Carol: Büyüleyici Bir Aşk Hikayesinden Sahneler
Carol ile Therese’nin karşılaşması lezbiyen iki kadından çok hüzünlü, mutsuz, kırılgan ve duyarlı iki insanın karşılaşmasıdır. Nitekim zamanla aralarında bu derece derinlikli ve yoğun bir ilişkinin başlamasının de nedeni aslında budur. İki kadın arasındaki aşk, tutku ve cinsellikten öte bir kader bağıdır; yaşam karşısında tutunmak için birbirlerine destek olmaktır.
Filmin tümüne hakim olan melankolik, incelikli ama tutku dolu atmosferi de yaratan ilişkinin bu boyutudur. Bu boyutu film çok başarılı bir şekilde ortaya koyar. Carol ile Therese arasındaki bu bağı ve zamanla tutkuyu cüretkar sayılabilecek sevişme sahnesine kadar küçük detaylarla, incelikli jestlerle gösterir. İlişkinin cinsellik boyutu hep alttan alta hissedilen, detaylarda saklı bir sırdır adeta. Carol’un Therese ile ilk karşılaşmasındaki ‘çapkın’ gülümsemesi; saklamaya çalıştığı, neredeyse utangaç olarak tanımlanabilecek flörtleşmesi; sigarasını tabakadan çıkarıp yakışından ağzına götürüp ilk nefesi çekmesine kadar neredeyse bir ritüel haline dönüşen sigara içişi; Therese ile konuşurken gözlerini kaçırarak bakışı ve bu esnada ensesine dokunuşu gibi detaylar belli belirsiz erotizm dalgaları yayar. Radyo dalgaları gibi görünmez olan bu dalgaların Therese’ye ulaşması biraz zaman alır. Biz seyirciler olarak da bu dalgalardan fazlasıyla nasibimizi alırız.
Gösterimde olan Carol hakkındaki yazıma bir magazin basını klişesini kullanarak başlamak isterdim: ‘Oscar heyecanı yaklaştıkça aday filmler bir bir vizyona giriyor.’ Oysa 2015’in en iyi filmleri arasında yer alan Carol büyük bir hayal kırıklığına yol açan bir şekilde 2016 Oscarları’nda en iyi film dalında aday gösterilmedi. Sinemayla yakından ilgilenenler için Akademi’nin bu davranışı elbette sürpriz değil. Sinema tarihinde aday bile gösterilmemesine rağmen büyük klasikler arasına girmiş bir sürü film mevcut. Dolayısıyla ileride 2015 yılında çekilmiş filmler ve 2016 Oscar Ödülleri hakkında yazanlar mutlaka Carol’un aday gösterilmemesine değineceklerdir. Öte yandan yiğidi öldürelim ama hakkını yemeyelim. Akademi belki en iyi film dalını pas geçti ama Cate Blanchett ve Rooney Mara’nın muhteşem performanslarını, Edward Lachman’ın sinematografisini, Phyllis Nagy’nin senaryo uyarlamasını, Sandy Powell’ın kostümlerini ve elbette Carter Burwell’in müthiş müziğini görmezlikten gelemedi ve film bu dallarda toplam 6 Oscar adaylığı elde etti.
Kendimi bu girişi yapmak zorunda hissettim; çünkü Carol sadece 2015’de değil yakın zamanda seyrettiğim filmler içinde en iyilerinden biri ve filmin uzun vadede bir başyapıt olarak sinema tarihinindeki yerini alacağına da inanıyorum. En iyi film dalında aday gösterilmemesi sadece Oscar tarihine Akademi’nin hatalarından biri olarak geçecek o kadar.
Carol, edebiyat tarihinin en önemli suç romanları yazarı ve bir gerilim ustası olan Patricia Highsmith’in Claire Morgan takma adıyla 1952’de yayınladığı ‘The Price of Salt’ romanından uyarlanmış bir lezbiyen aşk hikayesi. Kendisi de bir lezbiyen olan Highsmith’in yapıtı önceleri Amerika’da özellikle 1950’ler ve 60’larda oldukça popüler olan ‘25 centlik ucuz lezbiyen roman (pulp fiction)’ örneklerinden biri olarak satılıyor kısa sürede edebi kalitesi ve o dönemin eşcinselliğe yaklaşımının bir sonucu olarak mutsuz sonla biten benzerlerinin aksine umut verici sonu dolayısıyla kült statüsüne ulaşıyor ve lezbiyen literatürünün başyapıtlarından biri haline geliyor. Roman 1990’da ‘Carol’ başlığıyla ve bu kez Highsmith’in adıyla yeniden basılıyor.
Hikaye üst sınıfa mensup, toplumsal baskı dolayısıyla lezbiyenliğini yaşayamamasından, onu anlamaktan uzak kocasından ve kötü giden evliliğinden dolayı mutsuz bir kadın olan Carol ile fotoğrafa meraklı ama bir mağazada tezgahtar olarak çalışan genç Therese arasındaki aşkı konu alıyor. 1950ler’in konformist ve tutucu Amerikası’nda ‘bir imkansız aşk’ olan bu ilişki bir Noel zamanı Carol’un Therese’nin çalıştığı mağazadan kızına bir hediye alması ile başlıyor. Klişe bir şekilde pek çok aşk filminde gördüğümüz bu tesadüf sonucu tanışma filmde o kadar doğal ve büyülü bir şekilde gerçekleşiyor ki biz de o dükkanda, Carol ve Therese’nin karşılaşmalarının canlı tanığı olduğumuz hissine kapılıyoruz. Highsmith’in derinlikli karakter yaratmaktaki dehasının bir ürünü olarak sinema tarihinin en iz bırakan kadın karakterlerinden biri olmaya aday Carol’u da bu karşılaşma anında tanıyoruz; daha doğrusu onun hüzünlü bakışlarına, mutsuz, bir kafesi andıran yaşamına dair ilk ipuçlarını görüyoruz. Bu karşılaşmanın bir Noel zamanı gerçekleşmesi de hikayenin metaforik gücünü ortaya koyması açısından kayda değer; çünkü herkesin neşeli olduğu veya neşeli gözüktüğü, yılın en güzel ve mutlu dönemi olan Noel’de Carol’un hüznü ve neredeyse nevrotik olarak değerlendirilebilecek halleri onun mutsuzluğunun derinliğini ve yoğunluğunu ve toplumun genelinden farklılığını vurguyor. Bu farklılık Carol’un pastel ve koyu renkli kıyafetler içindeki müşteriler arasından kürkü, kırmızı elbisesi, kırmızı şapkası ve tüm sarışınlığıyla hemen ayırt edilmesiyle de belirginleşiyor. Nitekim Therese de onu bu görüntüsüyle fark ediyor.
Carol’un mükemmel ve zarif fiziksel görüntüsü ile yaralı ruhu arasında büyük bir uçurum olduğunu daha ilk sözcüklerinden anlıyoruz. Kızı için aldığı hediyenin ücretini öderken şöyle diyor Carol Therese’e: ‘‘Noelleri severim… Bütün o hediyelerin paketlenmesi… Ama bir şekilde her zaman hindi fazla pişer.’’
Bu sözler bize mutsuz kadınların hikayesi en trajik olanlarından birinin, Slyvia Plath’in şu sözlerini hatırlatır: ‘‘Her Noel sonrasında olduğu gibi midem tıkabasa dolu, canım sıkkın hayal kırıklığı içindeydim. Sanki çam ağaçlarının, mumların, altın-gümüş yaldızlı kurdelelerle bağlanmış armağanların, şöminede yanan kütüklerin, Noel hindisinin ve piyano eşliğinde söylenen şarkıların vadettiği neyse o hiç gerçekleşmemiş gibi…
Carol da tıpkı Plath gibi ‘Noel Hüznü’ diye bir durumun gerçekliğinin, mutsuz kadınlar ile Noel zamanı arasında bir ilişki olduğunun kanıtıdır. Noel hüznü gerçek mutsuzlukların herkesin mutlu olduğu veya mutlu gözüktüğü bir zamanda saklanamaz olduğunu belirgin hale getirir.
Therese de tıpkı Carol gibi mutsuz, kişisel travmalardan muzdarip, nazik ve kırılgan bir karaktere sahip bir genç kadındır. İşinden memnun değildir; çevresindeki erkeklerden memnun değildir. Tüm mutsuz kadınlar gibi aslında yaşamındaki hiçbir şeyden; daha doğru bir deyişle yaşamın kendisinden memnun değildir. Carol ile Therese’nin karşılaşması lezbiyen iki kadından çok hüzünlü, mutsuz, kırılgan ve duyarlı iki insanın karşılaşmasıdır. Nitekim zamanla aralarında bu derece derinlikli ve yoğun bir ilişkinin başlamasının de nedeni aslında budur. İki kadın arasındaki aşk, tutku ve cinsellikten öte bir kader bağıdır; yaşam karşısında tutunmak için birbirlerine destek olmaktır. Filmin tümüne hakim olan melankolik, incelikli ama tutku dolu atmosferi de yaratan ilişkinin bu boyutudur. Bu boyutu film çok başarılı bir şekilde ortaya koyar. Carol ile Therese arasındaki bu bağı ve zamanla tutkuyu cüretkar sayılabilecek sevişme sahnesine kadar küçük detaylarla, incelikli jestlerle gösterir. İlişkinin cinsellik boyutu hep alttan alta hissedilen, detaylarda saklı bir sırdır adeta. Carol’un Therese ile ilk karşılaşmasındaki ‘çapkın’ gülümsemesi; saklamaya çalıştığı, neredeyse utangaç olarak tanımlanabilecek flörtleşmesi; sigarasını tabakadan çıkarıp yakışından ağzına götürüp ilk nefesi çekmesine kadar neredeyse bir ritüel haline dönüşen sigara içişi; Therese ile konuşurken gözlerini kaçırarak bakışı ve bu esnada ensesine dokunuşu gibi detaylar belli belirsiz erotizm dalgaları yayar. Radyo dalgaları gibi görünmez olan bu dalgaların Therese’ye ulaşması biraz zaman alır. Biz seyirciler olarak da bu dalgalardan fazlasıyla nasibimizi alırız. Filmin başlarından bir sahnede Carol’un evinde yalnız kaldıkları ilk gece Carol ayakkabılarını çıkarır, piyanonun başına oturan Therese’nin yanına gider ve ellerini omuzuna koyar. Bu Therese’ya ilk dokunuşudur. Ayakkabıları olmadan Therese’ya dokunması belki de çırılçıplak soyunmasından daha erotiktir. Nitekim o anda kocasının evine gelmesiyle birlikte Carol sanki çıplakmış gibi panik halde ayakkabısı eline alır ve giymeye çalışır. Cate Blanchett’ın muhtemelen en seksi olduğu filmdir Carol; üstelik cinsellik namına neredeyse hiçbir şey yapmadan.
Yaşı, sınıfsal konumu ve yaşamındaki mutsuzluğu kapatacak bir ilişkiye ihtiyacı olduğundan başlarda Carol daha baskın ve ısrarcı bir tavır sergiler. Therese’nin New York karşısındaki taşralı ürkekliği; yaşam karşısındaki genç ve tercübesiz genç kadın naifliği ve Carol karşındaki çekingenliği ise zamanla yerini kendinden emin ve tutkulu bir aşığa bırakır. Therese’nin yaşadığı bu dönüşüm ilişkinin olgunlaşması ile beraber gerçekleşir. Bir bakıma Therese’nin lezbiyenliğini keşfetmesi ve gerçek bir kadına dönüşmesi Carol ile ilişkisinin derinleşmesi sayesinde olur. Carol sadece onun aşığı değildir; aynı zamanda onun mentörüdür.
Hikaye bize 1950’ler Amerikası’nın tutucu, konformist ve kuralcı atmosferini küçük ipuçları ve metaforlarla verir. Zenginlerin sıkıcı ve boğucu partileri, Noel yemekleri, geleneksel evlilik ilişkileri ve elbette eşcinselliği yasaklayan ahlak anlayışı… Hikayenin en büyük erdemlerinden biri de bu toplumsal atmosferi yine gözümüze sokmadan, incelikli bir dille aktarması.
1950’ler aynı zamanda kapitalizmin ve tüketim toplumunun varlığı yoğun biçimde hissedirmeye başladığı bir dönemdir ve hikaye Therese’nin yaşamındaki etkileri üzerinden bir kapitalizm ve tüketim toplumu eleştirisi yapar. Therese’nin sabah işe gitmek için zorla çalar saat ile uyanması, insanların çalıştıkları binaya adeta bir askeri disiplin içinde girmeleri, mağazadaki alt-üst ilişkileri ve özellikle çalışma yaşamına ait yorumlar yoğun bir kapitalizm eleştirisi ortaya koyar. Filmin başlarında, Carol ile Therese’nin ilk karşılaşmalarında Carol bir sigara yakmak istediğinde Therese mağaza katında sigara içemeyeceği konusunda onu uyarır. Carol özür diler ve ‘alışveriş yapmanın onu gerginleştirdiği’ söyler. Therese’nin cevabı ise şöyledir: ‘Burada çalışmak da beni gerginleştiriyor.’ Başka bir yerde de ‘çalışmak bir lanettir’ veya ‘yarın iş olduğunu unutmak için içiyorum’ gibi diyaloglar çalışma yaşamına dair açık ve net göndermeler olarak dikkat çeker.
Noel öncesinde mağazanın kaosu, kampanya afişleri, oyuncaklara koşan veya çişi gelen çocuklar ve müşterilerin sevimsizliği tüketim toplumunun banallığını ortaya koyan birer simge olarak belirir. Dönem artık tüketim toplumunun varlığını borçlu olduğu orta sınıfın güçlendiği ve başat toplumsal sınıf haline geldiği dönemdir. Tüketim toplumu üzerinden de neredeyse acımasız bir orta sınıf eleştirisi yapılır. Carol ise bu orta sınıf ‘vasatlığı’ içinde başka bir boyuttadır adeta. O tüm o kabalık ve bayağılık içinde zerafeti ve şıklığı; Amerikalılar’ın tabiri ile ‘eski parayı’, bir tür aristokrasiyi temsil eder. Mağazanın kaotik ve açgözlü topluluğuna ait değildir. Alışveriş yapmanın onu gerginleştirmesi bu yüzdendir. Carol’un bu farklılığı görsel olarak da belirgindir. Mağazadaki herkes koyu ve pastel renkler içindeyken o gösterişli ama zarif ve şık kürkü, kırmızı elbisesi ve şapkası, deri eldivenleri ile adeta değersiz metaller arasındaki altın gibi parıldar.
Todd Haynes tarafından Phyllis Nagy’nin senaryosundan çekilen film anlatı açısından romana sadık bir uyarlama olarak kabul edilebilir. Özellikle detayların ve metaforik anlatımın yoğun olduğu romanın tarzını çok başarıyla yansıtıyor. Öte yandan Nagy’nin senaryosu romanın hırçın ve ağır hüzünlü atmosferini bir parça yumuşatıyor ve güzelliğini daha fazla ortaya çıkarıyor.
Velvet Goldmine (1998) gibi yoğun ve abartılı stlilize bir filmin ardından Far From Heaven (2002) ile daha incelikli bir filme imza atan ve bu filmle en iyi orijinal senaryo ödülüne aday olan Haynes Carol ile Far From Heaven’da olduğu gibi sofistike ve derinlikli kadın karakterleri ne kadar başarılı bir şekilde anlatığını bir kez daha kanıtlıyor. Daha önce yine Haynes ile beraber çalıştığı Far From Heaven’da sinematografi alanında Oscar’a aday olan Edward Lachman Carol’da da mükemmel bir iş çıkarıyor ve dönemin atmosferini başarıyla yeniden yaratıyor. Bunun karşılığında da bir Oscar adaylığı daha kazanıyor.
Filmin yönetimini, senaryosunu ve sinematografisini anlamlı hale getiren ve filmi bir başyapıt seviyesine çıkaran unsurlardan biri, belki de en önemlisi olan oyunculuklara gelindiğinde ise efsanevi bir Cate Blanchett ile karşılaşıyoruz. Şu anda yaşayan oyuncular içinde en önemli kadın oyuncularımdan biri olan Blanchett bu film ile açık ara benim açımdan ilk sıraya yerleşiyor. Blanchett 2013’de ikinci Oscar’ını kazandığı Woody Allen imzalı Blue Jasmine’de nevrotik, sinir krizi eşiğini çoktan geçmiş bir üst sınıf kadını canlandırmıştı. Carol’da da yine mutsuz, üst sınıfa mensup bir kadın karakter söz konusu; ancak Carol Jasmine’nin tam zıttı bir ruh hali içinde ve Blanchett bu ruh halini her sahnede, her jestte, her mimikte rolüne anlam katarak beyaz perdeye yansıtıyor. Belki başkaları için fazla dramatik ve teatral gelebilecek bu oyun tarzı Carol’un yaşadığı hayatın yapaylığını, özellikle de kocası ve kocasının çevresiyle beraber olduğu anlarda ‘rol yapmak’ zorunda oluşunu çok inandırıcı bir şekilde ortaya koyuyor. Blanchett Carol ile üçüncü kez heykelciği kucaklarsa hiç şaşırmam.
Therese rolünde yine büyük bir performans sergileyen ve The Girl with the Dragon Tattoo ile kazandığı ilk Oscar adaylığından sonra ikinci adaylığını kazanan Rooney Mara da Blanchett ile beyaz perdeden taşan bir uyum yakalıyor. Onun Blanchett ile uyumunun filmi çok daha değerli kıldığı açık.
Carol’un sinir bozucu kocası Harge rolünde Kyle Chandler da çok iyi. The Wolf of Wall Street’de Ajan Patrick Denham rolü ile dikkat çekmeye başlayan Chandler bu filmde de ikna edici bir karakter ortaya koyuyor.
Fargo (1996), In Bruges (2008) ve True Grit (2010) için yaptığı müziklerle tanınan Carter Burwell, melodik açıdan kimi anlarda Philip Glass’ın ‘The Hours’ için yaptığı müziği anımsatan derin, çello ve yaylılar ağırlıklı müziği ile filme damgasını vuruyor. 2016 Oscarları’nda en iyi orijinal müzik alanında aday ve diğer adaylar arasında açık ara bu ödülü hak eden isim. Ancak şu ana kadar beş kere aday olmasına rağmen ödül almaması bir skandal olarak kabul edilmesi gereken Ennino Morricone’nin The Hateful Eight ile altıncı kez aday olduğu düşünüldüğünde aklım ‘Morricone almalı’ diyor kalbim de Morricone’nin ödülü almasını istiyor. Nitekim genel tahmin de ödülün bu kez Morricone’ye gideceği yönünde.
Carol ister istemez LGBTİ filmleri kategorisinde değerlendirilecek ama onun çok ötesinde, son dönemde çekilmiş en iyi aşk filmlerinden biri, belki de birincisi. Ang Lee’nin Brokeback Mountain‘ı ve Tom Ford’un A Single Man‘i ile birlikte muhtemelen sinema tarihinin en duyarlı ve incelikli eşcinsel aşk filmi. Onlardan farklı olarak mutlu sonla bitme umudu taşıyor. İtiraf etmem gerekirse benim gibi mutlu sonlardan nefret eden iflah olmaz bir kötümseri bile memnun eden böyle bir son ancak Carol’a yakışırdı. Bünyede altın yaldızlı takımlarla içilen akşam çayı, fitilsiz kadife ve kasım akşamlarında Scarlatti sonatları eşliğinde içilen bir fincan kahve etkisi yapıyor.
İlk yorumu siz yazın!