Yönetmen Deniz Tortum ile: "Maddenin Halleri" Üzerine
Dünya prömiyerini Rotterdam Film Festivali’nde yaptıktan sonra Antalya Altn Portakal Film Festivali’nden ve İstanbul Film Festivali’nden En İyi Belgesel ödülleriyle dönen Maddenin Halleri, yıkım tartışmalarının ortasında kalan Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nin çalışanlarına ve gündelik hayatlarına odaklanıyor. Filmin yönetmeni Deniz Tortum ile gerçekleştirdiğimiz bu röportajda, kendisinin Cerrahpaşa’yla kurduğu duygusal bağdan belgesel üretimi hakkındaki düşüncelerine kadar birçok konuyu konuştuk. Görsel ve işitsel anlamda yenilikçi teknikleriyle göz doldururken birey ve mekân arasındaki ilişkiyi de incelikli bir şekilde irdeleyen Maddenin Halleri, MUBI’de gösterimde!
Tamamen hastanede geçen bir film çekme fikri nasıl ortaya çıktı ve Cerrahpaşa’nın yıkılma tartışmaları bu filmin yapım sürecini nasıl etkiledi?
Ben doktor bir ailede büyüdüm. Annem de babam da doktor. Babam meslek hayatının büyük bir çoğunluğunu Cerrahpaşa’da geçirmiş ve ben de orada doğmuşum zaten. Çocukluğumda da sıkça gidip geldiğim ve fazlaca vakit geçirdiğim bir yerdi orası. Küçükken babamdan duyduğum hastane hikâyeleri çok ilgimi çekerdi ve o yüzden Zayiat’ı çektiğimden beri Cerrahpaşa’da geçen bir film yapma isteğim hep vardı. Hatta Zayiat’ın iki sahnesini de Cerrahpaşa’da çekmiştik. Maddenin Halleri’nin çekimlerine 2015 yılında başladık. O sırada Cerrahpaşa’nın yıkılacağına ve taşınacağına dair haberler de iyice çoğalmıştı ve bu durumda hastane yıkılırsa orada hiçbir şey kalmayacaktı. Yıkılmadan bir şeyleri kaydedebilelim diye düşünüp bir an önce çekimlere başladık. Aslında yıkım haberleri sadece süreci hızlandırmış oldu.
Bu noktada Cerrahpaşa’yla aranızda duygusal bir bağdan bahsedebiliriz belki. Sizce sinemada o duygusal bağı kurmadan bir mekânın hikâyesini anlatmak mümkün mü?
Elbette ki mümkün ama o aşinalık ya da tanıdıklık, neyi anlattığınızdan bağımsız olarak çok önemli. Bir mekânı ya da bir insanı anlatırken anlattığınız şeye bir yakınlık kuramadığınızda ortaya bambaşka bir film çıkacaktır.
Diğer filmlerinizde de bu tanıdıklık duygusunun peşinden gidiyor musunuz?
Anadolu Turnesi’ni Can Eskinazi’yle birlikte yönetmiştik. Orada da bir saykedelik jam grubunu takip ediyoruz. O grubu da çok yakından tanıyordum. O yüzden aşina olduğum şeylerin peşinden gidiyorum ya da aşina olabilmek için bekliyorum diyebilirim.
Cerrahpaşa benim ailemden aşina olduğum bir yerdi belki ama yetişkin olarak çalışıp vakit geçirdiğim bir yer değildi. Tam anlamıyla o bağa erişebilmem, orada uzun süreler çekim yaparak ve çektiklerimi kurguda tekrar tekrar izleyerek mümkün oldu. Kurgu aşaması aslında nasıl görüntüler çektiğinizi, oradaki durumların ve insan ilişkilerinin nasıl olduğunu detaylıca incelediğiniz bir sürece dönüşüyor.
Kurgu sürecinde filme dahil etmekten vazgeçtiğiniz sahneler oldu mu? Bu sahneler filmde yer alsaydı anlatıda herhangi bir değişiklik olur muydu?
Aslında çok fazla sahne kesmedik ama yakın plan açık ameliyatlar gibi çok fazla kanlı sahneyi dışarıda bıraktık. Mesela kurguya eklemeyi denediğimiz kanlı bir ameliyat sahnesi vardı. Filmin kurgucusu Sercan Sezgin, o sahneyi izledikten sonra başının döndüğünü ve kendisini filmin deneyiminden kopardığını söyleyince çıkarmaya karar verdik. Onun dışında filmde İstanbul’un Fethi mitingini de uzaktan görüyoruz. İlk kurgularda o mitingin içine giriyorduk. İnsanların arasında dolanıyor ve aslında bambaşka bir mekâna geçiş yapıyorduk. Bir yandan o sahnenin çok hoşuma giden tarafları olsa da seyirciyi hastaneden ayırması ve anlamının fazla muğlak olması sebebiyle eklememeye karar verdik.
Filmdeki biçimsel tercihler, belli noktalarda türler arasında bir geçiş sağlıyor diyebiliriz. Filmin sahiplendiği bu türler arası yapıyı nasıl geliştirdiniz?
Bir film çekerken baştan biçimsel bir izlenim belirlemek işinizi kolaylaştırabiliyor. Tripodla mı çekilecek? Yoksa omuzda takip eden bir kamera mı kullanılacak? Bu planlamalar kurgu masasında çok yardımcı da oluyor açıkçası. Ancak benim çekim stilim biraz daha farklı gelişti. Bir mekâna gideyim, o olay neyse o anda tepki vererek ona göre bir çekim stili geliştireyim. Mesela bir ameliyathaneye girince, o ortamın atmosferine adapte olarak el kamerası kullanmak ya da yoğun bakım gibi her şeyin sabit olduğu ve zamanın çok daha yavaş aktığı bir yerde tripodla çekim yapmak gibi. Hem mekânlara hem de olaylara bir şekilde yanıt vererek uyum sağlamaya çalıştım. Aslında çekim sırasında verilen tepkiler filmin kurgusunu ve biçimini bir nebze şekillendirmiş oldu. Filmin başında kamera, bir tıp öğrencisi gibi insanları takip ederken sonrasında binayla ve insandışı varlıklarla ilgilenen hayaletvari bir tutum ediniyor.
Bahsettiğiniz gibi filmde hastanedeki insandışı objelere, cihazlara ve koridorlara da odaklanıyoruz. Mekânın, Maddenin Halleri’yle olan ilişkisini nasıl tanımlarsınız?
Kolektiflikle alakalı bir durum. İnsanlar, insan olmayan şeylerle birlikte de bir kolektif oluşturuyor aslında. Belki de nerede başladığımızla ve nerede bittiğimizle de ilgili. Bir insan nerede başlar ve nerede biter? Sadece bu beden miyim yoksa içinde yaşadığım ev ya da sokakta sevdiğim kediler de ben miyim? Bireyi ve bilinci genişletme ve bireyi tekrardan tanımlama çabası. Düşüncenin sadece akılda değil; mekânla, bedenle ve her şeyle birlikte oluştuğuyla ilgili bir metafor aslında. Filmde bir sürü şey oluyor. Her şeyi görüyoruz. Çağıl çağıl akan şelale gibi ama hiçbirini de tutamıyoruz. Bir mekânı, oradaki insanları görüyoruz, tam onlara alışacağız derken başka bir yere geçiyoruz. Bunun verdiği hem bir geçicilik hem de bir çoğalma hissi var. İnsanların, binaların, kedilerin, şehrin olduğu ve bunların aslında hep beraber bir özne olarak filmin kalbinde durduğu bir yapı olarak tanımlayabilirim.
İmamın ölümü tasvir ettiği kısım için filmin en akılda kalıcı sahnelerinden biri olduğunu söyleyebiliriz. Bu sahnenin ortaya çıkış hikâyesi nedir?
Ben de sahnelerin nasıl ortaya çıktığı ya da nasıl çekildiği konusunda çok düşünürüm. Ancak film çekerken o kadar fazla sürpriz ve kaza oluyor ki hiç beklemediğiniz şeyler karşınıza çıkabiliyor. İmamla olan sahne de böyle gelişti. Kendisiyle tanışalı belki de yarım saat olmuştu ama kamerayı çıkardığımızda lisede tiyatro kulübünde olduğundan bahsetti ve “Bak şimdi, sana yakınını kaybetmiş hasta yakınlarına yaptığım performansı göstereyim.” diyerek hikâyeyi anlatmaya başladı. Tek kişinin oynadığı iki kişilik bir tiyatro.
Diğer karakterler de benzer bir performans sergiliyor mu yoksa takip ettiğiniz bir hikâye akışı var mı?
Filmde gördüğümüz karakterlerin birçoğu çok cömert. Filme gerçekten kendilerinden çok şey koyuyorlar ve aslında kendi mizansenlerini de kendileri yaratıyorlar. Mesela filmin başında takip ettiğimiz hocamız Meltem Pekpak’la 1 gün boyunca çekim yapmıştık; fakat o süreci “Şimdi şuraya gidiyoruz, şimdi bunu yapacağız.” gibi kendisi yönetiyordu. Film, aslında insanların kendilerini nasıl temsil etmek istediğinin de bir parçası oluyor ve kendi hayatlarını sunmak için onlara bir fırsat sunuyor.
Pandeminin başlamasıyla birlikte bu süreci de filme dahil etme gibi bir düşünceniz oldu mu ya da çekimler pandemi dönemine denk gelseydi filmin anlatısında nasıl bir değişiklik olurdu?
Çekimler 2018’de bitmiş, 2019 sonunda da filmi kapatmıştık zaten. Dünya prömiyerini de 2020 Ocak ayında Rotterdam’da yaptık. O zaman pandemi henüz patlak vermemişti ve film de gösterimini yaptığı için tekrar hastaneye geri dönme gibi bir durum yoktu. Bir yandan pandemide geçen başka bir şey mi çeksem diye de düşünmüştüm. Ancak daha zamansız, daha günlük hayat deneyimini yansıtan bir film bu ve pandemi de oldukça istisnai bir durum. Çekimler devam ediyor olsaydı muhakkak kayıt almaya çalışırdım ama öyle bir atmosfer bu filmin anlatısına uzak. Filmde de yer alan doktor bir arkadaşımla konuşmuştum. Sadece diğer insanların hayatları için endişelenirken şimdi kendi hayatları için de endişelendiklerini söylemişti. Sağlık çalışanlarının kendi hayatlarından endişelenmeleri ise bu filmin hikâyesinden çok farklı bir yerde duruyor.
Konvansiyonel belgesel estetiğinden uzak dursa da bu türde işler yapmayı tercih ediyorsunuz. Belgeselde sizi bu denli etkileyen şey nedir?
Bize öğretilen ya da empoze edilen bir film formülü var. İşte senaryo yazılır, fon bulunur, sete girilir, kurgusu yapılır ve dağıtıma çıkar. Bu aslında endüstrinin film üretme yöntemi. Ancak böyle bir film yapmanıza gerek yok. Özellikle günümüzde çok daha küçük ekiplerle, ucuz kameralarla film yapabiliyorken ve herkes Tiktok’ta ya da Instagram’da videolar üretebiliyorken bambaşka yollarla da film yapabiliriz. Belgeselin bana en iyi gelen tarafı da üretim noktasında sağladığı özgürlük. Belki senaryoyu yazmadan çekmeye başlayabiliriz ya da çekimden sonra yazarız. Kurguyu filmin ortasında yaparız, sonrasında geri gelir çekime devam ederiz. Nasıl film çekeceğimizi, nasıl üreteceğimizi her filmde tekrardan keşfetmemiz gerekiyor; çünkü o filmi film yapan şey biraz da nasıl üretildiği oluyor. Belgeseli benim için özel kılan şey sanırım bu.
Son olarak gelecek projelerinizi merak edenler için bir soru sormak istiyorum. Maddenin Halleri’nden sonra bizleri neler bekliyor?
Ark diye kısa bir VR film projemiz var. Şu an birkaç tane kurum var görüştüğümüz. Bunlardan bir tanesi Digital Life. Nesli tükenmekte olan hayvanların üç boyutlu modellerini çıkarıyorlar. Ark da dünyayı üç boyutlu bir şekilde arşivleyen insanlarla ve kuruluşlarla ilgili bir film. İklim değişikliğiyle birlikte yok olmakta olan dünyanın bir yandan arşivlenmesi, aslında Nuh’un Gemisi’nin dijital bir şekilde yaratılması gibi bir şey. Onun dışında iki proje daha var. Bir tanesi Reha Erdem’le beraber üzerine çalıştığımız deneysel ve avangart bir iş. Diğeri de Boğaz Köprüsü’nün yapılış döneminde köprünün inşaatına ve arka plandaki kültürel-politik olaylara odaklanan bir film.
Kapak Fotoğrafı: MUBI
İlginizi çekebilir: Ali Kavas’tan “Aşk, Büyü vs.”, Ümit Ünal ile Röportaj
MUBİ'de izleme listeme ekledim. Tam üstüne geldi bu röportaj...