İlk yorumu siz yazın!
Çölde Çay: Bir Bernardo Bertolucci Başyapıtı
Teoman’ın iki yabancı şarkısıyla tanıştığım Çölde Çay filminin özeti tam da şarkının sözleri gibi aslında: ”Yazdan kalma bir günden, ya da çölde çay filminden, bir sahne var aklımda, oyuncular sanki biziz, mutsuzuz ikimiziz kimi aşklar hiç bitmezmiş, bizimkisi bitenlerden, sevmeye yeteneksiziz.”
Bernardo Bertolucci yönetmenliğinde çekilen The Sheltering Sky (Çölde Çay) filmi Paul Bowles’a ait 1949 tarihli “Esirgeyen Gökyüzü” romanının içindeki aynı isimli bölümden uyarlanıyor. Filmin yazarı ve yönetmeni; doğunun hastalıklı, ilkel, kaotik ve mistik sonsuzluğunda kadın erkek ilişkisinin yanı sıra; tüm batı uygarlığı ve insanın anlam arayışını da tematik olarak işliyor aslında.
Film, uzun yıllardır süren evlilikleri umutsuz bir hal alan bir çiftin İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerika’dan uzaklaşıp Kuzey Afrika’ya yaptıkları egzotik turda yaşadıklarını anlatıyor. Belki de kaybolmuş ruhlarını Sahra Çölü’nün gizeminde aramaya koyulan çiftin aşk hikayesi film boyunca seyirciyi de kendi yalnızlığına döndürmeye eğilimli…
Film boyunca Fas, Cezayir ve Nijer’in oldukça çarpıcı manzaraları da çiftin ilişkilerinin ruhsal dışa vurumundaki kaosa eklenince; seyirci çöl ikliminde farklı bir ruhsal yolculuğa çıkarılıyor. Çölün sıcağıysa ilişkinin dramatikleşen akışında daha da yakıcı olmaya başlıyor. Seyirci filmi izlerken hem kendi yalnızlığını duyumsuyor, hem de yılların sahip oldukları bağ arkadaşlığa dönüşen bir çiftin kaybettiği aşk hikayesinden yola çıkarak ilişkilerle ilgili türlü empatilere soyunuyor. Ve garip olan şu ki; çöl ikliminde üşümenin fiziksel ve psikolojik olarak tanımı da filmde gizleniyor.
Filmin konusundan kısaca söz edecek olursak; Amerikalı bir çift olan Kit (Debra Winger) ve Port (John Malkovich) aralarındaki derin sevgiye rağmen artık birbirlerine yabancılaşan bir çift olmuşlardır. Evliliklerine son bir şans vermek amacıyla uzun bir yolculuğa çıkmaya karar verirler. Ülkelerinden ve yakınlarından kilometrelerce uzakta, çıkmış oldukları seyahat sırasında gezgin ruhlarının da farkına varan çift; Sahra Çölü’ne ulaştıkları zaman kendilerini sonsuz bir özgürlük serüveninde gezgin olarak konumlandırırlar.
Çölün evrensel tüketiciliğinde kaybolmuş hissederek; belki de her şeye yeniden başlama çabasında olan çiftin ilişkilerini romantizme ulaştıran sahnelerse Bertolucci sinemasının muhteşem sinematografisini yansıtıyor. Sonu olmayan bir boşlukta uzanan Sahra Çölü’nde gün batımı sahneleriyle seyircisine, izlerken her şeyden arınma hissiyatı veriyor film. Bir de mistik bir romantizm ve çözülemeyen bir sarhoşluk duygusu…
Varoluşsal fantezilerin yıkımı olan çölün ezici mezarlığında aslında bir ruhun daha ölümüne tanık oluyoruz filmin sonunda. Aslında bu durum; filmin Hindistan’daki Sati geleneğini hatırlatıyor olmasına da bağlı biraz. Sati geleneği, medeniyetler arası uçurumun en can alıcı örneklerinden. Geleneğe göre; kadınların ölen kocalarının ardı sıra kendilerini yakıp öldürmeleri zorunlu tutuluyor. Filmin başrol oyuncusu New York’lu Kit ise yaşıyor yaşamasına fakat eşi Port’un çıktıkları seyahatte ölümüyle birlikte küle dönüşen bir ruh haline teslim oluyor.
Kit, kültürel karışımlara, yitip gitmeye hazır bir ruh haliyle izleyiciyi garip bir bulantıya sürüklüyor. Bir ruh -ki hayalet bir şehirde ihanet eden ve edilen bir kadın ruhu- zorunlu bir dönüşüme teslim oluyor. Konumlarımızı sorgulatan çarpıcı bir dönüşüm bu. Ne olduğumuzu, nereden geldiğimizi ve hatta nereye gittiğimizi düşünmemizi isteyen sahnelere tanık oluyoruz. Kit ruhunu başka kültürlere mistik bir hüzünle teslim ettiği sahnelerde üşümeye başlıyor. Hayalet bir şehirde sadece kendisi, şimdi umarsızca katıldığı bir kervan ve gözlerinde hasta yatağında “bana hiç uzun zamandır sevgilim dememiştin” diye gülümseyen eşi Port’un hayali var.
Aslında birbirlerini yeniden kazanmak için çıkmış oldukları bu uzun yolculukta; aldatmayı, aldatılmayı, tutkuları ve pişmanlıkları yaşayan çift, filmin sonunda artık birbirlerini tamamen kaybediyorlar. Bowles’un da dediği gibi: ”Çöl çok büyüktür ama hiçbir şey gerçek anlamda kaybolmaz orda” Üşüten bir çöl ikliminde film, mistik ve kederli… Eşi Port’un ölümünden sonra aralarına umarsızca katıldığı kervan tarafından kendisine ikram edilen çay hiç olmadığı kadar acı artık. Gerçekler kadar…
Sahra Çölü’nün eşsiz manzaralarında dramatikleşen bir ilişkinin konu edildiği Çölde Çay’da yazar Bowles’in filmin ana karakterlerinden Kit’e söylemiş olduğu sözler ise şu şekilde hafızalara kazınıyor: “Ne zaman öleceğimizi bilmediğimiz için, hayat hiç bitmeyecekmiş gibi gelir ama hiçbir şey çok tekrarlamaz kendini. Aslında çok az tekrarlar. Çocukluğunuzun bir öğleden sonrasını, öyle ki, hayatınızı onsuz düşünemediğiniz, sizi derinden etkilemiş bir öğleden sonrayı, daha kaç kez anımsayabilirsiniz ki? Belki dört, beş kez daha. Belki o kadar bile değil. Dolunayın çıkışını daha kaç kez izleyebileceksiniz? Belki yirmi. Ama yine de her şey sonsuzmuş gibi gelir.”
Kapak Fotoğrafı: Pinterest
İlginizi çekebilir: Eralp Alper’den Normal People
Edebi olarak çok beğendiğim bir yapttı. Filmi de sınıfın 'entel' filmler seyredip entel kitaplar okuyan enteli kontenjanından seyretmiştim. Filmi sevdiğimi hatırlıyorum, yazınız sonrasında tekrar seyredeceğim ki Bertolucci ile aram hiç iyi değildir 🙂 La Conformista ve biraz da The Last Emperor hariç. Sonrasında birkaç Bowles daha okudum ama bana hitap etmedi. Yazınız bana ergenlik yıllarımın entellektüel kimliğimi bulma çabalarını anımsattı, teşekkürler...