Uçsuz Bucaksız Bir Mavilik: Cote d'azur
Bu yazıda, bu yaz gezmiş olduğum Cote D’azur yani Fransızca mavi kıyılar anlamına gelen Akdeniz sahil şeridinden bahsettim. 6 günde 3 ülke 11 şehir nasıl gezilir diye sormayın, gezdik oldu. Dağların arasına gizlenmiş küçük İtalyan kasabalarından, denizin güzelliğiyle süslenmiş Fransız plajlarından, renkli Barcelona gecelerine kadar her şey bu yazıda!
Cote D’azur.. Fransızca “mavi kıyılar” anlamına gelen bu yer, Akdeniz’in Avrupa kıyılarına verilen isim. İspanya’nın Cebelitarık Boğazı sınırından başlar, İtalya’nın çizmesine kadar uzanır. Binlerce kilometre sadece sarı ve mavi..
13-18 Temmuz tarihleri arasında Güneş Turizm ile İtalya-Fransa-İspanya’nın Cote D’azur turuna katıldım. Bu tur bir sürü şehir gezisi içeriyordu. Ayrıca fiyatı da diğer tur şirketlerine kıyasla çok uygundu. Tur, ekstra tur ve pahalı restoranlarda akşam yemeklerini de içeriyordu. Beş gecenin bir gecesi İtalya’da, iki gecesi Fransa’da, iki gecesi de İspanya’da geçti. Gidilecek şehirler arasında Bologna-Floransa-Pisa-Genova-Portofino-San Remo-Nice-Cannes-Monaco-Monte Carlo-Marsilya ve Barcelona yer alıyordu. Yani kısaca 5-6 gün boyunca gezgin hayatı yaşadık diyebilirim. Şimdi bu büyüleyici turun detaylarına gelelim..
Bologna / İtalya:
Birinci gün tura Adana, İzmir ve Kayseri’den katılacak olan kişilerle İstanbul Sabiha Gökçen Havalimanı Dış Hatlar’da buluştuktan sonra, Pegasus’un direk uçuşu ile İtalya’nın ünlü gıdası makarnanın üstüne en çok koyulan bolonez sosun bulunduğu Bologna’ya vardık. Bavullarımızı alıp tur otobüsüne bindiğimizde herkes 6 günde bu kadar şehir gezecek olmanın heyecanını yaşıyordu. Tur rehberimiz Nadir bey, 35 senesini rehberliğe adamış, bildiği dillerle İlber Ortaylı ile yarışabilir düzeyde olmasının yanında aynı zamanda sorup da cevap alamadığınız tek bir soru bile yok. Ardından Bologna’yı panaromik olarak otobüsle gezdikten sonra yaya halinde şehrin içine yayıldık. Bologna’nın en büyük caddesi olan Indipendenza Caddesi üzerine yayılmış olan bir sürü restoran ve kafede isteyen enfes bolonez soslu spagettisinin yanında birasını yudumlarken, kimisi de sıcak havadan hıncını buz gibi kola içerek çıkarıyordu.
Ara sokaklara girdiğinizde ise klasik filmlerde de gördüğünz dar ama bir o kadar da şirin İtalyan sokaklarına ve sayısız hediyelik eşya ve butiğe rastlıyorsunuz. Bu caddenin sonunda ise Maggiore meydanı var. Burada ülkemizin aksine insanlar istediği gibi protesto yapabiliyor, isteklerini söyleyip dağılıyor ya da küçük şovlarla turistleri selamlıyor. Bu ortaçağ şehrini gezdikten sonra yorgun bir biçimde otobüsümüze binip sıradaki durağımıza gitmek için yola koyulduk.
Floransa / İtalya:
Bologna’dan 110 km’lik bir yol gittikten sonra Dünyaya rönesansı, pozitif bilimleri ve sanatı kazandırmış olan Floransa (İtalyanca Firenze) kentine vardık. Burada kaldığımız otel Floransa kalesinin hemen içinde olup şehir merkezine ise 4 dakikalık bir yürüme mesafesindeydi. Eşyaları otele bıraktıktan sonra tur halinde yürüyerek Floransa merkezine girdik, burada her yerde birebir taklidi satılan çanta ve kemerler kadınların özellikle dikkatini çekiyordu. Üstelik her gün aynı saat aynı yere kurulan pazar bu satışlarda çok başarılı görünüyordu. Bu pazarın sonunda çıkılan meydanda, hayatımda gördüğüm en büyüleyici katedral ile karşı karşıya kaldım, Santa Maria del Fiore. Bu katedral yaklaşık 140 yılda inşa edilmiş olup her detayında işçilik söz konusu. Duvarlarında mozaik yerine heykel mevcut ve ben o kadar böyle katedral, kilise gezmeyi sevmememe rağmen hayran kaldım.
Ardından yürüyerek Sanatkarlar Sokağı diye adlandırdıkları caddeden geçtik, burada bir sürü pandomimci, el işi yapılan küçük heykel ve sanatsal faaliyetler, 3 dakikada portrenizi çizen ressamlarla dolu sımsıcacık bir caddeydi. Devam edip Floransa denince akla gelen, akşamları harika ışıklandırması olan Arno nehrini gördük. Günbatımında vardığımız için güneş tam binaların arkasından batıyor, fotoğraflık pozlar sunuyordu turistlere. Öyle ya, fotoğraf çekmek için bile gidilir bu kente sadece. Bu nehrin tüm kıyısını yürüyüp, üstünde üstüste inşa edilmiş renkli Floransa evlerinin altında bulunan taş köprüye vardık. Burada nehirden arıtılarak gelen ve söylenenlere göre içenin tuttuğu dilek kabul olunan bir çeşmeden herkes batıl inançlar çerçevesinde su içti. Ardından kimisi Dünya Kupası Finali’ni izlemek için otele kimisi de bu güzel şehirde bir akşam yemeği yemek için kendini ara sokaklara attı. Ben hep maç izleyip hem yemek yiyebileceğim bir yer bulmayı tercih ettim. Zaten anlaşmalı restorantlarda tur için bedava yemek vardı. Güzel bir ara sokakta bulduğum kafede hem bonfile etimle beraber şarabımı içerken maç izledim, hem de Floransa’nın o eşsiz manzarasına bakıp bir sürü fotoğraf çektim. Ardından herkes otele döndü, çünkü sabah bir başka şehre gitmek için yollara düşecektik.
Pisa / İtalya:
Sabah 9’da otelde edilen kahvaltının ardından Pisa kentine doğru yola çıktık. 2 saatlik bir otobüs yolculuğunun ardından kente vardık ve varmamızla birlikte sağanak yağmur bizi karşıladı. Akdeniz iklimi olduğu için genelde sıcak ve açık olacağını düşündüğümüz hava bizi yaz yağmuruyla ters köşeye yatırmıştı ama bu duruma en çok sevinen otobüsten indiğimizde 10 euroya şemsiye satan siyahi vatandaşlar olmuştu. Aldığımız şemsiyelerle birlikte şehrin içine girdik ve pazar yerlerini geçip, Pisa denince akla ilk gelen eğik Pisa Kulesi’nin olduğu sarayın bahçesine giriş yaptık. Aslında bu eğik kule olmasa klasik bir İtalyan kenti olacak olan bu yer, yapıldığı zemin nedeniyle 5.5 derecelik bir açı alıp eğik hale gelmesinin ardından turistlerin iligisini çekmiş, ve büyük bir çoğuınluk kuleyi tutarken fotoğraf çekmek için buraya gelmiş.
Onun harici etrafında yine geniş alışveriş yerleri var ve eğik Pisa kulesinin küçük süs, anahtarlık ve heykelleri var. Pisa’da öğle yemeği olarak çok güzel bir margharita pizza yedim. Kağıt gibi ince ve bir o kadar da enfes olan bu pizzayı doğduğu yerde yemenin tadı ayrıydı. Ardından sıradaki kentimize yolculuk için Pisa’dan ayrıldık.
Portofino / İtalya:
İzleyenler bilir, Pablo Neruda’nın hayatından esinlenilip çekilen Il Postino filmindeki küçük İtalyan şehrine benziyor Portofino. İstinye koyunu andıran küçük dağların arasında saklı, yemyeşil bir İtalyan kasabası. Lakin buırayı gezmek nasip olmadı, sadece kuşbakışı üstündeki otobandan geçtik ama panoromik fotoğraf çekme şansı oldu. Yukardıan bakıldığında insanın içini ısıtan Portofino kasabasının temel geçim kaynağı ise balıkçılık. İtalya’nın en resimsel şehri olarak anılmakta.
Genova / İtalya:
Portofino’yu kuşbakışı geçtikten sonra Genova kentine vardık. Viyadüğün üstündeki bir otobanda kıyı süresince seyir halindeyken Genova yazan sapaktan girmeden önce, şehrin o viyadüğün altında, iki dağın arasında kaldığını ve muhteşem bir deniz manzarası olduğunu görüyorsunuz. İniş ise bir acayip, roller coaster’ı andıran bir yol yapmışlar dön dön bitmedi. Kente vardığımızda zamanımızın kısıtlı olmasından dolayı kentin ünlü bir dondurmacısı olan Türkçe’si Genova Yerlisi olan yerde ellerimize dondurmamızı alıp panoromik şehir turu yaptıktan sonra kentten ayrıldık. Tur gereği böyle olsa da ben Genova’yı çok gezmek istiyordum. Ama sonrasındaki gezilecek şehirler beni daha da heyecanlandırıyordu.
San Remo / İtalya:
İtalya’daki son durağımız ise San Remo oldu. Fransa ile hemen sınırda bulunan bu küçük kasaba, İtalyan birçok şair ve yazarın doğup büyüdüğü yer. Burada rehberimiz İtalyancasını konuşturdu ve Pablo Neruda’nın bir şiirini İtalyanca okudu, gerçekten çok etkileyiciydi, sözlerini anlamasak da. San Remo’nun küçük bir parkında bulunan kafede su molası verdikten sonra Fransa’ya doğru yola çıktık.
İtalya-Fransa Geçişi:
İtalya’dan ayrılırken Fransa’ya geçişimizi çok merak ediyordum nasıl olacak ne olacak acaba diye. Seyahat ettiğimiz bu yollar hep dağlar üstüne olan, viyadük ve tünellerle açılmış yollar yani kıyı şeridinde denize sıfır değildi. Sayısız tünel saydım yolda, doğası da bir o kadar güzeldi, el değmemiş şelaleler, 250 metre aşağıdaki nehirler, ormanlar arasında seyrederken yol kenarında bir tabela gördüm “Bienvenue en France”. Dondum kaldım, hiçbir güvenlik önlemi, gişe olmaksızın Fransa’ya girmiştik. Avrupa Birliği’nin bu güzel özelliği karşısında şaşırmıştım doğrusu. Nice kentine doğru yola koyulduk.
Nice / Fransa:
Nice Fransa’nın en gözde turizm kentlerinden biridir. Cote d’Azur dedikleri yerin merkezi de Nice. Kent ikiye ayrılıyor: Old Nice ve New Nice. Otobandan çıktıktan sonra her şehirde karşılaştığımız gecekondu ve şehirleşmeden sıyrılıp, ucu bucağı görülmeyen, sarı-beyaz karışık parlak kum ve ufukta batmaya yakın güneşi ile Akdeniz bizi karşıladı. Tur rehberimiz serbest zaman verdi ve herkes dağıldı. İlk işim yemek yemekti. Plajın paralelindeki cadde üstünde denize karşı çevirilmiş masa ve sandalyelerle donatılmış bir sürü cafe&pub ve restorant aklımı karıştırıyordu hangisinde yesem diye. Sonunda Le Meridien diye bir otelde üst katında manzaraya karşı hafif sebze yemeğimi yememin ardından Nice’i gezmeye başladık. Klasik her taraf hediyelik eşya, giyim, tekstil, çanta mağazasıyla doluydu. Bu kadar alışveriş merakım olmamasına rağmen bir iki magnet alamadan duramadım. Ardından plaja indim ve ayakkabılarımı çıkarıp elime alarak tüm kıyıyı yürümeye çalıştım ama olmadı tabii 🙂 Ardından otele döndük. Otel hemen havalimanının yanındaydı. Giderken de Nice limanına demirlemiş lüks yat ve tekneler bana buraya tatile gelmiş zengin insanlar olduğunu hatırlattı. Ardından otelimize konaklamak için vardık ve 2.günün sonunda tam 7 şehir gezmiş olduk.
Cannes / Fransa:
Sabah erkenden kalkıp Nice Old Town’u gezdikten sonra Cannes’a doğru yola koyulduk. Vardığımızda girişte bizi lüks malikaneler ve villalar karşıladı. Hakkaten anlatıldığı kadar varmış lükslüğü. Uzun palmiyelerle donatılmış arka yoldan geçip limana vardık. Burada serbest zaman vardı. İlk iş Cannes Film Festivali’nin yapıldığı binaya gitmekti. Ama binayı görünce biraz hayal kırıklığına uğradık. Çünkü biz tarihi bir bina beklerken böyle Caddebostan Kültür Merkezi gibi bir bina beklemiyorduk. Girişinde Nuri Bilge Ceylan’ın Kış Uykusu’yla kazanmış olduğu film yazısını okuduk ve içerisini gezdik. Açıkça söylemek gerekirse pek ilgimi çekmedi burası. Biraz sönük kaldı anlatılanlara göre. Ardından burada yenilen öğle yemeğinden sonra otobüsümüze binip Nice’teki otelimize geri döndük. Akşam Monaco turu vardı, bence en güzel yerlerden sayabiliriz orayı.
Monte Carlo / Monaco:
Cote d’Azur’un bir özelliği, Cannes’e kadar tüm kentler otobanların aşağısında yani dağların eteklerinde. Ama Monaco kadar beni bu konuda etkileyen bir yer daha olmadı. Akşam Nice’den otobüsle ayrılıp yola koyulduk. Monaco kıyıda bulunan bir dağın eteğinde ama kurulduğu yerin yüzde 70’i denizin üstüne doldurma, yani anlayacağınız yol ve inşaat için çok elverişsiz. Dağların arka tarafında bulunan otobandan sapıp dağların içinden geçen bir tünel vasıtasıyla Monaco’nun bulunduğu uçurum gibi kıyıya vardık. Tünelden çıktığımızda şehir ciddi anlamıyla ayaklarımızın altındaydı. Otobüs büyük olduğu için aşağı inmek virajlarda çok uzun sürdü ve 45 dakikada dağdan inebildik anca. Vardığımızda ilk durağımız Monaco Prensi ve ailesinin yaşadığı saray ve kale içi alandı. Bu sarayın bulunduğu alan ülkenin ortasında denize doğru uzanmış bir burnun üstündeki yüksek falezin üstüne kurulmuş. Otobüs aşağıdaki otoparka park etti ve biz asansörle o falezin içinden sarayın içine çıktık. Bu durumdan çok etkilendim. Mimari olarak aşmış bir yerdi.
Burada Monaco Prensi’nin ve ailesinin yaşadığı sarayı dıştan gezdik. Aynı zamanda Grace Kelly’nin öldüğü virajdan da geçtik. Bu kalenin içinde bir ara sokakta harika bonfie ve parmesan sos yapan bir restorantta şaraplarımızı yudumlayıp yemeğimizi yedikten sonra otobüsümüze binip koyun karşısında bulunan Monte Carlo semtine gittik. Burası bilindiği gibi Avrupa’nın kumarhane merkezi ve ben hayatımda böyle lüks görmedim. Her yerde son model Ferrari’ler, Lamborghini’ler ve daha neler neler vardı. Kumarhanelerin olduğu meydanda durduk ve tur rehberimiz burada üç tane kumarhane olduğunu ve soldakinin girişinin ücretsiz olduğunu söyledi. Ama bu kumarhanenin içine girdiğimizde içinin Türkiye’de bulunan alışveriş merkezlerindeki çocuk oyun alanlarından farksız olmadığını anlamak mümkün. Film ve fotoğraflardan aşina olduğumuz ya da Girne’de girdiğimiz kumarhanelerin aksine burası oyun merkezi gibi, hiçbir özelliği yoktu bence. Burada bir el jetonlu makinede oynadıktan sonra mağazaları gezmek daha cazip geldi. Buradan saat gece 1’de geri Nice’e otelimize hareket ettik. Çünkü ertesi gün bizi çoook uzun bir yolculuk bekliyordu.
Marsilya / Fransa:
Sabah otelden check-out yapıp 300 km’lik Marsilya yoluna koyulduk. Öğlen 2’de Marsilya limanında tur rehberinin etrafında toplanıp serbest zaman ve buluşma saati alındı. Marsilya eski çağdan beri liman kenti olarak kullanıldığı için yat limanını görünce dudağım uçukladı. Biz Kalamış’ta iki tane yelkenli görünce hoşumuza gidiyor, burada 7 tane Kalamış Yat Limanı vardı neredeyse, çok büyüktü. Etrafında ise bir çok restoran ve bar vardı. Marinaya karşı oturup bir güzel hem karnımı doyurdum hem de zevkle biramı içtim. Ardından şehir ara sokaklarını gezmeye başladım. Çok ilginç bir şey yoktu aslında, ya da o kadar şehir gezdikten sonra pek ilgimi çekmemişti. Zaten şehir çok büyüktü, gezmek için 4-5 saate ihtiyaç vardı ki o kadar vakit yoktu. Saat 5’te otobüse binip son durağımız olan İspanya’ya doğru yola çıktık.,
Barselona / İspanya:
Marsilya’dan 7 saatlik uzun bir yolculuktan sonra İspanya’ya geçtik. Gece 12’de otele varıp konakladık. Sabah erkenden kalkıp Barcelona’yı ilk olarak panaromik olarak gezdik. Sonra 7 ülkenin iştirakiyle hala inşaatı devam eden Sagrada Familia, yani aile kilisesi diye adlandırılan kiliseye geldik. İnşaat devam ettiği için içeri almıyorlardı, dışında tarihini dinleyip fotoğraf çektikten sonra devam ettik. Sonra Güell Parkı’na gittik. Burası ünlü sanatçı Gaudi’nin yaşadığı yer. Aynı zamanda ilham aldığı, kafasını dinlemek için kaçtığı yer.
İsteyenler daha sonra La Ramblas (eski pazar) diye adlandırdıkları büyük uzun bir caddede alışveriş yapmaya gitti. Ben ise başka bir şey istiyodum, Barcelona takımının stadı Nou Camp’ı gezmek. Turdan bir arkadaşla taksiye binip Nou Camp’a gittik, stadyum turuna katıldık. Lig başlamamasına rağmen ve de maç olmamasına rağmen o saatte stadyum turu için ayrılan alanlar dolup taşmış, forma satışlarının önünde kuyruk vardı resmen. Böylesine devasa bir spor kompleksini görmek cidden büyüleyiciydi. 98.000 kişilik stadyuma aşağıdan bakmak baş döndürücüydü. Kulübün kazandığı kupaları müzede görmek de buna dahil.
Akşam tura dahil olan Marina diye bir balık restoranında paella (ıstakozlu pilav ve deniz mahsülleri) yedik. Canım rakı çekmedi değil. Sunuşu ve lezzetleri de bir o kadar güzeldi. Sonra Christophe Colomb’un Amerika’yı gösterirken yapılmış bir heykelinin bulunduğu İspanyol Meydanı’ndan geçip Ramblas caddesinde alışverişler yapıldıktan sonra son olarak flamenko şovu için salonda yerlerimizi aldık. İlk başta çok kolay gibi görünen bu dans, İspanyol çingenelerinin usta olduğu, izlerken “Yok artık” dememize yol açan dans figürleriyle bizi 2 saat boyunca etkiledi. Genellikle giriş-gelişme ve sonuç diye adlandırılan konu bütünlükleri ve hikaye anlatan bu dans, aşkı konu alır. Bu dans şovundan sonra isteyen oteline döndü, isteyen de gece eğlenmesine devam etti çünkü Barcelona’da hayat gece 1’de daha yeni başlıyor oluyordu, ama ben otele dönüp dinlenmeyi tercih ettim çünkü ertesi sabah İstanbul’a dönüş vardı.
Ertesi sabah Barcelona havalimanından İstanbul’a hareket ettik. Bu güzel Cote d’Azur turunda bize tur rehberliği yapan sayın Nadir beye ve bu güzel kültürel ve coğrafi tur düzenleyen Güneş Turizm çalışanlarına sonsuz teşekkürler!
Tam bir yaz yazısı! 🙂 Erasmus'umu Milano'da yaptım, anlattığın yerleri ben de bayıla bayıla gezmiştim birkaçı hariç. Bu arada, bahsettiğin şiir de Türkçesi 'Yavaş Yavaş Ölürler' olan 'Ode alla Vita' olabilir diye düşünüyorum.. Benim de bitirme projemin çıkış noktası bu şiir. İtalyan ev arkadaşımdan öğrenmiştim. Bir kısmı:
''Lentamente muore chi non viaggia,
chi non legge,
chi non ascolta musica,
chi non trova grazia in se stesso.''