Davud Heykeli: Rönesans’ta Bir Psikofiziksel Eser
Kişinin kendisine inanması, kendini tanıması, yapabileceklerinin farkında olması şüphesiz ki yüzyıllardır ahlak felsefesinin hiç eskimeyen gündemlerinden biri. Özellikle günümüz tüketim ve idealizasyon dünyasında – ne yazık ki sosyal medyanın bolca etkisiyle –başkalarının standartlarına göre kendimizi, hayatlarımızı, yediklerimizi, tatillerimizi hatta kararlarımızı bile yetersiz hissederek kendi varlığımızdan, kendimizi bilişimizden uzaklaşıyoruz. Hoş kişinin kendinin bilincinde olma yükü, senelerdir felsefede bu konunun bu denli önemli olmasının sebebidir belki de. Çünkü şahsen ben en çok kendini tanıyandan korkar, kendini tanıyana hayranlık duyarım.
Tanrılar ve Rönesans’ın birbirinden önemli isimleri de benim gibi düşünmüş olacak ki, Eski Ahit’le başlayan ve kutsal kitaplarda ve sanat kitaplarında yer alan Davud ve Golyat’ın hikâyesi yüzyıllar boyu eskimeden epik eserlerle günümüze kadar ulaşmış. O yıllara, İsrail ve Filistin arasında geçen, yüzlerce insanın ölümüne sebep olan ve toprağın kana doymak bilmediği senelere bakalım:
İsrail ve Filistin’in savaşı her iki tarafa da stratejik avantaj sağlayan, dağlarla çevrili ortası düzlük olan bir alanda geçer. Senelerce ne İsrail’in ne de Filistin’in geri adım atmaktan çekinmediği bu alanda İsrail’in gücü tükeniyor, halk dinlerini ve milletlerini kaybedecekleri endişesiyle daha da yorgun düşüyordu. “Sünnetsiz” Filistinliler olarak sıfatlandırdıkları millet, 2 metre 10 cm’lik devleriyle neredeyse tüm İsrail’e meydan okuyordu, bu ünlü Golyat’tan başkası değildi.
Golyat, yukarıda da bahsettiğim gibi 2 metre 10 cm boyunda, senelerini savaşlara adamış, ömrünün çoğu cephelerde geçmiş, güçlü, korkusuz ve dehşet verici bir asker. İsraillilerin atak yapmamasından sıkılmış, son darbeyi vurmak için sabırsızlıkla bekliyor. Öyle ki, savaş meydanına çıkıp 40 gün 40 gece boyunca kendisiyle savaşması için İsrailli askerleri düelloya çağırıyor. Karşısına kim çıkarsa çıksın yeneceğinden öyle emin ki, ülkesi ve milleti adına kumar oynamaktan da çekinmiyor ve “Benimle savaşmaya cesaret edebilen bir savaşçı seçin, eğer beni yenerse biz Filistinliler sizin köleniz olacağız. Fakat ben onu öldürürsem siz bizim kölemiz olacaksınız.” diye sesleniyor. Ancak Golyat’ın bu cesur çağrısı İsrailli askerleri daha da korkutmaktan başka bir işe yaramıyor. Kral Seul Golyat ile savaşan ve onu yenen asker için ödüller sunuyor, vaatler veriyor hatta kızıyla bu kahramanı evlendireceğini söylüyor.
Bu sıralarda cephedeki 3 abisine erzak ve su götüren genç Davud, Golyat’ın düello çağrılarına şahit oluyor ve kayıtsız kalamıyor. Golyat’ın bu kadar kendinden emin meydanlara çıkıp alay edercesine İsrail’in tüm askerlerini tek tek günlerdir düelloya çağırmasını bir utanç kaynağı olarak görüyor ve “Bu sünnetsiz Filistinli kim ki yaşayan Tanrı’nın ordusunu tehdit ediyor?” diye sorarak Golyat’la savaşmak istediğini söylüyor. Davud’un bu yürekli davranışı her ne kadar takdirleri toplasa da, hiç cephe görmemiş ve çok genç yaşta olan bir çobanı böyle bir düelloya sokmak istemiyor Kral Seul, “Bu Filistiyle savaşamazsın. Sen bir çocuksun, o ise ömrü boyunca askerlik yapmıştır’ diyerek Davud’u reddediyor. Bunun üzerine Davud, oldukça kararlı ve kendinden emin bir şekilde “Babamın bazı koyunlarını kapmak istedikleri zaman bir ayıyı ve bir aslanı öldürdüm. Bu Filistnli de onlar gibi olacak. Yehova bana yardım edecek” diyor ve Seul’u ikna ediyor. Seul, Davud’a kendi kuşandığı zırhı, miğferi ve kılıcı vererek düelloya gönderiyor. Ancak cılız ve daha çok genç olan Davud bu kıyafetlerle rahat edemiyor, üstelik hiç savaş görmediği için bunları nasıl kullanacağını da bilmiyor. Bir savaşa giderken en doğru strateji ile gitmek gerekmiyor muydu?
Geliyoruz hikâyenin en can alıcı kısmına; Davud kendi benliğine, gücüne ne kadar hakim olduğunu, neyi yapıp neyi yapamayacağını ne kadar iyi bildiğini kanıtlarcasına savaşırken kendi olmak istediğini söylüyor ve üstünde ne varsa çıkarıp sapanı ve taşıyla Golyat’ın karşısına dikiliyor. Golyat onu bu halde görünce kendisine saygısızlık sanıp “Ben bir köpek miyim de bana sapanla saldırıyorsun?” diye sitem ediyor savaş meydanında. Davud Golyat’ı iyice inceliyor, onun en zayıf yerinin alnının ortası olduğunu keşfettiğinde ise sapanıyla hedef alıp koca devi alnının tam ortasından vuruyor ve yere düşürüyor. Yere düşen deve yaklaşıp kafasını kesiyor ve yıllardır bitmeyen savaşı sonlandırırken halkına da bir nevi özgürlüklerini veriyor.
Peki ya biz Michalengelo’nun eserinde Davud’u nasıl görüyoruz? Michelangelo’nun 1501 yılında yapımına başladığı Davud’un hikayedekilerin tam aksine kaidesiyle birlikte 434 x 514 cm ölçülerinde devasa bir büyüklüğe sahip olduğunu görüyoruz. Rönesans’ın idealist ruhuna yakışır bir şekilde noksansız vücut hatları, dolgun kaslar, iri bir vücutla mükemmel insanın tasviri olduğunu söylemek mümkün. Diğer Davut heykellerinden farklı olarak Michelangelo’nun Davud’unda Golyat yoktur. Kaşları çatık, boynu gergin, suratı asık ve damarları belli olan Davud, bu haliyle Golyat ile savaşmaya karar verdiği anki halini bize yansıtır. Kararlı bakışları ve kendinden emin hali sanki Davud’un ruhu heykelin içindeymişçesine hissettirir izleyicisine. Davud’un sağ elinin proporsiyonunun büyüklüğüne baktığımızda bütün vücuda oranla daha büyük tasvir edilmiştir, bu da araştırmacılar tarafından Michelangelo’nun Davud’a verdiği “Manu Fortis” yani güçlü el takma adından kaynaklandığı düşünülür.
Peki sizce neden Michelangelo çelimsiz acemi bir çoban olan Davud’u, idealist dünyaya yakın eserlerin yaratıldığı dönem olan Rönesans’ta kusursuz bir biçim, derin bir anatomik bilgi ve hayret verici bir büyüklükte tasvir etmiştir?
İşte burada Psikofiziksel güzellik devreye giriyor. Michelangelo dönemini o kadar bütüncül anlamış bir sanatçıydı ki, idealizmin sadece maddesel tarafını görmüyordu. Kendinden son derece emin, yapabileceklerinin farkında olan cesur ama çelimsiz bir çoban ruhani idealizme ulaşmıştı, dolayısıyla ruhani idealizmi Rönesans’ın meşhur maddesel idealizmiyle birleştirmek ve dolaylı yoldan kendini bileni, kendi yeteneklerinin farkında olanı devleştirmek de ancak Michelangelo gibi ince görüşlü bir dâhiye yakışırdı. Çünkü fiziksel idealizm tıpkı Plüton’un felsefesindeki gibi gerçek olan ve iyi olan arasında ilişki olduğuna dayanıyordu.
Davud Golyat’ı sapanıyla, taşıyla, zırhlarıyla değil aklıyla, yapabileceklerini tartıp biçebilmesiyle yenmişti ve yüzyıllar boyunca hem sanatın hem dinin en güzide hikayelerine konu olmayı başarmıştı. Ancak maalesef biz insanlar yıllardır bile bile kazanamayacağımız savaşlara gözümüz pek bir şekilde giriyoruz, hem de özellikle kendimizle.
İlginizi çekebilir: Melek Ardıç Ören’den Michelangelo
İlk yorumu siz yazın!