Doğum Lekesi Gibi Bir Gülümseme: Barış Bıçakçı'dan Öyküler
Sonbaharın habercisi Ekim ayı yağmurlarla geldi ve bize hafta sonları evde bol bol Netflix izleme, battaniye altında kahvemizle kitap okuma (Hep Pinterest’ten kaptık şu işleri) isteği getirdi. Ben de Ekim’de kendime zar zor zaman yaratıp okuyacağım kitaplar satın aldım ve okumaya bol yağmurlu bir Cumartesi günü, Barış Bıçakçı’nın Doğum Lekesi Gibi Bir Gülümseme kitabından başladım. Bu kadar kasvetli bir günde, okuduklarımın ağırlığı da omuzlarıma epey bir çöktü. Depresif bir havası olan, bıçak gibi kesen, tokat gibi çarpan öykülere bayılırım ama kitabın etkisinden uzun süre çıkamadım.
Doğum Lekesi Gibi Bir Gülümseme
Barış Bıçakçı Kimdir?
Çağdaş Türk edebiyatının öne çıkan yazarları arasında bulunan Barış Bıçakçı, 1966 yılında Adana’da dünyaya geliyor fakat ömrü hep kitaplarına da gri sokaklarıyla bolca konu olan Ankara’da geçiyor. Edebiyat dünyasına ilk olarak 90’lı yıllarda şiir kitaplarıyla giriş yapıyor ama 2000’lerde Herkes Herkesle Dostmuş Gibi, Veciz Sözler, Aramızdaki En Kısa Mesafe, Bizim Büyük Çaresizliğimiz, Baharda Yine Geliriz, Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra, Sinek Isırıklarının Müellifi, Seyrek Yağmur, Tarihî Kırıntılar ve Kurbağalara İnanıyorum gibi romanlarıyla ön plana çıkıyor.
Barış Bıçakçı okuyanlar bilirler, onu okuyan okur hayatın telaşı içinde unuttuğu -kendini unutmak için özellikle hayatın telaşı içine soktuğu- kaçtığı, gözünün önünden kaldırdığı, zihninin en arka odalarına, en tozlu raflarına sakladığı hatıralarıyla karşı karşıya otururken bulur kendisini. Çocukluğu, ergenliği, acıları, gözyaşları, çaresizliği; her şey ortaya dökülür. Hani aklınıza geldiğinde bile elinizi ileri geri sallayıp “yok yok bunu düşünmeyeceğim” diye hemen geldiği yere yolladığınız o görüntü var ya, aklınızdan hiç silinmeyen. İşte Barış Bıçakçı sizi hiç beklemediğiniz anda, tek bir cümleyle onunla karşılaştırır. Aslında iyi de olur, içimizde bir ur gibi biriken, söküp atamadığımız o görüntüyle yüzleşiriz. Onun bizimle yaşadığını, bizden biri olduğunu kabul eder, sonsuza dek zaten bizimle kalacağı gerçeğiyle barışırız.
Evet Barış Bıçakçı önce bunları bir tek bizim yaşamadığımızı söyler, bizi en sert şekilde sarsar; sonra da bizi iyileştirir, ama bunun sözünü vermeden. O bana kalırsa kırk yıllık kişisel gelişimcilere taş çıkarır, çünkü o sanatın katharsis (Psikanalizde, bilinç dışına itilmiş duyguların yaşanıp boşalım olanağına kavuşturularak hastanın patojen duygulardan ve nevrotik belirtilerden kurtarılmasıdır. Antik Yunan’da bir tür “ruh dönüşümü” olarak kabul edilen Katharsis, ruhun kötülüklerden arındırılması olarak benimsenmiştir. Aristo, katharsis hakkındaki düşüncesini, Poetica’da açıklarken, sanatın insana kendisini dışarıdan gösterdiği için arzulardan arınmasını sağladığını söylemektedir.) yaşatır. Altını çizdiğiniz tek bir cümleyle öyle çok ağlar, öyle bir arınırsınız ki; bir süre sakin, durgun ve hafiflemiş kalırsınız. Artık çok yaşlanmış dedenizin masaya çay bardağını bırakması gibi, köpeğiyle uyuyan bir çocuğu görmüş gibi, sokakta yaşayan birine kalacak bir yer bulunmuş gibi. Acı ve merhametle karışık bir hafifleme. Az önce bir şeyler olmuştur, boğazınıza bir şey düğümlenir, sonra anlatmayıp geçiştirirsiniz çünkü anlamayacaklarını bilirsiniz.
Yaşananlar artık sizinle onun arasında gizli bir antlaşmadır. Yazılanların kısa ve öz olduğu gibi yaşadığınız hisler de basit ama yoğundur. Üstelik bu hisleri basit ve olağan karakterler, olaylar ve durumlarla verir. Sizi yormaz, bunaltmaz. Eski bir fotoğraf albümüne bakar gibi olursunuz. Barış Bıçakçı trende yanınızda oturan kadın, babasının mezarı başında ağlayan çocuk, yüzü hiç gülmeyen iş arkadaşınız, sokakta yanından geçip gittiğiniz orta yaşlardaki adamdır belki de. Geçmişle şimdi arasında kurulan bir köprüde oturur ve ayaklarınızı aşağıdaki denizi seyrederek sallarsınız, tam olarak hangi tarafta olduğunuzu bilemeden.
Kitaba Genel Bir Bakış
Barış Bıçakçı’nın uzun zamandır gözüm yollarda beklediğim yeni kitabı Doğum Lekesi Gibi Bir Gülümseme, Eylül 2021 itibariyle diğer eserlerinin olduğu gibi İnkılap Yayınları aracılığıyla bizimle buluşuyor. Kitap içerisinde 14 kısa öykü barındırıyor: İçten Konuşma, Annemin Hikâyesi, Yüz Yirmilik Keçeli Kalem Takımı, Feride’siz Gülümseme, Üzerindeki Boşluk, Eşelek, Küf, Sonsuz İkindi, Bizden Sonra Çakırdikenleri, Kusursuz Kısırdöngü, Gülünç Geçmiş, Alaattin’in Yazgısı, Turistik Gezi ve Anlaşılmaz Şeyler. Toplamda 99 sayfadan oluşan kitabın kapağında yer alan görsel ise Münevver Bıçakçı’ya ait. Eğer bir kitapçıda dolaşıyorsanız kitabı satın almak için yetip de artacak arka kapak yazısı ise şu şekilde:
“Yüze doğum lekesi gibi yerleşmiş bir gülümseme, neyi saklar? Bir eşelek gibi kalakalmanın hüznünü bilmeyene, onu anlatabilir misiniz? Yalnızlığın ucunu sivriltmek, bir kısır döngüyü kusursuz kılar mı? Eşyanın kurduğu mahkeme, hangi hatıraya adil olabilir? Bahsettiğini görülmez, anlaşılmaz kılan, seyrelten cümlelerle, birbirimize aslında ne anlatırız? Kendini bulmanın yolu, hep bir başkasından mı geçer? Doğum Lekesi Gibi Bir Gülümseme, Barış Bıçakçı’nın barışması zor, idaresi zor, çünkü idraki zor duyguları usulca yokladığı bir öykü demeti.”
Hayatın İçinden Öyküler
Kitap ismini Feride’siz Gülümseme öyküsünden alıyor. “Babamı kaybettik diye cevapladı Feride, soğuk bir ifadeyle. Tanımadığı bir kadından babasının adını duymak onu rahatsız etmişti ama küçük bir kızın gülümsemesi kadar değil. Göz ucuyla baktı, kız hala gülümsüyordu. Feride bu gülümsemenin doğum lekesi gibi kızın yüzünde kalacağını, ömrü boyunca silinmeyeceğini adı gibi biliyordu.”
Benim en çok sevdiğim öykülerden biri de Feride’siz Gülümseme oldu, bir diğeri de kitabın final öyküsü olan Anlaşılmaz Şeyler. Bu iki öykü beni bıçak gibi kesti, ben cümlelerin altını çizerken kalem, bir yandan içimi çizdi. Öykülerin hepsi hayatın içindendi, hepimizin ardına bakmamak için olabildiğince hızlı koştuğu veya koştuğu yerde onu bekleyen yeni bir dramdan haberdar olmadığı anlardandı. Konusunu hatırlamak istemediğimiz ya da çözmek için üstünde var gücümüzle çalıştığımız travmalardan alıyordu.
Annesinin kaderini aslında hiç istememesine rağmen omuzlarına yüklenip kaderini tekerrür ettiren orta yaştaki mutsuz kadınlar, yüz yirmilik keçeli kalem takımının kusursuzluğunun kendindeki eksikliği hatırlattığı ve hayatı boyunca darmadağın kalmamak için bir bütün peşinde koşacak olan küçük kız çocukları, babalarının öldüğü gün geçmişten koşarak gelen ve karnesindeki pekiyileri gösteren öğrenciler… Sanki iki kadın tek bir adam etmezmiş gibi “başlarında bir erkek olmamasından” faydalanacak topluma savunma olarak kapıda bir çift 44 numara erkek kundurası bırakan anne ve kızlar. Gülerken birden ağlayanlar, yaşayamadıklarını yaşayanlara nefret kusanlar, yatıştırmaları gereken toksik ailelerin -ölü dahi olsalar hala yatıştırmaları gereken- yükünü omuzlayıp hayatı yaşamaya hali kalmayanlar. Topu topu birkaç sene ömrü kaldığını bildiğinden yaşayamadığı hayatı hayal dünyasındaki fantezilerde yaşatanlar, hayatı boyunca değişmeyi bekleyip değişimden ve hayatın sorumluluğunu üstlenmekten korkarak ömür tüketenler…
Upuzun bir sırada önlerdekiler mi yoksa arkadakiler mi şanslı bilmeden bekleyenler, hayatı boyunca özenle kusursuz bir kısırdöngü yaşayanlar, yazarken kendini huzurlu bir deli gibi hissedip tutkusunun peşinden gidenler ama gidemeyenler tarafından daima yargılananlar. Hatırlamaktan yaşamaya takati kalmayanlar, yaşadıklarını saklamak için kurmacaya başvuranlar, çocukluğunun belli bir anında yazgısı yola çıkanlar ve kaçınılmaz yazgısına hiç beklemediği bir anda yakalananlar, her şeyden vazgeçmiş bir adamı muntazam şekilde oynadığı için takdir edilen ama her şeyden vazgeçmiş bir adam olduğu bilinmeyenler. Annesini gömerken dayısının paçalarının çamur olmasını istemediğinden pantolonunun içine soktuğunu fark edenler ve ölü yıkayıcılara para vermek gerekir mi bilmeyenler var bu öykülerde. Yani hepsi bizden biri, hatta hepsi biziz. Tüm bu kahramanlar içimizde bir ur gibi yavaş yavaş bizi hasta eden anıları göğsümüzden söküp almak için bekliyorlar.
Anlaşılmaz Şeyler
Yazımı kitabın son öyküsü ve belki de en vurucu öyküsü olan Anlaşılmaz Şeyler’den bir alıntıyla bitirmek istiyorum:
“Ferhat yıllarca uğraştı, kukla tiyatrosunda başarılı oldu. Yurt dışına festivallere gidiyor sürekli. Hakkında yazılar, haberler çıkıyor. Babası oğlunun başarılarıyla gizli gizli övünüyor muydu? Ferhat ile ilgili gazete haberlerini kesip saklıyor muydu mesela? Orhan da ben de bunu merak ediyoruz. Belki Ferhat da aynı şeyi merak ediyordur. Hayallerimi gerçekleştirdim, başarılı oldum, diye düşünüyordur. Kendi ayaklarımın üstünde durabiliyorum, babam herhalde takdir etmiştir beni. Ama başarı neye yarar ki? Ölü yıkayıcıların karşısına çıkıncaya kadar ayakta tutar insanı, hepsi o. Kuklalara hayat verirsin, onlara hikayeler yazarsın, müthiş bir dünya kurarsın, alkışlanırsın ama yıkayıcıların karşısında elin ayağın dolanır. Söylenenleri duyarsın, heyhat anlamazsın. Para mı vermen gerekiyor, para mı vermen gerekiyor? İnsanların birbirini anlamalarının zorluğu da kolaylığı da eşit derecede öfkelendirir seni. Sakince çekilivermek istersin kabuğuna, insanlardan uzağa. Biraz önce yıkanmış kefenlenmiş babasını mezara yerleştiren Ferhat gibi.
Ölü Yıkayıcı
Memnun kaldınız mı?
Kapak Fotoğrafı: Nesliay Ocakküçük
İlginizi çekebilir: Nesliay Ocakküçük’ten Balıkçı ve Oğlu
İlk yorumu siz yazın!