İlk yorumu siz yazın!
David Lynch’in Ardından: Sinemanın En Aykırı Dehalarından Biri
David Lynch bütün filmlerini seyrettikten sonra bile hala hakkında net bir karar veremediğim yönetmenlerden biridir: Onu seviyor muyum yoksa sevmek mi istiyorum? Vefatının ardından bu methiyeyi (eskilerin tabiriyle mersiye) kaleme alırken bile bu soruya net bir cevap bulabilmiş değilim. Öte yandan bu sorudan ve benim onun sineması, sanatı ve filmleriyle ergenliğiminde başlamış kişisel ilişkimden bağımsız olarak Lynch yaptığı tartışmalı, gerçek ile hayalin birbirine karıştığı, adeta hipnoz veya trans hallerini anımsatan anlaşılmazı zor, sert ve sarsıcı filmleriyle sinema tarihinin en aykırı, ilgi çekici ve unutulmaz yönetmenlerinden biridir. Bir külte dönüşmüş Twin Peaks ile de televizyona büyük bir damga vurmuştur. Dolayısıyla sevsin sevmesin sinemayla ilgilenen herkesin yolunun kesiştiği, kayıtsız kalamadığı bir büyük sinemacı, büyük bir sanatçıdır. Alastair Shuttleworth’ün tabiriyle “gerçeküstücülüğü ana akım yapan büyük Amerikalı gerçeküstücüdür”.
Sinema ile derinlemesine ilgilenmeye başladığım; entelektüel uyanışımın en yoğun ama aynı zamanda en çaylak olduğu bir dönemde seyrettim ilk David Lynch filmini. O yıl Cannes tarihinin en tartışmalı kararlarından biriyle Altın Palmiye alan Wild at Heart‘ı (1990) sinemada seyrettmeye başladığım andan itibaren film bende büyük bir duygusal etki bırakmaya başladı ve etkisini günlerce devam ettirdi. Filmi seyrettikten iki gün sonra yaşamımın en trajik olaylarından biri oldu ve en iyi arkadaşlarımdan biri, sınıfta önümde oturuyordu, tüm ailesiyle birlikte bir trafik kazasında hayatını kaybetti. Bu trajedi karşısında yaşadığım duygusal yıkım filmin zihnimde yarattığı etkiyle daha farklı bir boyut kazandı. Onun ham ve haşin bir biçimde zincirlerinden boşalmışçasına seyircinin üzerine akan duygusal ve düşünsel şiddeti bir anda arkadaşımın ve ailesinin adeta yeryüzünden kazınmışçasına yokoluşu düşüncesiyle birleşince Wild at Heart benim için kahredici bir hatıraya dönüştü.
Yapıt üzerinden 35 yıl geçmesine rağmen Lynch’in hala en tartışmalı ve üzerinde anlaşma sağlanamayan filmi olma özelliğini koruyor. Cannes’da Altın Palmiye alırken eleştirmen Dave Kehr’in yorumuyla “son on yılda duyulan en şiddetli yuhalama ve tıslama korosu” ile selamlanan filmin şöhreti günümüzde bile hala tam anlamıyla iyi değil. Altın Palmiye almış ve sinema tarihinin en önemli isimlerinden biri olarak kabul edilen bir yönetmenin çektiği en dikkate çekici filmlerden biri olmasına karşın sinema tarihinde neredeyse görülmemiş bir şekilde DVD’sini bulmak zor ve herhangi bir dijital platformda da seyretme şansınız yok. Scott Tobias’ın The Guardian’da filmin 30. Yaşgünü için yazdığı yazıda dediği gibi belki de çekildiği yıl seyircisinin ve sinema dünyasının çok önünde bir filmdi. Bu benim katılmadığım bir görüş. Sinema tarihi seyircisinin ve döneminin genel hakim sinema söyleminin ve şartlarının çok ötesinde pek çok filme şahitlik eder. Wild At Heart, sanat tarihinin lanetli yapıtlarından; çok ses getirmesine rağmen üzerinde uzlaşma olmayan; başka bir deyişle Kanon’a dahil olmayan ayrıksı otlarından biridir ve bugün değerlendirdiğimde da hala öyle olmasında bir sakınca olmadığını düşünüyorum.
Lynch filmlerine özgü yoğun neredeyse bir hayvandakine benzer içgüdüsel duygu bombardımanın en kaba, haşin ve saf şekliyle film ile başladığım Lynch sineması serüvenim bugün bile tüm özellikleriyle zamanının çok ötesinde sayılabilecek ve bir kült haline gelmiş Twin Peaks ile devam etti. Öte yandan bu serüven zamanla sanata ve sinemaya bakışım incelmeye başladıkça kesintiye uğradı. Antonioni, Fellini, Visconti, Wajda, Polanski, Tarkovski, Truffaut ve Coppola’nın sinemalarını keşfettikçe bir sinemasever olarak Lynch filmleri bana ‘çiğ’ ve ‘zorlama’ gelmeye başlıyordu. Wild at Heart sonrasında bir şekilde ulaşmayı başardığım ilk fimleri (Eraserhead, Elephant Man ve sanat yaşamının en büyük başarısızlığı olarak kabul edilen Dune) ve sonrasında da Lost Highway (1997) de bende benzer hisler uyandırdı. Sonra üniversite son sınıfta Selim Eyüpoğlu’nun ‘aykırı/muhalif bir sanat ve bir iletişim aracı olarak sinema’ konulu dersini aldım. Derste her hafta bu temaya uygun filmi seçip seyrettirdikten sonra o filmi tartışıyorduk. Sinemaya dair bugünkü bilincimin ve bilgi düzeyimin oluşmasında belki de en önemli aşamayı oluşturan o dersin bir haftasında konu Lynch’in 1986 tarihli Blue Velvet filmiydi. Filmi seyrettikten sonra Selim Eyüboğlu rehberliğinde yaptığımız tartışmaların ve hocanın verdiği okumaların da yardımıyla ben o filmde bambaşka bir Lynch gördüm. Sonra da 2001 yılında pek çokları tarafından en iyi filmi, başyapıtı olarak görülen Mulholland Drive (2001) geldi. Blue Velvet’a yönelttiği eleştirilerle film etrafında hala bile etkisini sürdüren büyük bir tartışma başlatmış olan Roger Ebert’in de bir nevi Lynch ile barışma filmi olan ve Lynch’in sadece kült kişisinin etrafında oluşan hayran kitlesinin değil geniş bir sinemasever kitleye ulaşmasını da sağlayan film görsel açıdan da ayrıca muhteşem güzelliktedir. Meraklısı için bir not ekleyeyim: Ebert’in Blue Velvet’a yönelik eleştirisinin en büyük bölümünü, günümüzün radikal ‘woke’ kültürü söylemlerini çağrıştırır bir biçimde, Lynch’in Isabella Rossellini’yi oynadığı karakter gereği onur kırıcı bir şekilde aşağıladığına dair yaptığı iddia oluşturmuştur. Buna karşı Rossellini ona verdiği cevapta “filmde oynadığı sırada bir yetişkin olduğunu ve filmde tamamen kendi özgür iradesiyle oynadığını” ifade etmiştir. Bu arada hatırlatayım: Filmin yayınlandığı dönemde Lynch ve Rossellini beraberlerdir.
Blue Velvet benim Ebert’in yorumlarına katılmadığım ender filmlerden bir tanesidir. Peter Bradshaw, Lynch’in ölümü üzerine yazdığı yazıda onun sanatsal dertlerinden birinin de Amerika; Amerikalılar’ın tabiriyle ‘Amerikan tarzı yaşam’ ve ‘Amerikan rüyası’ olduğunu ifade eder. Bir Amerika ziyaretinde üzerine ‘Amerikan Rüyası: Her rüya gerçek bir rüya olmak zorunda değil’ yazan bir tişört görmüştüm. Lynch işte gerçekten rüya olmayan o rüyanın aksine, bilinçaltındakilerin yüzeye çıktığı kabusların şairidir. Blue Velvet da bu kabusun belki de en keskin haliyle gözler önüne serildiği filmdir. Filmin başını hatırlayalım: Filme adını veren şarkının, Bobby Velvet’in yumuşak kadife sesinden Blue Velvet’in rahatlatıcı melodisi eşliğinde Lumberton adlı küçük bir Amerikan kasabasında her şeyin sakin ve huzurlu olduğunu görürüz. Sonra birden yüzeyin hemen altına indiğimizde bir tür inferno ile karşılaşırız.
Blue Velvet bence sinema tarihinin en önemli Freudyen filmlerinden biridir ve bir yorumda da ifade edildiği gibi bir büyük kabustur. Bir çok sinema otoritesi ve benim de dahil olduğum pek çok sinema sever için Mulholland Drive Lynch’in başyapıtıdır ve ‘dünyanın rüya fabrikası’ olarak tanımlanan Hollywood içinde bizi karanlık, gizemli ve tedirgin hayal bir yolculuğa çıkarır. Öte yandan Mulholland Drive derin uykuya dalmadan hemen önce, gerçeğin hayal ile sınırının geçilmek üzere olduğu son anın filmidir. Hatta Ebert’in ifadesiyle “Mulholland Drive sadece rüyadır”. Blue Velvet ise kabustur. Uykunun en derin anında yaşanan derin bir kabus… O yüzdendir ki Mulholland Drive sadece Lynch’in değil sinema tarihinin en büyük filmlerinden ve başyapıtlarından biridir ama beni en çok etkileyen Blue Velvet olmuştur.
Yazıyı Lynch’in sinemadan sonra en çok ilgilendiği sanat dalı olan müzikle ilişkine dair birkaç söz ederek bitireyim. Film müziklerini yakından takip eden ve bu konuya ciddi olarak eğilen biri olarak Lynch’in filmlerinde müziğin öneminin altını çizmek isterim. “Sinema hem görüntü hem sestir – 50/50” diyen bir yönetmenin filmlerinin müziklerine özel bir bir önem vermiş olması elbette sürpriz değildir. Alastair Shuttleworth’a verdiği bir röportajda müziği şöyle tanımlamıştır: “Müzik entelektüel şeyler söyleyebilir; fakat kelimler olmadan çok güçlü bir yolla yüreklere de konuşabilir.” Uzun dönemli işbirliği yaptığı (bu işbirliğini Badalamenti “en iyi ikinci evliliği” olarak tanımlar) besteci Angelo Badalamenti’nin (Blue Velvet, Wild at Heart, Twin Peaks, The Straight Story, Mulholland Drive) müzikleri, özellikle de Twin Peaks’in tema müziğini hatırlayalım, Lynch’in yaptılarının etkisini bir üst düzeye taşır.
Lynch sinema kariyerinin büyüklüğü yanında birer hobi olarak gözükseler de resim ve fotoğrafla beraber müzik alanında da çalışmalar yapmış çok yönlü bir sanatçıdır. 2006’da çektiği Inland Empire sonrasında gerçek anlamda bir film yapmayan Lynch sonraki yıllarını bu sanat dallarına ayırmış; açtığı sergiler yanında çıkardığı müzik albümlerinde farklı işbirliklerine imza atmıştır. Filmlerinin atmosferini, dolayısıyla da müziklerini çağrıştıran besteleri ayrıca ilgiye değerdir. Eğer Lynch sinemasına özel bir ilgi duyanlar varsa 2024 yılında çıkan ve şarkıcı-oyuncu Chrystabell ile işbirliğinde yaptığı son albümü Cellophane Memories’i öneririm.
Dreampop (shoegaze), electro-pop/dance, chill-out ve Chris Isaak tarzında rock sevenlerse bu türlerin ilginç ve avangard bir üslupta birleştiği 2011 tarihli Crazy Clown Time albümüne de göz atabilirler.
Ekim 2010 sayısının ‘misafir editörlüğünü’ yaptığı Wallpaper* Dergisi’nde ölümünde sonra yayınlanan yazıda Will Hodgkinson şöyle der:
“Karanlık taraftan rahatsız edici hikaleyerle bilindiği için David Lynch’in cefa çeken bir ruh olduğunu düşünebilirsiniz. Oysa tam tersidir. Asi yönetmen yaşamının son 30 yılını mutluluğun peşinde içsel huzuru bulmaya adamıştır.”
Karanlık ve mutsuz bir dünyada yaşayan kayıp ruhlar olan bizler için de aynı değil mi?
Kapak Fotoğrafı: Pace Gallery
İlginizi çekebilir: Yüksel Enes Altınok’tan Sinemada Kurgu ve Ritim
Belki de filmlerini onun da savunduğu gibi "anlamlandırmaya çalışmadan, sadece akışta kalarak" izlemek gerekiyordu ve belki de "iyileşme" denilen sürece sırtını dönüp, yaratıcılıktan ödün vermeden, nevroz haliyle üretmeyi kabul etmek..Diğer tüm dahilerde olduğu gibi..Geriye harika sözleriyle anacağım onu en çok... emeğinize sağlık, David Lynch'e yakışır dolu dolu bir içerik olmuş..
Kesinlikle katılıyorum. Belki de müzik gibi, düşünmeden akışa bırakarak… Yazı için de ince ve güzel sözlerinize çok teşekkür ederim.