Dördüncü Duvarı Yok Et!
“Ulan, burda da gösteri mi olurmuş?! diye geçirdim kafamdan, Perulu kadim dostum Roberto’yla Batı 27. Cadde’de yürürken. Derken, upuzun bir boğa yılanı gibi kıvrılan seyirci sırası… Kuyruğu görmesek Sleep No More (Artık Uyku Yok) isimli interaktif tiyatro oyununun nerede sergilendiğini bulmak neredeyse imkansız olacaktı! New York’un hiçbir köşesine tek bir poster koymamışlar. Belli ki şanlarının ağızdan ağıza, viral olarak yayılmasını istiyorlar. Almış, yürümüş de maşallah.
Kapıdaki Görevli’ye biletlerimizi gösterdim. Son dakikada ancak pahalı bir çift bilet bulabildiğimiz için sırada beklemek zorunda kalmayacağımızı umuyordum. Orta yaşlı, iyi giyimli Görevli’nin son derece keskin yüz hatları vardı. Bana direkt “Buyurun; sırada beklemeyin.” veya “Haydi, sıranın en sonuna!” diyeceğine biletin üzerindeki tüm detayları tek tek okudu; kafasını Exorcist (Şeytan) filmindeki kızcağız gibi yavaşça bana doğru döndürdü ve gülümsedi. Bir anlık sessizliğin ardından, Roberto hemen dibimde dikildiği halde, ikinci biletin sahibinin orada olup olmadığını sordu. Roberto’yu işaret ettim. Görevli gözlerini benden hiç ayırmadı; içeriye doğru bir el hareketiyle beni buyur etti. Böylece adını Hitchcock’un Vertigo filminden alan McKittrick Oteli’ne ilk adımımızı atmış olduk. Gösterinin ürkütücü olduğunu daha önceden seyretmiş olan Roberto söylemişti aslında ama kapıdaki adam böyleyse içeridekilerin nasıl olduğunu hayal dahi edemiyordum…
Uzun, karanlık bir koridorda ilerledikten sonra 1930lardan kalma bir kabarenin içinde bulduk kendimizi. Bizi kırmızı elbiseli, kıpkırmızı rujlu, son derece alımlı bir kadın karşıladı. Tüm müşterilerine sürekli “Canım” diyordu. Elimize birer iskambil kağıdı tutuşturup başlamadan önce absent içmek isteyip istemediğimizi sordu. Absent Amerika’da yeni kanunileştiği için belli ki pek revaçta. Barda oturduk. Kabarenin tüm masaları doluydu. İçeride iki ses hakimdi: muhabbet uğultusu ve ara ara sahneye çıkarak saçma sapan anonslar yapan, uçmuş kabare görevlisinin bariton sesi. Bir keresinde mikrofonun önünde 1 dakika kadar dikildikten sonra, aniden, “Muz ister misiniz?” diye sordu. Bu absürtlüğe gülünmesini beklersiniz, değil mi? Adam o kadar ürkütücüydü ki kimsenin ağzını bıçak açmadı.
Çok kafam karışmıştı… Kabare ortamının dudak uçuklatıcı bir doğallığı vardı. Bu yüzden de kimin bizim gibi seyirci, kimin aktör, kimin de bar çalışanı olduğunu birbirine karıştırıyordum. Muhteşem bir histi bu! Kabareye girer girmez kendimi oyunun bir parçası gibi hissettirmeyi başarmıştı Artık Uyku Yok tayfası. Ayrıca, bu garip ortamda kendim olmam gerekmiyordu. İstediğim davranışları, kişilik özelliklerini deneyebilir, benle muhabbete girmeye çalışanlara bir Sudi Prensi olduğumu sıkabilirdim. Adeta ruhum bedenimden kurtulmuştu. Ne muazzam bir özgürlük…
Mikrofondan bizlere muz ikram etmeye çalışan adam sırayla iskambil kağıdı renklerini çığırmaya başladı. Roberto’nun rengi okundu; kabarenin dibindeki kadife perdeye doğru yollandı. Benimse jokerim vardı; yolarımız ayrıldı. Kadim dostumdan kısa bir süre sonra, 20 kişilik bir grupla perdenin öteki tarafına geçtim. Hemen elimize beyaz birer Venedik maskesi tutuşturdular. Onları 3 saat boyunca yüzümüzden çıkaramayacaktık. Asansörcü Artık Uyku Yok dünyasının en temel kuralını maskenin surat derimize dönüştüğü anda açıkladı: Artık Konuşma Yok. Bu kural oyuncular için de geçerliydi.
Asansörcü hepimizi köhne bir yük asansörünün içine tıktı. Yukarıya doğru çıkarken aniden durdurdu. Kapı açıldı. Öndekiler dışarıya çıkmaya yeltendiler. En öndeki ikili başarılı da oldu ama Asansörcü hemen arkalarından kapıyı kapattı. 5 katlı McKittrick Oteli’nin farklı katlarını iskambil kağıdı gibi dağıttı bizi Asansörcü. Kaderin bana bahşettiği katta asansör kapısı açıldı ve kendimi bir tımarhanenin gıcırdayan, parke koridorlarında buldum.
16. Yüzyılın sonlarında, 3 cadı, General Macbeth’e bir gün İskoçya Kralı olacağı kehanetinde bulunurlar. Bu kehanetin çekiciliğinin ve karısı Lady Macbeth’in entrikalarının etkisiyle, General Macbeth cinayet işlemeyi bağımlılık haline getirir. Kısa bir süreliğine de olsa cadıların kehaneti gerçekleşir ama bu başarıya ulaşmak için Macbeth’in işlemiş olduğu cinayetler onu ve karısını kibirlilik, delilik ve ölüm girdabına sürükler. Artık Uyku Yok, Shakespeare’in işte bu oyununun 1930ların Amerika’sına uyarlanmış hali. İskoçya’nın yerini McKittrick Oteli, Kral Macbeth’in yerini otelde yaşayan bir milyoner, cinayete kurban gidenlerin hayaletlerinin yerini de biz “Seyirciler” almış.
Yüzlerce hayaletten biri olarak karşıma çıkan ilk odaya daldım. Bir hemşire neşterle bir kitabın içinden labirent şekilleri kesiyordu. Dibine kadar girdim. Beni fark etmedi. Telefon çaldı. Hemşire şöyle bir baktıysa da kalıp açmaya yeltenmedi. Odadaki diğer hayaletlerden bir tanesi cevap verdi. Telefondan gelen direktiflere göre de odadan çıkıp bir yerlere gitti. Telefonun hemen altındaki çekmeceyi açtım. İçinde otelin konuklarıyla ilgili gazete kupürleri vardı. Tam odadan dışarıya adımımı atacakken hemşire bana keskin bir bakış fırlattı.
Dönemin taş plakları ve iç gıcıklayıcı ses efektleri koridorlara hakimdi. Kaybolmuştum ama daha çok kaybolmak istiyordum. Hayaletlerin çoğunun gittiği yönün tam aksinde ilerledim. Merdivenlerden birkaç kat aşağıya indim ve kendimi hemşirenin neşterle kestiği labirentlerden bir tanesinin içindi buldum. Hala otelin içindeydim ama labirent adeta bir bahçeyle çevriliydi. Kurt uluyordu. Labirent beni Macbeth ve karısının seviştikleri odaya getirdi. Çıplaktılar ama tam anlamıyla seviştikleri söylenemez. Macbeth kovaladıkça Lady Macbeth kaçıyordu. Konuşmak yasak olduğu için ancak inleyerek birbirlerine seslenebiliyorlardı. İnlemeler, ulumalar birbirlerine vurdukları anlarda iyice artıyordu. Lady Macbeth kocasını çıplak vaziyette küvetin içinde bırakıp kaçtıktan sonra Roberto’yla göz göze geldik. İkimiz de birbirimizi kıyafetlerimizden tanımıştık. Hiçbir selamlama hareketinde bulunmadan o kendi yoluna gitti, ben kendi yoluma…
Merdivenlerden aşağı indim; merdivenlerden yukarı çıktım; karanlık koridorların dibine ulaşmaya çalıştım; ulaşamadım ve kendimi Vahşi Batı’nın bağrından kopma bir barda buldum. Yerler samanla kaplanmıştı. Tahtadan bir Amerikan bar, hemen karşısından da tabureli, alçak bir masa vardı. Odaya aniden Macbeth ve arkadaşı Banquo girdiler. Kalabalıktan kaçayım derken tam göbeğine düşmüştüm. Birbirlerine bir süre kızgınlıkla uluduktan sonra kavgaya tutuştular. Macbeth kovalıyor Banquo kaçıyor… Sonunda Macbeth Banquo’yu barın arkasında öldürdü. Katil olay mahallini terk eder etmez içeriye Barmen girdi. Biz hayaletlerin barın arkasındaki cesedi incelemesine fırsat bırakmadan, bardaki yerini alıp bardaklarını silmeye başladı. Hayaletlerin çoğu ana karakterin arkasından çıkıp gittiler. Kaldık mı barmenle baş başa?..
Yüzümdeki maskeyi artık hissetmiyordum. Çocukluğumdan beri taktığım gözlük gibi bedenimin bir parçası olmuştu. Ve beni tuhaf bir haleti ruhiye içerisine sokuyordu. Garip garip hareketler yapıyordum. Otel girişindeki Görevli gibi kafamı sağa sola yavaşça döndürmeye başlamıştım. Yürüyüşüm de değişmişti. Kendime daha bir güven mi geldi, nedir? Bir de karakterlerin ve diğer hayaletlerin suratlarına yerli yersiz bakma huyu geliştirmiştim. Barmenin hemen karşısındaki masaya oturdum; bacaklarımı açtım; dirseğimi yukarıya doğru kırıp sağ elimi sağ baldırımın üzerine koydum. Başımı yavaş çekimde barmene doğru döndürdüm ve gözlerimi yüzüne kilitledim. İlk 5 dakika beni umursamaksızın işine baktı. Daha sonra, ani bir baş hareketiyle beni fark etti. Hızlı adımlarla bana doğru ilerlemeye başladı. Adam beni korkutuyordu ulan! Yaptıklarıma neredeyse pişman olmuştum. Taburemin etrafında dolanıp bana dokunmaya çalıştı. Sanki orada olduğumu hissediyordu ama beni gözleriyle seçemiyordu. Bir 5 dakika da böyle geçti. Sonunda kollarını itinayla koltuklarımın altına sokup beni ayağa dikti. İki omuzumdan sıkıcı tutup odadan dışarıya itekledi.
Aşağıya inen merdivene ulaştığımız ana kadar elleri omuzlarıma tutkalla yapışmıştı adeta. Beni hızla 2 kat indirdi. Az daha merdivenlerden yuvarlanacaktım. Kadife bir perdenin içinden geçirdiğinde kendimi kalabalık bir balo salonunda buldum. Macbeth’in öldürmemiş olduğu tüm karakterler yüksekçe bir platform üzerindeki uzun masada yemek yiyorlardı. Tüm hayaletler ise platformun etrafına üşüşmüş, onları seyrediyorlardı. Barmen kalabalığı ağır ağır yararak beni yemek masasına doğru yönlendirmeye devam ediyordu. Macbeth masanın üzerine çıktı ve kafasını gökten sarkan ilmiğin içerisinden geçirdi. Platforma iyice yaklaşmıştım artık. Barmen’e sinirlenmeye başlamıştım ama bu durumda dahi temel kuralı çiğnemek istemiyordum. Platformun dibine girdiğimde omuzlarımı o ana kadar sıkı sıkı tutan ellerin buharlaştığını hissetim. Tam o saniyede, Macbeth boynunda ilmik masadan bana doğru attı kendisini. Refleks gereği kolumu alnıma götürüp kafamı tavana doğru kaldırdığımda bir çift kirli ayakla burun buruna geldim. Kralın cansız bedeni tepemde kifayetsiz bir momentumla sallanıyordu.
Spotlar söndüyse, kabareye çıkan kapılar açıldıysa da Macbeth dakikalarca tavanda uçuşmaya devam etti. Kimse dışarı çıkmak istemiyordu. Ee, ne de olsa hiçbir zaman unutamayacakları, beden dışı bir deneyim yaşamışlardı. Duvardaki o kuvvetli ışık kaynağından geçtiklerinde ruhları bedenlerine geri dönecekti. Kimisini ertesi günün iş stresi, kimisini de karı dırdırı bekliyordu…
Kadim dostum Roberto yine bara kurulmuştu. Maskesini çıkartmıştı. Benim ise çıkartmam daha uzun zaman aldı. Sevmiştim hayalet maskemi… Roberto kendi başından geçenleri anlatmaya başladı. Bambaşka deneyimler yaşamıştık. Benim görmediğim bazı odalardan o geçmişti, onun tecrübe etmediği bazı interaktif deneyimleri de ben yaşamıştım. Tam Barmen’in bana yaptıklarını hararetle anlatırken, Barmen’i oynayan aktör karşımıza dikildi. Yüzümü içeride görmemiş olduğu halde beni tanıdı; kafa selamını çaktı. Akabinde, en başta, binanın dışında biletlerimizi kontrol etmiş olan Görevli çıkageldi. Dimdik bakışlarla bana yaklaştığını görünce, açıkçası biraz korktum yine. Garip herifin tekiydi çünkü!
Bize bir absent ısmarlamak istediğini söyleyerek şaşırttı. Millet absentle kafayı bozmuştu! Muhabbete daldık:
ROBERTO: Hayatımda böyle bir sanat deneyimi yaşamadım.
BEN: Aynen!
GÖREVLİ: Zaten dünyada da şu anda eşi benzeri yok.
BEN: Keşke biraz daha interaktivite olsaydı… Mesela keşke konuşmak serbest olsaydı. Hem oyunun daha tabi bir parçası olurduk, hem de Shakespeare’in eseriyle daha kuvvetli bir köprü kurulmuş olurdu.
GÖREVLİ: Haklısın ama yüzlerce kişinin aynı anda konuştuğunu hayal edebiliyor musun? İçerisi futbol stadyumuna dönerdi!
BEN: Pekiyi, bu tiyatro konseptini yurt dışına ihraç etmeyi düşünüyor musunuz? Mesela Türkiye’de bir benzeri sergilenebilir mi?
GÖREVLİ:Neden olmasın? Zaten bildiğiniz gibi, biz İngiliz bir ekibiz. İngiltere’den sonra Amerika’ya geldik. Tek ihtiyacımız olan güvenilir ortaklar. (sırıtarak) İsterseniz sizi yapımcımızla tanıştırayım. (Roberto’yla gülümsedik) İster gösterimizi ülkenize götürün, ister götürmeyin, görsel sanatların geleceği bu. Seyircinin yalnızca duyularını kullanmakla yetinmeyip aynı zamanda daeserin içinde aktif rol oynayarak, Deneyimleyici’ye dönüştüğü bir gelecek bekliyor bizi. Teknolojinin de bu konjonktüre büyük katkısı var. (elleriyle havada etiket işareti yaparak) Mottomuz: Dördüncü duvarı yok et!
McKittrick Oteli’ni ardımızda bıraktığımızda Görevli’nin mottosu Batı 27. Cadde’nin ardiye binaları arasında yankılanıyordu adeta…
İlk yorumu siz yazın!