Daisy Jones & the Six: Fleetwood Mac İlhamlı Dizi
“We accept the love we think we deserve” (Hak ettiğimize inandığımız sevgiyi kabul ederiz.) Eğer bu klişe bir röportaj olsaydı, ben Daisy Jones & the Six oyuncularından biri olsaydım ve “Diziyi izlememiş birine tek cümlede nasıl özetlerdiniz?” diye sorulmuş olsaydı muhtemelen bu cümleyi söylerdim. İlk bölümü izler izlemez hikayesinin aşığı olduğum Fleetwood Mac’den ilham aldığını fark ettiğim dizinin müthiş orijinal bir hikayesi, Emmy’lik oyunculukları ya da akıl almaz bir prodüksiyonu yok ama bence her şeyin fazla orijinal, fazla büyük, fazla gösterişli ve fazla hızlı olmasını aradığımız bir dönemde “yeteri kadar” her şeyi var. Kendim gibi ADHD mağdurları için bir öneri: Bu yazının spoilerlı ama vurucu kısımları üçüncü başlıktan sonrası; izlemeye ikna olmak için açtıysanız direkt o bölümlere atlayabilirsiniz.
Daisy Jones & the Six: Hikayesi ve İlham Kaynağı
Daisy Jones & the Six’in yazarı Taylor Jenkins Reid hikayeyi kurgularken Fleetwood Mac’in efsanevi albümü Rumors’ı bolca dinlemiş ve grubun onlarca farklı röportajını okumuş. Yazarın ismi tanıdık geldiyse haklısınız; Reid aynı zamanda “Evelyn Hugo’nun Yedi Kocası” gibi ‘overrated’ olduğu düşünülen diğer popüler çok satan kitapların da yazarı. Bu açıdan henüz okumadığım Daisy Jones & the Six’in de ‘overrated’ olduğu düşünülebilir. Böyleyse bile dizi olarak çok iyi uyarlanmış kaliteli bir hikaye olmalı temelinde çünkü özellikle son bölümlerine dikkatinizi gerçekten verirseniz, duyduğunuzda klişe olduğunu düşüneceğiniz ama yaşarken fark etmesi güç olan bazı “kabullenme” anlarını çok sade ve doğal bir biçimde gösteriyor.
Reid, Rumors’ın bir albüm olmanın yanı sıra bir romantik dizi olduğunu söylüyor ki katılıyorum. Dolayısıyla Daisy Jones ve Billy Dunne karakterlerini yaratırken Stevie Nicks ile Lindsey Buckingham’ın zorlu ilişkisinden bolca ilham almış. Tabii ilham kaynakları arasında ayrıca Bruce Springsteen, The Eagles, Carole King, Linda Ronstadt, Jackson Browne, Joni Mitchell gibi 70’lerin diğer müzik ikonları da var. Dizi bu açıdan bence dönemin ruhunu, estetiğini anlatmak konusunda iyi. Daha önemlisi müzikleri orijinal ve bence büyük oranda başarılı. Bu noktada hikaye Fleetwood Mac ilhamlı diye müziklere çok dair büyük beklentilerle izlemeye başlamamak önemli elbette.
Dizinin oyunculukları, kurgusu, ‘styling’i gibi konularda çok daha anlamlı ve profesyonel yorumlar yapabilecek insanlar vardır ama ben karakterlerle ve hikayeleriyle ilgileniyorum. Bence uyarlamayı yapanlar iyi iş çıkarmış çünkü temponun çok azaldığı ya da hikayenin içinde görece olarak daha az önemsediğiniz “ikincil karakterler” söz konusu olduğunda bile insanı içine çeken anlar, içi dolu diyaloglar ve alınacak dersler var. Dizinin müzik dışındaki odak noktası Daisy, Billie ve Camilla karakterleri arasındaki aşk üçgeni gibi görünse de aslında bundan çok daha fazlası. Karen ve Graham karakterleri arasındaki hakkında üretilen yüzlerce içerik nedeniyle klişe gibi görünen kaçıngan & kaygılı dinamiğini somutlaştıran ilişkiden Simone karakterinin siyah ve queer bir müzisyen olarak endüstride yaşadıklarının Netflix agresyonu taşımayan abartısız anlatımına, fark edilmeyi hak eden birçok yan hikayeyi barındırıyor.
Editör Notu: Yazının bu bölümünden sonrası spoiler içermektedir.
İkincil Karakterler: Kolayca Göz Ardı Ettiklerimize Bir Bakış
Daisy Jones& the Six’e dikkatinizi verdikçe hikayedeki hiçbir karakterin(neredeyse) boşlukları doldurmak için öylesine eklenmiş olmadığını fark ediyorsunuz. Örneğin; Eddie karakterinin hırslarıyla sınırlı yeteneği arasındaki çatışması, Mubivari bir konseptte bence başlı başına bir hikaye bile olabilir. Yine gruptaki altı kişiden beşinin anlamaya bile çalışmadığı travmaları ve grubu terk etmek için nedenleri varken Warren karakterinin kendiyle, işiyle ve romantik hayatıyla barışıklığı, hayatın ne kadar basit ve keyifli olabileceğini göstermesi açısından güzel bir tezat yaratıyor. Sanırım diziyi daha gençken izlesem Warren karakterinin adını bile hatırlamazdım. Terapide harcanmış bolca saat ve Camilla ile Daisy arasında gidip gelen sağlıksız alışkanlıkları aştıktan sonra izleyince, hayatta daha az drama ve daha çok Warren özgüveni hedeflediğinizi fark etmeye başlıyorsunuz.
Bu açıdan bence kendimizi “ikincil karakter”ler üzerine tekrar düşünmeye bile davet edebiliriz. Ailelerde ya da toplumda “farklı” ya da “keskin” olanların her daim ilgi odağı olduğu doğru. Yine de son zamanlarda, başarılı ya da yaratıcı olmak için sorunlu olmak gerektiği inancının toksik bir bakış açısı olduğunu düşünmeye başlıyorum. Klee’nin mizojinist deli Picasso kadar “genel kitle”ye ulaşamayışındaki sorun belki de Klee’de değil, sanatçıların dramatik hikayelerine kimi zaman işlerinden daha çok önem veren bizlerdedir? İşte kendi rolü ve becerilerine dair hiçbir derdi olmamasından Eddie karakterini sahip olduklarının kıymetini bilmeye davet edişine, kendini ilgilendirmediğini düşündüğü dramalardan uzak kalma becerisinden son derece sağlıklı ilerleyen romantik ilişkisine, Warren bu sakin özgüveni temsil ediyor. Bence hepimizin hayatta Warren gibi olmaya ya da en azından etrafımızda Warren’lar bulundurmaya çok ihtiyacımız var!
Aşk Üçgeni: Bileşenlere Tek Tek Bakabilmek
Bahsettiğim gibi dizinin müzik dışındaki diğer odak noktası bir aşk üçgeni ama bu sizi kötü yaz dizisi izleyecekmiş gibi hissettirmesin. Önyargısız bir şekilde izlerseniz bence özellikle üçlünün en sakini olduğu için göz ardı edebileceğiniz Camila karakterini sayfalarca analiz edebilirsiniz. ‘Mommy issue’larını alkol, uyuşturucu ve müzikle bastıran Daisy her ne kadar “deli ve karmaşık kız” gibi görünse de onu Billie’ye çeken şeyin travmaları ve yalnızlığı olduğunu görebiliyoruz. Yine benzer travmalardan beslenen Billie’nin iki kadın arasındaki çatışmasının nedenleri de çok açık. Çocuklarının doğumu sırasında aldatıp üzerine de yalnız bırakarak travma yaşattığı Camila’ya olan sevgisiyle, henüz iyileştiremediği her tutkusuna seslenen Daisy arasında gidip gelmesine de bu yüzden “güvenilmez herifin teki işte” deyip geçemiyoruz. Burada kişisel bir not düşmek istiyorum: Yaşlanıp olgunlaşmak hayatı çok zorlaştırıyor. Eskiden olsa sinirleneceğim tüm karakter özelliklerine ve davranışlara empati göstererek izledim içim daraldı 🙂
Camila’ya dönersek bence üçlünün en ilginç karakteri ve hatta tüm grubu bir arada tutan güç o. Türk dizisi standartlarında kocasını “çalmaya” çalıştığı ve tüm dikkatleri üzerine topladığı için saçını başını yolmasını bekleyeceğimiz Daisy’i incitmek için hiçbir hamle yapmaması feminizm kitaplarına altın harflerle yazılması gereken bir iletişim. Asıl sinirini Billie’ye yöneltmesi üstelik bunu kırıcı olmadan yapmayı başarması da başlı başına bir olgunluk. Eddie kaçamağı içinse son derece Seda Sayan bir tavırla “Dert etme bacım duygusal boşluğuna gelmiş” demekten kendimi alıkoyamıyorum çünkü kolaylıkla itici bir intikam dinamiğine dönüştürebileceği uzun ve sağlıksız bir ilişki yaratmayı tercih etmiyor. Peki ihtiyacı olan herkese yetişen, tutkularından tümüyle vazgeçmese de sevdiği insanlar için ikinci plana koymaktan çekinmeyen, burn-out’ı gizleyip doğru zamanda doğru yerde olmayı başaran, ne yaparsa yapsın Billie’den her şeyden önce onu güvende tutmak için vazgeçemeyen Camila sandığımızdan daha sorunlu bir temsil olabilir mi?
İyi Kız Sendromu: Heba Olan Camila’lar İçin Ağıt
Sevilmek için sürekli “iyi” olmak zorunda olduğunuz hissetmek, hayır demekte zorlanmak, kendiniz için sürekli yüksek standartlar belirlemek, diğer insanların duygularını tetiklemekten korkmak ve son olarak her durumda uzlaşmacı ve anlayışlı kalmak zorunda hissettiğiniz olur mu? Camila’nın Billie’nin arkasını toplamak, çocuk bakmak, sanatı için alan yaratmaya çalışmak ve kalan herkese zor anlarında sahip çıkmak arasında biraz vakti olup iki seans becerikli bir terapiste gidebilseydi muhtemelen bu sorularla karşılaşırdı. “İyi kız sendromu” yeni bir fenomen değil ama fark etmeye son on, adını koymaya son birkaç yıldır başladığımızı düşünüyorum.
One Tree Hill Hailey James Scott, Gilmore Girls Rory Gilmore… Örnekleri arttırabiliriz. İyi Kız Sendrom’lu karakterler ekrana taşınırken genelde iki senaryodan birine hatta çoğunlukla ikisine de rastlıyoruz. Birincisi; iyi kızımız “bir an için kendini kaybedip” kendisinden hiç beklenmeyecek asi hareketlerde bulunuyor. İkincisiyse; sonunda kıymeti anlaşılıp çok mutlu oluyor. Yani onları yazanlar bile (muhtemelen çoğunlukla erkek olmalarından) aslında “iyi kız”a iyi olmak dışında kayda değer bir özellik yüklemiyor. Eğer bu imajının dışına çıkacak bir davranışta bulunursa “saçmalamayı” bırakıp özüne döndüğü ve günün sonunda ödül olarak havalı çocuğu kazandığı mutlu sonlar izliyoruz. Daisy Jones & the Six de bu stereotipi aşabilmiş değil. Camila bolca ağlıyor, nadiren ve kaçınılmaz durumlarda sinirleniyor, çok az yardım ve takdir görüyor. Bence tam da bu yüzden bu terimi bilmeye ve kendi için en doğru olanı seçebilen “iyi kız”ların temsiline acilen ihtiyacımız var. Çünkü kamu spotu vermek gerekirse: Özellikle kadınların geleneksel kodlar altında bastırıldığı toplumlarda her yıl yüzlerce Camila heba oluyor.
Aşk, Saplantı ve Arada Kalan Her Şey
Daisy Jones & the Six’in aşk üçgenine dönersek tüm karakterlerin gerekli olgunluğu gösterebiliyor olmaları ve birbirlerine gerçekten aşık olmaları alışık olmadığımız bir kurgu. Üstelik Billie üzerinden aşkın aynı insan için başka dinamiklerde ne kadar farklı olabileceğini de görüyoruz. Daisy ile olan aşkı bizim alıştığımız, izlemeyi sevdiğimiz anlamda tutkulu ve toksikken, Camila’yla olan her bakanın göremeyeceği farklı içsel çatışmalar içeren oturmuş bir sevgiye dayanıyor. Bağlanma stillerine göre kaçıngan olduğundan emin olduğumuz dert yumağı Billie, aslında her iki kadını da tetiklendiği anlarda bir diğerinden kaçabilmek için kullanıyor. Bu bakımdan empati kurmak güç de olsa kendi var oluşunda derdinin Daisy ya da Camila değil içsel bulantısı olduğunu anlayabiliyoruz.
Camila üzerinden ele alırsak Billie’ye olan hisleri için birçok yorum yapılabilir. “Ay yazık çok aşık işte gariban” diyenler, “bu aşk değil saplantı” diyenler, ekrana dizi izleyen büyükanne tadında “al nafakanı, çocuğunu boşan geç kızım” diye bağırmak isteyenler mutlaka olacaktır. Ben Billie’ye saplantılı değil aşık olduğunu düşünüyorum ama dev bir “AMA” ile. Daisy kendisi için daha iyi olacağını düşündüğü ya da ondan aradığını bulamadığı dönemlerde Billie’den uzaklaşmayı bir şekilde başarabilirken Camila bunu mecbur kaldığı son ana kadar eyleme geçiremiyor. Yani “İyi Kız Travması” en çok Billie’yle ilişkisinde aktive oluyor.
Burada her ne kadar Camila pasif bırakılmış olsa da Billie üzerinden verilen mesajın değerli olduğunu düşünüyorum. Film boyunca devam eden röportaja verdiği cevaplardan, bağımlılık sorunu için rehabilitasyona, ardından da travmaları için yıllarca terapiye giderek kendi üzerinde çalıştığını anlıyoruz. Birincisi bir “alfa” erkek karakteri sorunları halının altına süpürmek ya da tam aksine kurban karaktere dönüşmek yerine ruh sağlığı üzerine yılmadan uğraşırken görmek ferahlatıcı. İkinci ve bence en önemlisi de; bir aşk üçgeni klişesi yıkılmış ve Billie’ye seçme şansı tanınarak bir kadın kazanan, bir kadın kaybeden olarak gösterilmemiş. Billie, kendi dengesizliği için Daisy ve Camila arasında son kez kalırken Daisy zinciri ilk kıran kişi olup kendini seçiyor. Böylece onu da bir anlamda özgür bırakıyor. Camila’ysa Billie’yi kollarını açıp karşılamak yerine ilk kez çatışmayı seçiyor onu kendiyle yüzleşmeye gitmek zorunda bırakıyor. Tüm krizlerin ardından karakterlerin her biri “Hak ettiğine inandığı sevgiyi kabul ediyor.”
Sonuç olarak, biraz 70’ler nostaljisi, biraz güzel müzik, biraz drama ve dikkatli gözlerin kaçırmayacağı birkaç klişe yıkımı izlemek isterseniz Daisy Jones& the Six’e bir şans verin derim. Son bir not: Dizi müziklerinden “Regret me”nin Fleetwood Mac’in “Chain”ini, “Look At Us Now’ın da “Dreams’i karşılayan şarkılar olarak kurgulandığını düşünüyorum. Fleetwood Mac sever yaşlı ruhların yorumlarını bekliyorum.
Kapak Fotoğrafı: Esquire
İlginizi çekebilir: Sine Magger’dan Netflix’te Bu Ay Neler Var
İlk yorumu siz yazın!