Can Tutuğ: Caza Tutkun Bir Vibrafonist
Merhaba Magger’lar ve tüm okuyucular! Uzun zamandan sonra Magger röportajlarıma geri döndüm. Keyfimi kat kat artıran ise röportajımın değerli konuğunun müzisyen Can Tutuğ olması. Onu 5 Mart konserinde dinledikten sonra röportaj teklif etmemek benim için imkansızdı. Nice başarılara imza attığına ve atacağına emin olduğum Can’a röportaj sürecindeki harika tutumu ve arkadaşlığı için de teşekkür ederek, sizi okumaya davet ediyorum.
Merhaba Can, öncelikle senden pandemiyle geçen bir yılı, hem müzisyen hem psikiyatr hem de sadece içimizden herhangi biri olarak özetlemeni istesem neler dersin?
Pandemi benim için “farkında olmadan arzu ettiğim değişimi” temsil ediyor. Okula erken başladım, hazırlık okumadım; dolayısıyla hekimliğe erken yaşlarda başladım. Diğer yandan çocukluk dönemimden bu yana enstrüman çalıyorum, müzikle iç içeyim ve bu hiçbir zaman bir “hobi” olmadı. Bir tutku olduğu kadar bir meslek de oldu. Bu sebeple, özellikle son on yıldan beri ayda on beş – yirmi gece birçok şehirde sahne alan ve sabah sekiz buçukta çalıştığı devlet hastanesinde olmak zorunda olan biri olarak “zamana iyi davranmadığımı” fark etmemi sağladı pandemi.
Ayda on beş – yirmi gece konser çalmanın kalan zamanlarda da hazırlık sürecini kapsadığını, bir yandan nöbetlerimin de olduğunu düşünürsek; kanepemde en son ne zaman huzurla uzandığımı hatırlayamıyorum bile, en azından pandemi öncesi dönemi kast ederek bunu açıklayabilirim. Son bir yıla bakınca, başlangıçta kendime kalmanın nasıl bir şey olduğunu öğrenmeye gayret ettim. Gayret derken, gayret mecburiyeti de bunu kapsıyor elbette. Düşünsene, bir haftada toplam yirmi saat uyuyan biriyken tüm günün bana kalabildiğini?! Enstrüman başında etütler, transkripsiyonlar, bir sürü eser; peşine sayısız kitap. Kafamı kaldırdığımda saatin henüz 15.00 olduğunu bilmek muhteşemdi. Her ne kadar kendi “sözümü” sahnede söylemeyi tercih etsem ve sahnedeki “ifade etme” arzum içimde çağlasa da, sağlığım ve dinlenmem açısından bunun olumlu yanlarını irdelemeye gayret ettim. (Tabii, pandemi hastanesinde tuttuğum koronavirüs nöbetlerini burada belirtmek istemiyorum.)
Gündüz doktor, gece müzisyen halinle uyuyacak vakti bile zar zor bulurken seni dinç ve tutkulu tutan gerçeği nasıl anlatırsın?
“Akış”… Akış benim için farkında olmadan “katı” diyebileceğimiz bir kurallar bütünü. Yatış-kalkış saatlerim bellidir. Etütlerim, transkripsiyon ve armoni çalışmak için ayırdığım zaman çoktan bellidir. Akışın sürdürülebilirliği hususunda belki de biraz fazla kaptırmış olabilirim kendimi.
Bu pandemi döneminde en endişeli, bıkkın hissettiğin zamanlarda en çok neleri tekrar tekrar dinlemişsindir?
İyileşmek amacıyla olmasa da, bir alışkanlık olarak Derek Bailey, Cecil Taylor, Kaoru Abe ve John Russell’ın solo kayıtlarını defalarca dinledim. Eve geldiğimi bana hatırlatan bir ritüel oldu adeta.
Yazılanlara baktığımda hem müzisyen, hem doktor hem bir dost kimliğinle sana büyük, içten bir saygı, sevgi, güven hissedildiğini görüyorum. Türk caz camiasını ve onların bu desteğini nasıl anlatırsın?
Sanıyorum son bir sene öncesinde müzik ve gündüz mesaisi (hastaneden böyle bahsetmeyi seviyorum) dışında pek bir hayatım olmadığı için, geriye kalan tüm yaşantım açısından özverili olduğumu ve yaşamayı (yani, cazı ve diğer işimi) sevdiğimi söyleyebilirim. Birbirini motive eden unsurların pozitif sıçramalar yarattığını ve bunun “bana” yansıdığını söyleyebiliriz. Ya da benim bunu söylemem yerine daha doğrusunu benim için söyleyenler olacaktır.
Öğrenmeyi seviyorum, caz sahnesine adım attığım ilk günden bu yana birçok şey öğrendim; muhtemelen öğrenmem gerekenlerin yüz binde birini. Bana öğretenlere teşekkür etmek, genç isimlere bir şeyler öğretmekten geçiyor. Bu aktarım, bu ülkedeki (ve diğer ülkelerdeki) cazın kültürünü var eden şey.
Sahnede vibrafon çaldığın ilk konserin kimlerleydi? Ne hissediyordun?
Uzun zaman önce kurduğum ilk grupla (The Cold Vibes) Edirne sahnesindeydi. Gitarda Yalın Şahin, alto saksofonda Asil Ertutkun, kontrbasta Asal Altay ve davulda Uğurcan Mamuzlu ile sahne almıştık. İlk konser sona erdiğinde bir şeylerin başladığını ve hiç durmayacağını hissetmiştim. Eh, pandemi sürecine rağmen durmadığını söyleyebilirim.
Aralık 2020’de sunduğun “Huzursuzluk” albümü nasıl bir süreçten geçti? Albümde Erdem Uvalıoğlu ile beraber çal(-ış)mak hakkında neler söylemek istersin?
Erdem beni bir gün konser çıkışında yakaladı, “Çalalım mı?” dedi. Bu soruyu sorduğu günden bir hafta sonra pandemi süreci başladı. Neredeyse her gün birlikte çaldık. Saatlerce çaldık. Hiç uyumadığım bir nöbetten çıktım, hiç uyumadan tüm günü onunla çalarak geçirdim. Onu “sırtımı dayayacağım bir eşlikçi” olarak görmedim, birlikte çalarken ne denli bağ kurabileceğimi kestirmeye başladıkça müziğini çok beğendim. Dinleyerek çalan bir müzisyen, dinleyen bir insan. Tüm bunlardan bağımsız, iyi ve örnek bir birey. Kendisiyle yeni planlarımız mevcut, zamanla dinleyicilerimize aktarmayı umut ediyoruz.
Albüm çıktığından beri konserlerde hem senin hislerin hem dinleyicilerin tepkileri nasıl?
Olumlu geri bildirimlerin geleceğini tahmin etmiştim. Bu albümün fikir ekimi neredeyse beş buçuk yıl önce Kırklareli’de göreve başladığım dönemde oluşmuştu. Çok fazla grupla çok kereler çalıyordum. Bazen günde iki, hatta hafta sonları üç konser çaldığım günler oluyordu. Her seferinde farklı enstrümanlarla birlikte çalmak, bir süre sonra birlikte çaldığım enstrüman sayısında sadeleşme arzusunu getirdi. Yanlış anlaşılmasını istemem, sekiz kişilik şahane gruplarla da sahne aldım; keza ülkemizde ve yurt dışında büyük orkestralarla da… Tümünden büyük haz aldım. Yine de, albümde hayatımın başlangıcındaki “yalnızlık” tercihimi gerçellemek istedim, Erdem’le hiç konuşmadan geçirdiğimiz günler gibi bir “yalnızlık” hissiydi bu. Yakın zamanda “Bir Başına” adlı solo vibrafon projemi 5 Mart 2021’de Yeldeğirmeni Sanat Merkezi’nde sahneledim.
Peki albümden devam edersek, isminin Huzursuzluk ve ilk parçasının da adının Kötü Başladık olması nereden geliyor? Pandemiyle ne derece alakalı?
Hayatımın başlangıcından bu yana içsel huzursuzlukla baş etmek amacıyla emek vermeye, emeğimin karşılığından öte emek verdiğim süreç sebepli haz almaya ve sürekli bir şeylerle uğraşmak için uğraşmaya gayret ettim. Gayretten öte, kişilik yapımın bu olduğunu söyleyebilirim. Belki de pandemi dönemine dek aynı zamanda iki işle uğraşmamın, ayda 15-20 gece konser çalıp sıfır uykuyla sabah işe gelmenin, 48 saatlik nöbetlerin ardından tekrar çalmaya gitmemin sebebi de budur, bilemiyorum. Pandemide kendime -ve biraz da Erdem’le kendimize- kalarak bu içsel huzursuzluğun kendini daha da belli etmesiyle oluştu albümün adı.
“Huzursuzluk” adında biraz da Kırklareli’de sıkça karşıma çıkan “Yağmursuz yağmur havası” da etkili oldu. Albüm kapağında görülebilir. Öte yandan, “Kötü Başladık” ile başlayan ve çocukluk dönemi kâbusum “Yıldız & Ay Dede” ile ilerleyen bir albüm benim için tam olarak “Huzursuzluk” oldu. Çaldığım ilk konserde F yerine E’ye gelmişti tokmağım. Eh, bu bir “Kötü Başladık”tı.
Şimdi bir de “Siyah Güneş” var. Pek yakında dinleyicilerimizle buluşacak. Sadece Yeldeğirmeni Sanat Kültür Merkezi’ndeki konserdeki gibi onu da piyanoyla mı çalsam yoksa vibrafonla mı ikilemindeyim.
Projelerin arasından Afroloji de ilgimi çekti. Bize Afroloji’den ve senin için öneminden bahseder misin?
Afroloji yaklaşık iki yıl önce tenor saksofoncu, sevgili arkadaşım Tugay Genç tarafından kurulan bir afro-beat grubu. Çeşitli eserlerin yorumlarında caz, funk, rock gibi birçok tarzın etkisi bulunan bir grup; Tugay’la beraber Eylül Güntekin (kontrbas), Cemil Can Çolak (davul) ve benden (elbette vibes) oluşuyor. Fela Kuti, Ebo Taylor, Mulatu Astatke, Ezra Collective gibi sanatçıların eserlerini yorumluyor, caz standartlarını afro-beat tadında seslendiriyoruz. Pandemi öncesi bir hayli aktiftik. Pandemi sonrasında da aktif olacağımı düşünüyorum.
Afroloji’nin, içinde yer alan her müzisyen için cezbedici yanları olabilir. Benim için hem kişilik hem müziğe yaklaşım açısından “bambaşka” dört birey olduğumuz ve bu farklılıkları uyum içinde kabullenip üretmeyi sürdürebildiğimiz için Afroloji’nin yeri ayrıdır. Pandemi sebepli iptal edilmeseydi, bu sene İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın Parklarda Caz sahnesinde yer alacaktık. Diliyoruz, pandemi sonrası bunu gerçekleştireceğiz.
Müzikten ve müziğinden bahsederken sık sık ‘cümle’ kelimesini kullandığını gördüm. “Cümle” senin için ne ifade ediyor?
“Cümleyle anlatmak”; evet bunu sık kullanıyorum. Bir solo esnasında “Gidiyorum sabah okula bu erken.” yerine “Bu sabah okula erken gidiyorum.” cümlesini ifade etmek gibi. İkisi de bir cümle, ancak herkesin bir prozodisi ve ifade şekli var. Benim kastım bireyin kendi ifade şekliyle izah etmesi bir şeyleri, kendi natürünü yansıtması. Gerek sözcüklerle, gerek duyumla…
Can Tutuğ Quartet’in geldiği noktayı nasıl anlatırsın? Nasıl hayallerin var?
Can Tutuğ Trio, Quartet, Quintet, Sextet, Septet … Birçok formda, birçok farklı müzisyenle beraber kendi bestelerimi ve bu zamana kadar beslendiğim, içselleştirdiğim standartları seslendirdiğimiz grubumun adı oldu. Son yıllarda bir bestecinin bakış açısını yakalayabilmek amacıyla tribute konserleri seslendirdiğim de oldu; Sonny Rollins, Bobby Hutcherson, Wayne Shorter, John Coltrane, Thelonious Monk, Horace Silver vs. Böylece kendi müziğim ve çalımım da etkilenmiş, beslenmiş oldu. Aklımda bu sıralar yakın arkadaşım bas gitarist İlker İsabetli’yle Wayne Shorter bestelerini duo seslendirmek ve Erdem Uvalıoğlu’yla yeni kayıtlar yapmak var. Birincil arzum üretmek ve müziğimin varlığı.
Kırklareli’de yaşıyorsun. Kırklareli Caz Dörtlüsü olarak çaldığınız Kırklareli diye de bir besteniz var. Ben besteyi çok sevdim. Bana Kırklareli sevgini nasıl anlatırsın? Sence İstanbul’da yaşasan neler değişirdi?
Kırklareli, tayin olduğum günden beri bana ilaç gibi geldi. Düşünsenize, mesaiden çıkıyorum ve sekiz dakika içinde enstrümanımın başındayım; pratik yapabiliyorum. Zamanın değerini ve önemi çok büyük.
İstanbul’un en sevdiğim yeri neresi, biliyor musunuz? Trakya’ya dönüş kısmı. Trakya görece daha barışçıl, daha huzurlu, suç oranı daha az. Ek olarak trafikle daha az uğraşıyorum. İstanbul’da yaşayan çoğu müzisyen arkadaşım en az iki ya da üç saatini trafikte ya da yolda geçirirken, ben çalıştığım eğitim ve araştırma hastanesinden çıktıktan sonra sekiz dakika içinde evde olup; günlük pratik ve etütlerime zaman ayırmanın keyfini yaşıyorum. Ayrıca bu şehirde hem müzik, hem haz açısından sevdiğim dostlarım var. Albümüm “Huzursuzluk”u da bu şehirde kaydettik.
Bir BOVA konserinde belirttiğim gibi, Kırklareli adlı besteyi “aşık olduğum şehre” yazdım.
Sade ve sadece müzik dinlediğin anları sık yaratabiliyor musun?
Müziği sürekli dinliyorum. Ancak, hiçbir işle uğraşmaksızın sadece “müzik dinlediğim” ayrı zaman dilimleri de oluyor ve hemen her günü bunu yapıyorum.
İTÜ’de eğitim aldığın değerli Amy Salsgiver’den öğrendiğin önemli bilgilerden birini paylaşır mısın?
Amy’den temeli, doğruyu; doğru teknikle enstrümana yaklaşmadan o enstrümanda belirli bir seviyeyi aşamayacağımı öğrendim. Teknik olarak zor bir eserde tıkandığımda “Demek ki doğru teknikle çalmaya çalışmıyorum.” cümlesini kurabilmemin kaynağıdır Sevgili Amy Salsgiver.
Bu sıralar Nazım Hikmet Kültür Merkezi çatısında, online düzenlenen Dönemler, Olaylar ve Anekdotlarla Caz Tarihi atölyesinin yürütücüsüsün. Caz tarihi okumanın, anlatmanın senin için nasıl bir anlamı var?
Kendimi bildim bileli neredeyse sadece caz dinliyorum. Caz üzerine okumak, bu muhteşem kültür denizinde bir damla olmaya gayret etmek beni motive ediyor. Öğrendikçe, öğrendiklerimi çeşitlendirmek istiyorum ve öğrenmem gerekenlerin farkına varıyorum. Bitmiyor. Bir tutkunun bitmiyor oluşu, onu sonsuz ve sınırsız kılıyor. Sanırım bu sebeple caz tarihi okumak, öğrenmek ve onu gelecek nesillere aktarmak nefes almak gibi temel ihtiyaca dönüşmüş.
Bize caz tarihi ile ilgili kitap, belgesel vs. hangi kaynakları önerebilirsin?
Kitap önerilerim:
Valerie Wilmer’dan As Serious as Your Life,
Eddie Prevost’tan No Sound is Innocent,
Derek Bailey’den Improvisation (Yanılmıyorsam Pan Yayınları Türkçesini basmıştı.)
Ekkehard Jost’tan Free Jazz (The Roots of Jazz)
Belgesel ve film önerisi olarak ise;
PBS’in on bölümlük Jazz belgeseli de ufuk açıcıdır, eklemek isterim.
Casper Collin’in My Name is Albert Ayler adındaki Ayler belgeseli ise, tek kelimeyle muhteşem.
Hayalin gerçek olabilse sen şu an en çok kimi canlı dinlemek isterdin?
Albert Mangelsdorff’un solo performansını dinlemek isterdim. Tromboneliness adlı albümünün canlı versiyonunu mesela. Heyecan duyuyorum.
Eklemek istediğin bir şey var mı, sırada neler var?
İlerleyen haftalarda albümün tanıtım konserlerine başlayacağız. Bir aksilik olmazsa ilki Lüleburgaz’da sahnelenecek ve pandemi izin verdikçe çeşitli şehirlerde sahnelemeye devam edeceğiz. Ayrıca solo vibrafon projem “Bir Başına”yı da sahnelemeyi düşünüyorum. Bunun dışında kalan zamansa caz nâmına bir şeyler katabilmek arzusuyla, öğrenme tutkusuyla geçecek. Bir de, Siyah Güneş’le.
İlk yorumu siz yazın!