

Companion: Kusursuz Sevgi Var Mıdır?
Drew Hancock’ın ilk uzun metraj denemesi olan Companion, televizyon dünyasındaki tecrübelerini sinema perdesine taşıyan taze bir yönetmenlik hamlesi olarak karşımıza çıkıyor. Film, yapay zeka teması üzerinden modern ilişkilere çarpıcı bir bakış atmaya çalışıyor. Oyuncu kadrosunda Sophie Thatcher, Harvey Guillen, Jack Quaid, Lukas Gage, Rupert Friend ve Megan Suri gibi genç yeteneklerle dolu. Filmin atmosferi, görece sade mekan kullanımlarına rağmen şovunu başka alanlara saklayıp, gerilimi de yavaş dozda yükseltiyor. Bu anlamda Companion, türün alışılagelmiş kalıplarına eklediği minik dokunuşlarla ilk dakikadan itibaren izleyicisine farklı bir deneyim vadediyor.

Editör Notu: Yazının devamı spoiler içermektedir.
Hikayenin merkezinde, hayatın çeşitli zorluklarıyla boğuşan ve iç dünyası oldukça kırılgan olan bir karakterin, teknoloji destekli bir “yoldaş robot” fikrine sarılması yatıyor. Bu yoldaş, insana neredeyse birebir benzeyen bir yapay zeka tasarımı ve “kusursuz sevgi” vaadiyle kurgulanmış durumda. Film, yapay zekayı sadece teknolojik bir araç değil, gerçek insan duygularına ve zaaflarına ayna tutan bir mekanizma olarak ele alıyor. Yani ekrandaki robot, aynı zamanda insanlığın kibir, korku ve hırs gibi duygularıyla da yüzleşmemize olanak sağlıyor. Karakterler arasındaki duygusal ve fiziksel çekişmeler, “makineye güven duymak” ile “onu kendi emellerimiz için kullanmak” arasında gidip gelen bir hesaplaşma yaratıyor. Bu durum, Companion’ı alışılagelmiş “Robotlar insanlığa karşı başkaldırıyor” anlatılarından ziyade, insan doğasının karanlık noktalarına yavaşça temas eden bir hikayeye dönüştürüyor.

Sinema tarihinde yapay zeka denince akla çok örnek gelir. Companion ise tüm bu birikimi, günümüzün mahremiyet ve itaat kavramlarına yönelik endişeleriyle harmanlıyor. Teknolojinin giderek insan hayatına derinlemesine nüfuz etmesi, filmde yapay zekanın daha “samimi” bir hizmetkardan çok, tehlikeli bir silaha dönüşme potansiyelini vurguluyor. Bu açıdan bakıldığında, insana benzeyen ancak özünde bir programdan ibaret olan varlıkların, duygusal bağ kuruldukça ne denli sarsıcı sonuçlar doğurabileceği ustaca irdeleniyor. Film, karakterlerin özgür iradeleriyle programlanmış emirler arasındaki ince çizgiyi sık sık sorgulatıyor. Özetle, modern zamanın “en yakın dostu” olarak sunulan dijital yoldaşın aslında ne kadar ürkütücü hale gelebileceğini hatırlatıyor.

Oyuncu performansları, filmin ayakları yere basan tarafında önemli bir rol üstleniyor. Sophie Thatcher, varoluşsal sancılar yaşayan karakterine hem kırılgan hem de tehditkar bir hava katmayı başarıyor. Almanca sahnesinde beni gülmekten ikiye yardı kendisi. Jack Quaid ve Harvey Guillen gibi isimler ise mizahın ve gerilimin arasındaki dengeyi koruyarak hikayeye farklı renkler katıyor, pek matah performans vermiyorlar. Teknoloji ve insan arasındaki gelgitlerde, karakterlerin motivasyonlarının zaman zaman zayıf kaldığı anlar olsa da, genel olarak film tutarlı bir gerilim ritmi yakalıyor. Bu sayede film, tempoyu diri tutuyor. Ben izlerken keyif aldım, herkese rahatlıkla önerebileceğim cinsten eğlenceli bir iş.
Sinema dünyasına ve filmlere dair paylaşımlarıma Instagram üzerindeki film blogumdan (@atıptutuyorum) ulaşabilirsiniz.
Kapak Fotoğrafı: Companion
İlginizi çekebilir: Eralp Alper’den Kneecap
İlk yorumu siz yazın!