Geçtiğimiz Pazartesi Fenerbahçe’de 60’lı yıllardan bu yana yaşayan bir pansiyon olan Petek Pansiyon’da Do Not Disturb filminin ekibiyle buluştuk. Birkaç soru hazırlamıştım, onları soracaktım. Sohbet o kadar tatlı ve doğal ilerledi ki konu bambaşka yerlere geldi. Bu röportajda, Ayzek’in dişlerinden Cem Yılmaz’ın diş protezlerine (evet, doğru okudunuz!), filmin yapım sürecinden stüdyo anılarına, en iyi yapma arzusundan korkulara, kişisel gelişimden beslenme trendlerine… birçok muhabbete dahil olacaksınız. Başlamadan önce bir de şunu eklemeliyim; inanılmaz bir uyum var ekipte. Bu hissediliyor. Filmi çekerken çok eğleniyorlar, her anı paylaşıyorlar. Bunu hemen anlıyorsunuz. Bu da filmin enerjisine yansıyor zaten. Lafı uzatmadan sadede geliyorum. Bu Cem Yılmaz filminden de – diğer kara komikler gibi – kahkahalar değil, tatlı kıkırdamalar duyulacak. Ta ki filmin son çeyreğine kadar… Neden mi oraya kadar? Bu sorunun cevabı için “Do Not Disturb”ü izlemeniz gerekiyor. Keyifli okumalar!

Lisya Kalma Patir: Öncelikle hoş geldiniz! İlk sorumla karşınızdayım. Do Not Disturb, Ayzek’in hayatına dair bir devam filmi. Bu karakterin diğer kara komik filmlerindeki karakterlerden ayrılan bir özelliği veya hikâyesi neydi ki onun için ayrı bir film yapmaya karar verdiniz?

Cem Yılmaz: Hoşbulduk! Hemen cevap vereyim… Feribottaki Ayzek’in tek başına o feribottan alınıp başka yere konduğu zaman da çalışan bir mekanizması vardı. Diğerleri şahsına münhasır başlayıp biten öykülerdi. İkinci neden ise; çok eski bir hikâye olduğundan ben onu zamanında uzun metraja çevirmek için malzeme biriktirmiştim. Hani feribotta başına bunlar gelir, annesi babası vardır, Yalova’ya bazen karaya çıkıyordur, evlendirilmek isteniyordur, Queen Elizabeth’te çalışıyorum diye yalan söylüyordur… Kısa feribotta onların hepsini eledim, ancak elediklerimin hepsi aklımdaydı. Ya bu adamı sonra ben uzun bir metraj filmi yaparım düşüncesine yardımcı oldu. Bir de birazcık daha karanlık bir film yapmak istiyordum…  

Birinci sezon Erşan Kuneri’den sonra dedik ki bir de böyle sakin bir şey yapalım. Bütün prodüksiyonuyla hikâyesiyle o karakter de cepte olunca Ayzek’i seçtik. Bir şey anlatmak için iyi bir enstrüman yani Ayzek… Bir de bu adamlardan pek film de yapılmıyor. Çünkü talibi yok. Yakışıklı, yani yarış atı gibi delikanlılar var. Gel dişlerini sökeceğiz Ayzek gibi olacaksın desek iki kere düşünür yani!

L.K.P: Kara Komikler’de o ilk dörtlüde bazı eleştiriler almıştınız. Hatta bunları röportajlarınızda ve TV show’larda da anlatıyorsunuz. Konu Cem Yılmaz olunca insanlar hep kahkaha atmayı bekliyorlar. Ne düşünüyorsunuz bu konuda?

C:Y: Ya ben şimdi şöyle düşünüyorum. Yani biz şimdi şu kısmı birazcık aramızda alaya da alıyoruz. Elbette seyirci önemli – de nerede önemli?

Başarılı, başarısız… E hiç önemli değil ki böyle şeyler. Bir filmde batacak bir kudretim de yok. Yani öyle bir şey değil o. Dolayısıyla ben onlara kendi içinde ne kadar, kaça maddi olarak neye mal olacağını, bana ne getireceğini biliyorum. Kaldı ki insanların o anlamdaki matematiği çok yanlış. Zannediyorlar ki çok grandiyöz işler çok izlendiği zaman çok para kazandırıyor. Öyle değil. Yani hiç bilemeyiz. Hangi filmin yapımcıya ne kadar para kazandırdığını. Çünkü büyük işler büyük harcama anlamına da gelir. Dolayısıyla oradaki başarı, başarısızlık meselesi beni hiç ırgalamadı.  

Ben yalnızca seçtiğim muhatap “Aa ne enteresan bir format ya. Gidiyorsun iki film birden izliyorsun. İkisi de başka tonda. Ama aynı hünerli insanlar başka tiplere bürünerek oynuyorlar”. Ben bunları takdir eden seyirci ile muhatabım. Dolayısıyla bana göre onlar işini yaptı.

“Yani böyle bak şimdi Cem Yılmaz esprileri söylettireceğim Ayzek’e. Bak şimdi ne şirinlikler yapacak.” Hiç öyle yapmadık, biraz ciddiye aldık. Benim gibi kelime oyunları yapsın, süslü süslü bir şeyler söylesin diye uğraşmadım. O bana çok irite edici geliyor. Bazen yazarın espri kabiliyetini böyle karakterler üzerinden sınadığı bir haller oluyor… Böyle yani kelime oyunu yapar karakter falan. İhtiyaç duymadım.

L.K.P: Bu arada ben filmi izlerken sürekli olarak tebessüm modundaydım.

C.Y: Kırkırdama, değil mi?

L.K.P: Evet! Tam olarak bu!

C.Y: O neden ben sorayım. Biz de merak ediyoruz çünkü. Siz o izlediğiniz adama inanıyor musunuz? Yani böyle bir adam var hissiyatı kaçıncı dakikada geliyor?

L.K.P: Hızlıca geliyor. İzlediğim her karaktere inandım. Tüm karakterler çok başarılı bir şekilde oturmuştu. Ekibin içerisindeki uyum, karakterlere de yansımış. Her biri hayata dair bir şey söylüyorlar aslında…

C.Y: Biz böyle birine dönüşme zevkini tattık bu filmde. Herkes bir şeye dönüşüyor.

Celal Kadri Kınoğlu: Perişan bu karakterlerin hepsi. Ama birbirleriyle hayatta normalde karşılaşmayacak şekilde perişanlar. Onları bir araya getirip 1.5 saat içerisinde yaşam hakkında bu kadar şey söylemek… Alttan alta hissediyor olmak… O gülümseyişinizin sebebi o. Sizin yaşamla ilgili farkındalığınıza dair bu film bir iş yapıyor. Yani bizim o anlayan seyirci dediğimiz tiyatroda, İstanbul’da ya da İngiltere’de bir oyun seyrederken kıkır kıkır gülerler. Ortada komedi yoktur. Bazen sahnede herkes ağlar, seyirci güler. Güldüğü şey yaşamın nasıl bir şaka olduğudur…

L.K.P: Do Not Disturb, Ayzek’in yeniden doğuşu gibi oldu biraz bu aslında. Devamı gelecek mi? Böyle bir şey var mı aklınızda?

C.Y: Olabilir, gelir. Ben yapmak isterim doğrusu. Ama bunu duyurduğumuz zaman dostça sorular oldu: “Dişleri yapılı mı abi bu sefer?”

L.K.P: Aramızda konuştuk biz de diş konusunu… Hep böyle mi kalacak diye!

C.Y: 2010 yılında benim ön dişim kırıldı. Yani bir gece saat 4’te ön dişimi kaybettim. Çat diye kırıldı dişim yani. Dolayısıyla diş bitmez. Hep bir ölçü alınır ve yapılacaktır. Dolayısıyla şöyle söyleyeyim ben size, çok acıklı, ben bu film boyunca geçici diş ile oynadım. Ve benim filmde aslında repliğim de bu. “Geçici abi sonra yapılacak bu.” Ve benim o protezi taktığımda altımdaki gerçek dişim, geçiciydi ya. Böyle kader olur mu? Başka bir bomba. Ayzek’i tekrar yazmaya başladığım zaman benim 10 yıldır evde çalışan abla var onun ön dişi kırıldı. Koptu komple! Böyle mistik şeyler var. Dolayısıyla büyük ihtimalle bir daha yaparsam yine dişsiz olacaktır yani. Dişsizlik önemli! 🙂

L.K.P: Film yapım süreci nasıldı? Unutamadığınız anılar var mı?

Ahsen Eroğlu: Galiba aşağı katta hepimizin konuştuğu geceyi hiçbirimiz unutamayacağız. Bence o çok güzeldi. Çok keyif aldık…

C.Y: Benim delirmiş bir halimle bir manifesto yaptığım bir sahne vardı. Şimdi benim yedek olsun diye dört tane diş protezim vardı. Hiç kırmadan dökmeden birincisini filmin sonuna kadar götürdüm. Çok önemli bir sahne vardı. Tiratlar attığı falan. O gün dişi takmak için aldım baktım, kırılmış. En önemli sahnede diş yani protez kırıldı! Taktım yani ikinci yedeği ama hiç içime sinmiyor… Sonra filmin başka bölümü devam edecek. Filme başladığım kırılanı gidip yaptırdım ve onunla devam ettim. “Böyle bir şey oldu, yazık onunla başladım onunla bitireyim.” Yedeği var, üç tane yedeği var ama o kırığı ortadan ayrılmış yazık gidip yapıştırttım öyle devam ettim.

L.K.P: Filmi bir stüdyoda çektiniz değil mi?

C.Y: Evet. Tamamı dekordu. Bu bize çok ciddi bir konfor sağlıyor. O yüzden çok gezgin bir halimiz olmuyordu. Her gün aynı yere, aynı makyaj odasına, aynı dinlenme odasına gidiyorduk. Dolayısıyla bir de bir kronolojiye yakın çekebildik. İşte Ayzek otele gelir, Davut gelir, Bahtiyar gelir, eczane açılır. Sıralı çektik sayılır.

İçi dekor, sokağı dekor bir coğrafya hazırladık. Bir kroki gibi. Şuradan şuraya yürüyerek eczaneye gidilsin. Buradan buraya gelerek çamaşırhaneye inilsin. O mekanizma çalışır bir halde. Elbette ki her yer işler vaziyette değil ama çamaşırhanemiz baya sabun kokuyordu. Mis gibi…

L.K.P: Filmi izlerken eşime tiyatro oyunu izliyormuşum hissine kapıldım dedim…

C.Y:  Bana bu olumlu bir şey olarak geliyor. “Real time” hissi veriyor film. Bazı sahneleri olduğu gibi bıraktık. Biz dördümüz oturduk konuştuk ya… Bir kere oynuyorsun bir daha da oynamıyorsun. Söyledin söyledin.

Şu an fark ettim… On sene sonra biri oynasa bu filmi sahnede, güzel olurdu…

Bülent Şakrak: E biz yaparız!

C.Y: Ben yapamam tiyatro, gülerim. Ben o kadar uzun süre konuşamam!

L.K.P: Filmde çok fazla kişisel gelişim ve beslenme trendleri konuşuluyor. Nasıl tepki çekecek, ne diyorsunuz?

C.Y: Çok düşmanımız olacak diye düşündüm yazarken…

L.K.P: Evet tiye alıyorsunuz film boyunca. Ancak geldiğimiz nokta biraz da öyle yani… Deneyimli, deneyimsiz birçok kişi kişisel gelişimci oldu. Sosyal medya olmak isteyen herkesi bu konuda popüler yaptı.

Bülent Şakrak: Ya bir nebze olsun utandırabilsek ne mutlu bize…

C.Y: Başka bir endişem vardı. Dedim ki “ulan gerçekten bunları inanarak söylediğimizi zanneden birileri de çıkabilir…” Peri’yi görenler böyle diyecek mi acaba: “Bak gördün mü o da izliyor… Çok normal falan…”  Bunun bir problem yarattığı evre daha ileriki dakikalar olduğu için anlamlı gelecek. “Bak ben sana söylüyorum işte. Aralıklı oruç iyi gelir diye.”

L.K.P: Cem Yılmaz’ın kişisel gelişim uzmanı var mı?

C.Y:  Öyle birisi yok hayatımda. Bizim ofisimizin karşısında bir alternatif tıp dünyası var. Bazen gidip ozon yaptırıyoruz, C vitamini taktırıyoruz. Şimdi mesela ben onlar filmi izleyince ne düşünecek merak ediyorum. Devamlı onları işlem sırasında uyandırıyordum. Diyordum ki “Bak telaş yapmayın. Ben şu sırada bununla ilgili film yapıyorum. Sizi buraya gözlemlemeye geldiğimi düşünmeyin.”

Ben hiç hayatım boyunca mate çayı içen, goji berry yiyen biri olmadım. Zaten belli yani! Bunlara hep şüpheli yaklaştım. Ama tabii hiç saygısızlık da yapmadım. Dediğim gibi var etrafımda eşim, dostum. Aslında bilirim hepsini de… Eeee yani? Onların fiziki kimyasal yapacağı şeyden fazlasını beklemeyi anlamıyorum ben. Yani alkali besleniyor diye niye ben ekstra saygı göstermeliyim ona bilmiyorum. Bu tarz insanlar daha kalburüstü bir muamele görmek zorunda… Bunları anlamıyorum… Birinin kinoalı salatası öbürünün nohut pilavı…

L.K.P: Biraz konuyu değiştiriyorum. Sizce nedir bir filmi başarılı yapan?

Celal Kadri Kınoğlu: Herkesin içine sinmesi… Sadece oyuncular, yönetmenler, yazar değil. Bütün o süreci yaşayan insanların gerçekten içine sinmesi. İnsanlar iyi şeylere layıktır. En iyisini yapma arzusundan kaynaklanan tatmin… Ve defalarca seyretmenin getirdiği korku… O korkuyu yok edebilmek ve vicdan azabından kurtulmak ve “olmuş!” demek…

L.K.P: Defalarca izliyor musunuz ki?

Bülent Şakrak: Evet, korkuyoruz.

C.Y: Evet. En azından bir 80-85 kişi ile dönüyor bizim en ufak setimiz. Sette çok gizemli olmayan, herkese açık bir edit alanı var. Bütün tezgâh orada duruyor. Ve bütün çekilenler orada anında editleniyor ve neredeyse üstüne müziği bile orada koyuyoruz. O gün çalıştığımız şeyi bütün gün izliyoruz yani. Diyelim ki Nil’in mesai saati geldi… “Hah geldin mi? Gel gel, bak bugün bunu çektik”, o da izliyor. İzliyoruz biz. Defalarca!

Çok yakın bir de ekip. Ekipte on yıllık adam da var, yirmi beş yıllık adam da var beraber çalışma anlamında. Dolayısıyla insanlar çok dürüst birbirine karşı. “Bir daha alalım” diyen de çıkar. Devamlı bir katkı var kısacası. Kabiliyetin sınırına geldiğin zaman, “bu oldu!” diyoruz.

Ben hiç kimsenin izlettiğini zannetmiyorum. Benim bir sürü yönetmen arkadaşım var, oyuncuların monitör başına geldiği set çok nadir… Mutfak salonda direkt bizde. Açık mutfak!

Özge Özberk: Kimsenin -mış gibi yapmadığı. Tekniğinden oyuncusuna kostümünden hiç kimse… -Mış gibi yapmıyor. Oldurtmaya çalışmıyor hiç kimse. Belki de en önemli şey bu. Herkes her şeyin bilincinde, farkında olarak yapıyor. Herkes en iyisini yapıyor dolayısıyla…

L.K.P: Komediye değer katmak bambaşka bir deneyim zaten…

Celal Kadri Kınoğlu: Komedide bir kalite hissi yaratmak… O çok önemli. Türkiye’de komedi geleneğinde çok daha uyduruk, müsamere dediğimiz bizim basitlikte işler var. Kâh kâh güler insanlar. Yok işte orada bütün estetik bilgi birikimlerini devreye sokman gerekiyor. Çünkü oynuyoruz bitiyor sahne gidip sahnenin rüyasını görüyorum hiç olmamış gibi. Olmuş ama! Bitmiyor, kurtulamıyoruz… Her dakika ezberini geçiyorsun.

C.Y: Ben dün akşam mesela bütün gece setteydim. Öyle asabım bozuldu ki. Olmayan bir filmin olmayan sahnelerini çekiyorduk. Boynum ağrıdı kasılmaktan!

L.K.P: Kendi hayatlarınızdan ilham aldığınız bölümler var mı filmde?

Ahsen Eroğlu: Ben bir dönem gerçekten Suhal gibi güzel sanatlara hazırlandım bu arada. Ama hiç bu kadar net, “şimdi buna çalışıyoruz, çiziyorum ya işte” rahatlığında olamadım. Hani bildiğim bir yer ama…

C.Y: Filmdeki çizimler Ahsen’in gerçekten.

A.E: Çok eskiden de var yaptıklarım, sahnede de denediğim bir şeyler oldu da. Zaten hani hep hazırlık sürecinde güzel sanatlara yanımda bir sürü arkadaşım vardı benim gibi hazırlanan. Hepimiz birbirimizin bir şeylerine bakıyorduk. Hiç kimse bu kadar net emin olmuyordu.

A.E: Bu arada bir de ben hiç işte karşılaşmadım. Mesela siz de saksafon çalıyorsunuz. Onu geleyim de karakterle bir bağlantı kurayım yapmaz hiçbir senarist bence. Ya da ben hiç karşılaşmadım. “Senden uzak olsun. Sen zaten yapıyorsun. Onu göstermeyelim.” der.

C.Y:  Ben ne düşündüğüm için biliyor musun? Şimdi bak, o özellikler ikinizde olmasa da bizim senaryo sekteye uğramıyor. Gizemli bir adam olarak bir enstrüman olmadan da orada var olabilir. Ama o enstrüman bize o kadar başka şeyler katıyor ki. Bir: Hiçbir şey olmasa bile resim estetik olarak öyle. Şimdi birkaç tane saksafonumuz vardı. Saksafonun dublörü olur mu Allah’ını seversen. Olur mu? Olur.

Saksafonun dublörü vardı. Çünkü hocanın saksafonu çok kıymetli. Levent Altındağ’ın hocaya hediye ettiği saksafon. Ve söylediği o enstrüman ile söylediği söz gerçekten Levent bey’in ona söylediği söz. “Mekanizması müthiş, rüzgâra tutsan çalar.” diyor. O sazın gerçek lakabı o. Şimdi ben bunu yazamam ki. Ben şunu yazabilirim: “Ulan bir şakır şakır saksafon olsa çıkarsam onu teklif etse…” Ne güzel resim değil mi? Dolayısıyla saksafon olacak. Ama o saksafon sette oradan oraya taşınacak mı? Olur mu öyle şey? Çok kıymetli o. Dolayısıyla hemen fake’i yapılıyor. Yakın planlarda o, sağa sola taşınırken başka. Bizim bile dublörümüz yok… saksafonun dublörü vardı yani!

L.K.P: Sizi çok tutmak da istemiyorum…

C.Y: Estağfurullah! Yani filmimiz günümüzü çok güzel anlatıyor ama “Ay güldük gülmedik” sözlerine kurban gitmeyecek bir yanı olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla hem anlattığı öykü hem de performans izleme anlamında oyuncuları zevkle “vay be anasını ne tatlıydı” duygusu yaratacak bir şey… Ben o yüzden çok müsterihim.

Bir tek daha hızlı bir film olabilir miydi acaba diye bir eleştiri duydum bir arkadaşımdan… Valla yani…

L.K.P: Daha kısa tutulabilir miydi anlamında mı?

C.Y:  Evet. Montaj bazı sahnelerin ritimleri demin söylediğim gibi gerçek zamanında gerçekleştiği için belki de. Bir sahne gerçekten bir anlam ifade ediyorsa iki dakikadan fazla olmalı. Hele komedi durumunda… Biz ama üç dakika konuşuyoruz hem de hiç kamera açısı değişmeden. Bu birazcık fazla lüks kalıyor…

L.K.P: O artık yönetmenin tercihi. Sizin tercihiniz. Uzun lafın kısası… Çok konuşulacak bu film birçok konuda, orası kesin!

C.Y: İnşallah! Bizim sette girdiğimizden bugüne bir yıl geçti neredeyse. Dolayısıyla merakla bekliyoruz biz de seyircinin reaksiyonunu. Çok az insan izledi şu ana kadar. Yalnızca eşimiz, dostumuz, işin içindeki insanlar…

L.K: Cevaplar için çok teşekkür ederiz. İyi şanslar diliyoruz hepinize!