Sırlar, Görünenin Ardındakiler ve Sürpriz Sonlar: Disclaimer Üzerine Bir Eleştiri
Cuarón ile son karşılaşmam çok yakın zamanda Apple TV+ için yazdığı ve yönettiği; başrollerinde Cate Blanchett ve Kevin Klein’in oynadığı ve yardımcı rollerde Sacha Baron Cohen, Kedi Smit-McPhee, Lesley Manville, Leila George ve Loius Partrigde’in yer aldığı mini dizi Disclamer (2024) ile meydana geldi. Yedinci ve son bölümü 15 Kasım’da yayınlanan dizi bir kez daha niçin Cuarón’un yönetmenliği ve sinematografisine dair net bir görüşe sahip olamadığımı gösterdi. İlk iki bölüm sonunda televizyon için yapılmış en önemli çalışmalardan biriyle karşılaşmak üzere olduğumu düşünürken zamanla sonraki bölümlerin yayınlanmasıyla birlikte diziye karşı karışık hisler beslemeye başladım. Dizinin sona ermesinin ardından da değerlendirmem “izlemeye değer olmasına karşın başlarda vadettiğini sonrasında karşılamayan ve bu yüzden de hayal kırıklığı yaratan bir çalışma” olduğu yönünde.
Günümüz sinemasının en etkili ve önemli yönetmenleri arasında ilk sıralarda yer alan Meksikalı yönetmenler içinde, ki ‘Three Amigos of Cinema’ (Sinemanın üç Amigosu) olarak adlandırılırlar, Guillermo del Toro ve Alejandro G. Iñárritu benim için iki ucu temsil eder. Del Toro, canavarlar ve yaratıklarla dolu; fantastik öğelerle ördüğü ve gotik ile korku türleri başat olmak üzere farklı türler arasında gidip gelirken üst düzey bir görsellikle zengileştirdiği şiirsel filmlerle kendine has özel ve özgün bir sinema dünyası kurmayı başarmış çok önemli bir yönetmen. İtiraf edeyim onun bu dünyasını taktir etmekle beraber o dünyada kendime bir yer bulamıyorum. Onun dünyası bana hem içerik hem de görsel açıdan bir hayli uzak kalıyor.
Diğer uçtaysa Iñárritu yer alıyor: Yaptığı ilk film olan ve “Ölüm Üçlemesi”nin de ilk bölümünü oluşturan Amores Perros’dan (2000) itibaren çektiği tüm filmleri seyretmiş ve özellikle de 21 Gram, Babel, Biutiful ve The Revenant’ı birkaç izleyip bu filmleri son 20 yılın en önemli filmleri arasında kabul eden büyük bir Iñárritu hayranıyım. Iñárritu, yaşayan yönetmenler içinde en sevdiklerim arasında.
Bu ikisi yönetmenin ortasında ise Üç Amigo’nun diğer bir üyesi, yani Alfonso Cuarón konumlanır. Bu ortada yer alma durumunun en önemli nedeni Cuarón’ın Del Toro ve Iñárritu gibi keskin-kalın hatlarla çizilmiş kendine özgün temalara ve stile sahip olmamasıdır. Cuarón ile ilk kez Charles Dickins’ın edebiyat tarihinin en büyük başyapıtlarından biri olan ve toplamda 28 kez beyaz perde ve ekrana uyarlanan The Great Expectations’ın 90lar’ın New York’una görece serbest tarzda uyarlanmasını yaptığı aynı adlı filmiyle tanıştım. Gösterime çıktığında karışık yorumlar alan film ile ilgili olarak ben beğenen tarafta yer almıştım. Bugün de filmi hatırladığımda Roger Ebert’in yorumuna sonuna kadar katılıyorum: “Muhteşem bir film olarak başlıyor ve iyi bir film olarak bitiyor”.
The Great Expectations sonrasında Cuarón sineması ile yeniden karşılaşmam gerek sinematografisi gerekse de felsefi derinliği ile çok beğendiğim ve çekildiği 2004’ün değil son 20 yılın en iyi filmlerinden biri olarak gördüğüm Children of Men ile gerçekleşti. Bu filmin ardında da 10 Oscar adaylığı başta olmak üzere (ki en iyi film ödülünü aldı) aldığı-aday gösterildiği farklı ödüllerine ve hatta 21. Yüzyıl’ın en iyi filmleri arasında gösterilmiş olmasına rağmen bir türlü içine giremediğim Gravity ve genel anlamıyla beğendiğim ama bir Children of Men kadar sevemediğim ama ona ‘en iyi yönetmen dalında’ Oscar getiren Roma (2018) geldi.
Cuarón ile son karşılaşmam çok yakın zamanda Apple TV+ için yazdığı ve yönettiği; başrollerinde Cate Blanchett ve Kevin Klein’in oynadığı ve yardımcı rollerde Sacha Baron Cohen, Kedi Smit-McPhee, Lesley Manville, Leila George ve Loius Partrigde’in yer aldığı mini dizi Disclamer (2024) ile meydana geldi. Yedinci ve son bölümü 15 Kasım’da yayınlanan dizi bir kez daha niçin Cuarón’un yönetmenliği ve sinematografisine dair net bir görüşe sahip olamadığımı bir kez gösterdi. İlk iki bölüm sonunda televizyon için yapılmış en önemli çalışmalardan biriyle karşılaşmak üzere olduğumu düşünürken zamanla sonraki bölümlerin yayınlanmasıyla birlikte diziye karşı karışık hisler beslemeye başladım. Dizinin sona ermesinin ardından da değerlendirmem “izlemeye değer olmasına karşın başlarda vadettiğini sonrasında karşılamayan ve bu yüzden de hayal kırıklığı yaratan bir çalışma” olduğu yönünde.
Editör Notu: Yazının bu bölümden sonrası yoğun ‘spoiler’ içermektedir.
Cuarón’un Rene Knight’in 2015 tarihli aynı adlı romanından televizyona uyarladığı dizi başarılı ve ödüllü bir belgeselci olan Catherine Ravenscraft’ın (Cate Blanchett) geçmişine ait bir sırrın açığa çıkarıldığı bir romanın başkahramanı olduğunu keşfetmesiyle başlıyor. Catherine, kitaba ve diziye adını veren ve ‘sorumluluk reddi’ anlamına gelen ‘disclaimer’ ifadesinde geleneksel olanın aksine ‘ölmüş veya yaşayan kişilerle benzerlikler bir tesadüf değildir’ sözlerini gördüğü andan itibaren romanın ana karakteri olan o mükemmel yabancıyla benzerlikleri olan kişinin aslında kendisi olduğunu anlıyor.
Yıllar önce, İtalya’da ailecek çıktıları bir yaz tatili sırasında kocası Robert’ın (Sasha Baron Cohen) iş için Londra’ya erken dönmesinin ardından Catherine genç bir İngiliz Jonathan (Louise Patridge) ile bir gecelik bir macera yaşar. Beraber geçirdikleri gecesinin sonrasında ertesi gün sahilde Jonathan Catherine’nin oğlu Nicholas’ı denizde boğulmaktan kurtarırken dalgalara kapılarak hayatını kaybeder. Baba Stephen Brigstocke (Kevin Kline) ve anne Nancy Brigstocke (Lesley Manville) oğullarını teşhis etmeye ve ondan kalan eşyaları almaya İtalya’ya gittiklerinde eşyalar arasında oğullarına yaş gününde hediye ettikleri fotoğraf makinesine ait bir film bulurlar. Filmi tam ettirdiğinde Nancy Brigstocke fotoğrafların Catherine’e ait erotik görüntüler olduğunu görür. Oğlunun ölümünün üzüntüsünün de etkisiyle içine düştüğü kanserin son aşamalarında Catherine ile görüşme çabaları boşa çıkınca (bir kafede sadece bir kaç dakika görüşürler ve Cathrine olaylar ve Jonathan hakkında konuşmayı reddederek oradan ayrılır) The Perfect Stranger başlıklı bir roman yazar ve romanda Catherine’in oğlunu onunla beraber olduktan sonra nasıl ölüme terk ettiğini anlatır.
Roman Catherine’i sadece cinsellik amacıyla genç bir erkeği kullanan; sonra da onu başına bela olmasın diye ölüme terk eden bencil, kötücül bir kadın olarak sunmaktadır. Karısının ölümünden yıllar sonra emekli olduğunda çekmeceleri boşaltırken karısının yazdığı romanın taslağını ve Catherine Ravenscraft’ın erotik fotoğraflarını bulan Stephen Brigstocke hem oğlunun hem de karısının ölümüne neden olduğuna inandığı Catherine Ravenscraft’dan intikam almak için kapsamlı bir plan yapar. Öncelikle kendi yazmış gibi, yakın bir arkadaşının da yardımıyla romanı bağımsız olarak yayınlar. Kısa sürede gerek üslubu gerekse de içeriğiyle roman belirli bir popülerliğe ulaşır.
Stephen Brigstocke romanı önce Catherine’e, arından fotoğraflarla beraber Robert’e ve sonra da Catherine’nin asistanına iletir. Romanın sayesinde kısa sürede Catherine’nin yaşamı bir kabusa dönüşür. Robert onu evden uzaklaştırır. İş ve ofis yaşamı altüst olur. Stephen Brigstocke Instagram üstünden sanki yaşıtıymış gibi Catherine’in oğlu Nicholas (Kedi Smit-McPhee) ile iletişim kurar ve annesinin erotik fotoğraflarına ona gönderir; annesinin gerçek yüzünü (!) anlatır. Hali hazırda başarısız, amaçsız ve kayıp bir genç olan ve uyuşturucu sorunuyla boğuşan Nicholas bu olayın şokuyla yüksek miktarda uyuşturucu madde kullanır ve aşırı dozdan ölmek üzereyken son anda hastaneye kaldırılır.
Catherine’in neredeyse tüm yaşamını mahveden Stephen Brigstocke son bir darbe ile Catherine’den intikam alma sürecini tamamlamak ve kendi tabiriyle ‘yasta/acıda eşitlenmek’ için Nicholas’ı öldürmek üzere hastaneye gider ama bir aksilik sonucunda başaramaz. Dizinin yedinci ve son bölümünde Stephen Brigstocke Nicholas’ı öldürmek için evden çıkıp hastaneye gitmek için hazırlanırken Catherine gelir ve ona hikayenin onun tarafını dinlemesini ister. Dizi şok edici saklı gerçeklerin bir şekilde ortaya çıkmasıyla sona erer.
Dizi her şeyden önce bir sinematografi ve görsel anlatı ustası olan Cuarón’un genel anlamda hünerlerini gösterdiği görsel anlamda şık ve güzel bir yapım. Özellikle İtalya tatilinin anlatıldığı sahnelerdeki ışık ve gölge kullanımı kendine hayran bırakacak güzellikle şiirsel bir nostaljik atmosfer yaratıyor. Onun dışında gerek iç gerekse de dış mekan çekimleri tam da Cuarón gibi bir ustadan beklenilecek düzeyde bir seyir zevki sunuyor.
Benim için Nicole Kidman’dan boşalan “çekici ve sarışın ama aynı zamanda da büyük oyuncu” kategorisinin zirvesinde uzun zamandır neredeyse tek başına oturan Cate Blanchett ile başta büyük başarı kazandığı komediler sayesinde yaşayan en büyük komedi oyuncularından biri olarak kabul edilen ama genel anlamda kuşağının en etkili oyuncularından biri olan Kevin Kline ikilisi oyunculuk anlamında diziyi sürüklüyorlar. Özellikle Kline’ın karısının gölgesinde kaldığı; annesi ve oğulları arasındaki ilişkiye giremediği ve geride kaldığını söylediği ve Catherine ile ilgili intikam planında bir aşamaya daha başarıyla tamamladığı anlardaki mimikleri bile sadece niçin onun büyük bir oyuncu olduğunu kanıtlamak için yeterli. Bu iki büyük oyuncuya destek veren diğer üç önemli oyuncu, Sasha Baron Cohen, Lesley Manville ve Kedi Smit-McPhee de dizinin oyunculuk seviyesinin yükseklere çıkmasını sağlıyor. Özellikle dizide görece az süre alan Manville anne rolünde görüldüğü sahnelerde oynadığı dakikaların sayısına ters orantılı bir biçimde yapıma damgasını vuruyor. Smit-McPhee de kayıp oğlan Nicholas’ta çok inandırıcı bir profil çiziyor.
Oyunculuklardan söz etmişken ilk kez seyrettiğim Leila George’a da ayrı bir parantez açmak isterim. İki önemli oyuncu, Vincent D’onofrio ve Greta Scacchi’nin kızları olan George ilk bölümlerde taze güzelliğinin de etkisiyle baştan çıkarıcı, adeta bir ‘femme fatale’ karakteri sunarken seyircinin Catherine’nin başına gelenleri adeta sonuna kadar hak ettiğini düşünmesini sağlıyor. Öte yandan son bölümde, olay hakkındaki gerçeklerin ortaya çıkmaya başlamasıyla birlikte önceki bölümlerin şehvetli kadınını bir anda endişeli bir anne ve mağdur bir kadına dönüştürmekteki başarısı taktir edilesi. Keza benzer bir yorumu Jonathan’ı canlandıran Loius Partrigde için de yapmak mümkün. O da Jonathan karakterinin gerçek yüzünü; bebek yüzlü masum gençten zalim bir cinsel saldırgana dönüşümü inandırıcı bir biçimde ekrana yansıtmayı başarıyor. Oyunculuk anlamında tek istisnaysa çok büyük bir oyuncu olan Sasha Baron Cohen. Cohen maalesef canlandırdığı Robert karakterinin kurbanı oluyor; silik ve inandırıcı olmaktan uzak Robert karakteri o bile kurtaramıyor.
Karakterler söz konusu olduğunda dizinin şu yaklaşımının altınız çizmek gerektiğini düşünüyorum: İlk bölümlerle beraber dizi Catherine Ravenscraft’ı siyahla gri arasında, hakkında karışık hislere ve düşüncelere sahip olacağımız bir yere konumlandırıyor.; izleyiciyi ondan nefret etmekle onu anlamak, anlamaya çalışmak arasında bırakıyor. İzleyiciyi ekran için yapılmış, hele de ödemeli bir kanalda yayınlanan bir yapımda, böyle ikircikli bir duruma sürüklemek oldukça riskli bir durum ama söz konusu Cuarón olunca yapımcı Apple TV böyle bir riski kolaylıkla almış gibi gözüküyor. Bu noktada Cuarón’un romanı genel olarak iyi kavradığı ve senaryoyu da ona uygun olarak iyi bir şekilde kurduğu söylenebilir.
Dizi yayınlanan ilk iki bölümüyle birlikte hızlı ve gösterişli bir giriş yapıyor. İlk aşamada yas, ebeveynlik, evlilik, intikam, cinsel arzu gibi çok farklı kavramları bir arada adeta boca ediyor ekrana. Öte yandan ilk bölümlerin verdiği genel kanı bu temaların hikayeye doğru şekilde serpiştirildiği; anlatının doğru yerlerine doğru zamanda yerleştirildiği yönünde. İlk aşamada bir puzzle karmaşıklığında gözüken bu farklı temalar yine bir puzzle gibi yerlerine oturduğunda bir bütünlük ortaya koyuyor.
Dizide hikayenin içeriğine dair bazı güzel ayrıntılar da mevcut. Örneğin en başında, Catherine Ravenscraft’ın ödül töreninde kendini oynayan ünlü gazeteci Christiane Amanpour ödülü taktim etmeden önce yaptığı konuşmada Catherine hakkında şöyle diyor: “O bize dikkatimizi saklı gerçeklerden başka yöne çeken anlatıların ve şekillerin arasından yeni yollar açıyor.” Bu sözler bir biçimde dizi boyunca Brigstocke çiftinin yarattığı onca gürültünün gümbürtüsünde saklı kalan; ama sonunda ortaya çıkan gerçeklere dair bir tür ipucu sunuyor ve dikkatli izleyicilerin dizinin en sonunda hatırlayıp dizinin en dönmesine yol açıyor.
Genç kuşağın en popüler film/dizi müziği bestecilerinden Finneas O’Connell dramatik ve gerilim boyutu yoğun ama aynı zamanda melodik bir çalışma yapmış dizi için. Bence O’Connell’in açık ara şu ana kadarki en başarılı çalışması.
Buraya kadar dizinin olumlu yönlerden söz etmeye çalıştım. İlk bölümlerin, özellikle ilk iki bölümün ortaya koyduğu olumlu izlenim her bir bölümün yayına girmesiyle ortadan kalkmaya başlıyor. Dizinin iyi çalışan anlatı formülü; 20 yıllık bir sürede dört farklı dönemi kapsayan zaman içindeki yolculuğuyla oluşan sofistike anlatı yapısı ve karakter sunumları ikinci aşamadan, özellikle de beşinci bölümden itibaren ciddi biçimde aksıyor.
Günümüzden 20 yıl önceye dönen ve Jonathan’ın İtalya’da kız arkadaşı ile yaptığı tatille başlayan dizi 8 yıl sonraya (günümüzden 12 yıl önceye) giderek Jonathan’ın annesi Nancy ve Catherine’in yüzleşmesini gösteriyor. Sonra bir beş yıl daha ilerleyerek (günümüzden 3 yıl önceye) Stephen Brigstocke’un karısının yazdığı romanı keşfetmesi ve intikam alma planlarına başlamasına geliyor. Dizi son olarak da günümüze, intikam hikayesinin Catherine’in yaşamını nasıl mahvettiğini gözler önüne seriyor. Bu zaman içinde yolculuğun; doğrusal bir anlatı çizgisinde ilerlemeyen ve dizi boyunca farklı dönemlere atlayan anlatı tekniğinin bu tarz anlatı oyunlarına alışık olmayan edebiyat okuyucusu ve sinema izleyicisini zorlayabileceğini ve bunun da seyircinin ekrana yabancılaşabileceğini tahmin etmek zor değil. Öte yandan hikayeye ve karakterlere ilişkin diğer aksamalar da eklenince zaman akışını ters yüz eden bu yapı sadece sıradan değil bu tarz yapımlara alışık seyirciyi de rahatsız etmeye başlıyor.
İlk bölümlerde anlatıyı tamamlıyor izlenimi veren temaların çeşitliği de bölümler ilerledikçe seyircinin odaklanmasını zorlaştırıyor. Özellikle bölümler ilerledikçe bu temaların dizinin (romanın) asıl teması ile ilişkilerinin düşünülen kadar güçlü olmadığı da anlaşılınca bu çeşitlilik anlatının bütünselliği açısından bir olumsuz bir duruma dönüşüyor. Örneğin fotoğrafın bir bütünü ve ait olduğu hikayenin tamamını yansıtamayacağı; hatta ona bakanı aldatabileceği gibi bir varsayımdan dizinin 7 bölümü boyunca neredeye hiç bahsedilmiyor ve bir anda bu olgu adeta tüm dizinin ana temasına dönüşüyor. Keza, bir kadının başına gelenleri gerek yetkili mercilere gerekse de yakın çevresine (kocasına ve ailesi dahil) anlatamamasının toplumsal ve psikolojik nedenlerinden de yine son bölüme kadar hiç bahsedilmiyor. İnsan bu noktada da sormadan edemiyor: “Bacım başına bunca şey gelmeden gerçekleri anlatsaydın ya. Niçin bu kadar geç anlattın gerçekleri?” Dizi burada büyük ölçüde inandırıcılığını kaybediyor.
Roman uyarlamalarında bazı durumlarda karakterin iç sesini veya detaylı tasvirleri aktarmak için bir dış uygulaması yapılabilir ve bu belirli oranda da makul karşılanabilir. Dizide maalesef bu dış ses adeta ayrı bir karaktere dönüşüyor; bize sürekli Catherine’nin karakteri, düşünceleri ve davranışlarıyla ilgili açıklamalarda bulunuyor. Cuarón’un bu tercihinin bir noktadan sonra rahatsız edici olmaya başladığını söylemek mümkün.
Bu noktada şu notu düşmenin de önemli olduğunu düşünüyorum: Bir dizinin veya bir filmin roman türünün sunduğu anlatı ve ifade olanakları sayesinde kapsamlı ve zengin bir yapıta dönüşebilecek bir metni uyarlarken farklı yöntemler uygulaması ve yönetmenin kendince tercihler yapması son derece doğaldır; hatta çoğu zaman da gereklidir. Bu yüzde de her zaman edebiyat, televizyon ve sinemayı ayırır; uyarlamalarını romanlarla kıyaslama hatasına düşmem. Öte yandan diziye kaynaklık eden Rene Knight’ın romanını okumadığımdan dolayı karakterler, temalar, olay örgüsü ve zamanlar arası atlamalar gibi konular romanda nasıl yer alıyor, bilemiyorum. Bu yüzden de Knight’a bir haksızlık yapmam istemem. Belki yazar, edebiyatın en kapsamlı türü olan romanın yazarına sunduğu derin ve geniş olanaklar çerçevesinde tüm bu konuların üstesinden başarıyla gelmiştir.
Sonuç olarak Disclaimer sinemanın son dönemine damgasını vurmuş; kuşağının en önemli ve etkili yönetmenlerinden birinin kariyerinde genel anlamıyla başarısız bir girişim olarak kalacak gibi duruyor. Ben Inkoo Kong’un The New Yorker’da daha dizinin son bölümünü beklemeden, 20 Ekim 2024’de yazdığı makalesinde de dediği gibi “Cuarón’un televizyon çıkarması Cate Blanchett’in bile kurtaramadığı boşlukta bir çalışma olmuş” diyecek kadar ileri gitmeyeceğim ama Kong’un aynı yazıdaki şu ifadesine katılıyorum: “Disclaimer, çok büyük bir yönetmenden şaşırtıcı derecede isabetsiz bir atış.”
Kapak Fotoğrafı: Disclaimer
İlginizi çekebilir: Bülent Tunga Yılmaz’dan WOLFS
İlk yorumu siz yazın!