilinen “kurban-kurtarıcı-zorba” üçgeni kavramı da yazdığım metinde çok etkili oldu.
Annelerinin hastalığından dolayı tadilatı yarım kalan bir evde hesaplaşan abla ve kardeş arasındaki çatışmayı teklemeden aktarıyorsunuz. Bundan hareketle tadilatı yarım kalan evi hiç görmediğimiz anne karakteriyle bağdaştırabilir miyiz?
Anneyle olan ilişkiyle bağdaştırabiliriz tabii ki. Tamamlanamamış bir “konular yumağı” var orada. Tadilat da bir “Pandora’nın kutusu” hissi verir bana. Sanki gizli saklı bir bazada duran bir kazak, bir defter, bir kar küresi tadilatta ortaya çıkar. Sizi mahvedebilir. Çok keyiflendirebilir de. Oyunda da anneyle ilişkide kutu içinden kutu çıkıyor, birçok duyguyu birden yaşıyoruz. Duygularımız da sürekli tadilatta. Sanki hayatta/ailede hep bir yeri tamir etmeye çalışıyoruz, bir başka yer patlak veriyor. Aile bitmeyen bir tadilattır bence.
Eşyaların üzerinden kalkan örtülerin ve tozun acı veren gerçeğin saf yüzünü ortaya çıkarmasıyla anlatımını derinleştiren Küçük Balkon, kara mizah ögeleriyle örülü yapısıyla da yoğun konusunu seyreltiyor. Bu da hiç kuşku yok ki oyuna belli anlarda nefes aldırıyor kanımca. Oyundaki mizah dengesini dramın ağırlığını bozmayacak tonda nasıl yansıttınız?
Açıkçası metinde bu dengeyi oluşturabilmek için hikayeyi ilmek ilmek ördüm. Aylarca. Satır satır, kelime kelime. O komedi/dram dengesi için çok uğraştım. Çok bıçak sırtı bir yer orası. Azıcık fazlası oyunu kara komediden kaba komediye düşürüverir. Aynı şekilde rejide de çok sade bir yolla o anları anlatmayı tercih ettim. Seyircinin kendini bırakabilmesi için.
Bir de tabii ki oyuncularım şahaneler. Üçü de şahane. Ve çok çalışkanlar. Beraber çalışması çok keyifliydi ve çoğaltıcıydı. Bu dengeyi, sahnede oyuncularım sırtlanıyor ve oyun boyunca taşıyorlar. Deniz Karaoğlu bir ip cambazı gibi ustaca, hiç kaba komedi tuzağına düşmüyor, Vildan Atasever ve Nazlı Senem Ünal da kendi alanlarını hikayelerini ve hislerini müthiş bir tutkuyla sahipleniyorlar. Sanırım o bahsettiğiniz denge üç oyuncu arasındaki uyumdan ve kendi alanını koruma halinden de kaynaklanıyor. Çok mutluyum onlarla çalıştığım için.
Vildan Atasever, Nazlı Senem Ünal ve Deniz Karaoğlu’ndan oluşan oyuncu kadrosunun harika uyumu metni yukarı taşıyor. Özellikle Deniz Karaoğlu’nun replikleri kadar söze girmediği sahnelerdeki jest ve mimikleri dahi oyunun mizahi yanının adeta dopingi oluyor. Atasever ve Ünal arasında tansiyonun yükseldiği ve alçaldığı anlar ise oyunda özellikle temponun düşmeye başladığı anlara taze bir kan oluyor. Oyunu yazarken zihninizdeki yarattığınız o karakterleri sahnede ilk gördüğünüzde neler hissettiniz? Oyuncuların her biriyle çalışma süreciniz nasıl ilerledi? Kendilerinin prova döneminde karakterlerine kattıkları yeni dokunuşlar oldu mu?
Müthişti. İnsanın sevdiği işi yapması muhteşem bir şey. Ama işine koşarak gitmesi ise olağanüstü. Ben zaten işin yazarı yönetmeni olarak bunu yaşayabilirim, bu zaten beklenen bir şeydir. Ancak oyuncuların ve hatta tüm ekibin kar kış kıyamet gece gündüz dinlemeden aynı tutkuyla her daim coşkuyla heyecanla orada olmasının yarattığı güzel hissin tarifi çok zor.
Bence okuma provalarından sonra ayağa kalkılan prova süreci çok sancılı ve heyecanlı oluyor. Kağıtta çok iyi çalışan yerler sahnede tam çalışamayabiliyor. Ya da tam tersi oluyor. Sürprizli bir dönem. Buralarda oyuncularla beraber çözüm bulduğumuz da oldu. Oyuncuların provalarda metne hep sadık kalıp, o ana dair eklemeler yaptıkları da oldu. Karakterler oturduktan sonra zaten o karakter cinsinden bulunan keşifler oyunu zenginleştirdi diyebilirim.
Oyun özelinde son derece derli toplu bir hikaye izliyoruz fakat özellikle Berfin Taş imzalı dekor tasarımı konusunda da takdir etmem gerekecek. Tadilatı yarım kalmış bir evin salonunu adeta karakterlerin karışık zihinleri gibi kurgulaması seyirci için de görsel açıdan doyurucu bir görüntü sunuyor. Kendisinin yarattığı o dünyanın reji dokunuşlarınıza olan uyumuna da değinelim derim.
Berfin Taş yaklaşık yedi yıl önce benim öğrencim oldu. Zamanla arkadaşım, dostum, kız kardeşim ve şimdi yardımcı yönetmenim, dekor tasarımcım (mimarlık mezunu) oldu. Aynı zamanda da çok iyi bir oyuncudur. Bir insanla ne kadar gurur duyulabilirse o kadar gurur duyuyorum kendisiyle.
Bu duygulandıran kısım sonrası şunu diyebilirim ki, Berfin beni çok iyi tanıyor, metni çok iyi anladı, tüm detaylarıyla. Oluşturmak istediğim evreni çok iyi biliyordu. Ve hem oyunun somut dünyasına hem de alt metnine hizmet edebilen bir soyutlamayla bir dekor tasarladı ve inşa etti. Bence dekor hem rejiye, oyunculara alan açan bir dünya oldu hem de atmosfer oyunu destekledi.
Peki tiyatro, yaşama ve umutsuzluğa bir alan açar mı?
Tiyatro şifalandırır.
Röportajımızı Küçük Balkon oyununu izleyecek tiyatroseverlere mesajınızla bitirelim. Ve tabii unutmadan, yakında farklı disiplinlerde bizimle buluşturacağınız projeleriniz mevcut mu?
Bu arada şahane yapımcılarımı da buraya ekleyeyim: No Yapım’dan Berkant Tuncan ve Serkan Ortaç’la tam bir takım olduk. Ekipteki herkes gibi yapımcılarımız da multitask. Tüm yoğun yapım sürecinin yanı sıra, Serkan tüm PR ve marketing sürecinde, Berkant da Berfin’le beraber dekorun tasarım ve uygulamasındaydı. Dreamteam olduk, bir maşallahınızı alırız.
Mesaj kısmına gelecek olursak, ben duygularımızla bağlantı kurmayı çok önemsiyorum. Küçük Balkon’da da unutulmaya yüz tutmuş duygularımıza da bakmaya çalışıyorum. Ara duyguları fark etmek beni çok heyecanlandırıyor. Sanırım bir duygu deneyimine çağırıyorum seyircimizi, diyebilirim. Bir de çok soru soran biriyim. Hem kendime hem de etrafımdaki herkese. Sanırım seyircinin de oyundan çıkarken birtakım sorularla salondan çıkmasını hayal ediyorum.
Ve ikinci soruya da şöyle diyeyim: Evet tabii. Tiyatrodan ve sinemadan devam edeceğim gibi duruyor. Yazmaya üretmeye devam. Ama tabii kendini gösteren ne olursa o mecrada üretmeye heyecanlanabilirim her an.
Kapak Fotoğrafı: Berfin Taş
İlginizi çekebilir: Eda Geven’den DOK Stüdyo’dan Godot’yu Beklerken’i Beklerken
İlk yorumu siz yazın!