The Irish Spirit'in Peşinde: Dublin'in Parkları ve Sokakları
Durmadan sözünü ettiğim o The Irish Spirit‘in doğanın güzelliklerinden ilham almadığını düşünmemiştiniz herhalde! Dublin, müzeler, sanat, tarih ve pub kültürüyle şekillenen ruhuyla olduğu kadar parklarda, sokaklarda ve açıkhavada da keyifli saatler vadeden, doğayla iç içe de vakit geçirebileceğiniz bir şehir. Sürprizlerle dolu sokakları arşınlayın, parklarda uzanıp güneşlenin, nehir turuyla şehre başka bir açıdan bakın ya da günübirlik uzaklaşıp kendinizi doğanın kollarına bırakın. İşte Dublin seyahatinizi açıkhavada değerlendirmenin en güzel yolları…
Phoenix Park | Fotoğraf: halfpennybridge.ie
Avrupa’daki birçok şehirde olduğu gibi Dublin de parklarıyla, sakinlerine ve ziyaretçilerine şehir hayatından kolayca uzaklaşabilmek ve temiz hava alabilmek için açık alanlar sunuyor. Tabii söz konusu Dublin olunca, parkların tek işlevi bunlar değil, viskiyi ya da birayı fazla kaçıran Dublinliler, güne parklarda doğayla buluşup tazelenerek başlıyor. İşte bu parklardan en önemlisi, Avrupa’daki en büyük şehir parklarından biri olan Phoenix Park. Ağaçların altında piknik yapabileceğiniz, uçsuz bucaksız çimenlerine uzanıp güneşlenebileceğiniz bu yemyeşil dev park, aynı zamanda geyiklerin arasında dolaşıp onlarla dost olabileceğiniz bir alan. Park aynı zamanda Avrupa’daki en büyük dikilitaş olan Wellington Anıtı’nı, İrlanda cumhurbaşkanının yaşadığı Áras an Uachtaráin‘ı, Dublin hayvanat bahçesini ve parkla adını paylaşan Phoenix Anıtı‘nı da içine alıyor. Farklı türlerdeki bitki ve çiçekleri görmeye meraklıysanız, National Botanical Gardens‘ı da ziyaret etmenizi öneririm. Rengârenk çiçeklerin yanı sıra bu botanik parkta bulabileceğiniz en ilginç şeylerden biri, eski bir kale şeklinde tasarlanmış sebze bahçesi. Çok daha merkezî bir dinlenme ve soluk alma durağı arıyorsanız da St. Stephen’s Green, şehirdeki en güzel parklardan biri olarak sizi bekliyor. Şehrin en büyük alışveriş caddelerinden Grafton Caddesi’ne, St. Patrick Katedrali, Trinity College ve İrlanda Ulusal Müzesi gibi kültürel ve turistik noktalarına olan yakınlığı nedeniyle buradan geçmemeniz imkansız!
Samuel Beckett Bridge | Fotoğraf: Cathal Mac an Bheatha
Dublin’in sadece parklar, bahçeler ve yeşille değil, deniz, nehir ve suyla da yakın bir ilişkisi var. Dublin Limanı, Britanya Adaları’ndaki en büyük limanlardan biri ve şehrin içinden geçen Liffey Nehri ile onu besleyen kolları ve kanalları da bu limanın yer aldığı Dublin Körfezi‘ne dökülüyor. Nehir boyunca yürürken karşınıza Dublin’in ikonik yapılarından biri çıkacak: Bembeyaz kazıklarıyla tanıyabileceğiniz Ha’penny Bridge, Liffey Nehri üzerindeki ilk yaya köprüsüymüş. Adını ise 1816’da kullanıma açıldığında üzerinden geçmek için ödenmesi gereken ücretten alıyor! Ha’penny, yani “half penny“! Şehrin 2009’da hizmete açılan bir diğer dikkat çekici köprüsünden de geçmeyi unutmayın; modern mimarinin en güzel örneklerinden, İspanyol mimar Santiago Calatrava tarafından tasarlanan Samuel Beckett Köprüsü. Yürüyüşünüzü limana kadar devam ettirirseniz, bir başka ikonik yapıya ulaşmak için denizin üstündeki incecik bir dalgakıranı (Great South Wall ya da bir diğer adıyla South Bull Wall) takip etmeniz gerekecek. Capcanlı kırmızı rengiyle Dublin’in simgelerinden birine dönüşen Poolbeg Lighthouse, Dublin Limanı’ndaki üç deniz fenerinden biri ve en ünlüleri. 1768’de inşa edildiğinde mum ışığı kullanarak aydınlatma sağlayan dünyadaki ilk deniz feneri olan Poolbeg Lighthouse, bugün karakteristik, kırmızı bir ışık yayıyor.
Poolbeg Lighthouse | Fotoğraf: Cathal Mac An Bheatha
Şehri keyfini çıkararak gezmenin bir diğer yolu da onu bambaşka bir açıdan, sudan izlemek. Bunu yapmak için de birçok farklı şirketin her gün düzenlediği nehir turlarına katılabilirsiniz. Ama bana sorarsanız en ilginci, II. Dünya Savaşı’nda kullanılmış gerçek araçlardan dönüştürülmüş teknelere bineceğiniz ve Viking temalı olan Viking Splash Tours. DUKW adı verilen ve hem karada hem suda gitme özelliğine sahip savaş araçları, tur şirketi tarafından canlı renklere boyanmış ve bir yandan viskinizi ya da içkinizi yudumlayabileceğiniz, bir yandan şehrin manzaralarının tadını çıkarırken tarihi ve mimarisi hakkında bilgi sahibi olabileceğiniz bir deneyimin parçası haline getirilmiş.
Fotoğraf: Robert Anasch
Dublin sokakları da The Irish Spirit‘in izleriyle dolu. Şehirdeki grafitiler sadece İrlanda’nın değil, dünyanın en yaratıcı sokak sanatçılarının imzasını taşıyor. Sokak turunuza Dublin’deki pubların en güzellerinin toplandığı Temple Bar bölgesini ve Tivoli Tiyatrosu otoparkını dahil ederseniz, renkli duvarlarla karşılaşacak, bu eserlerin birçoğunu görebileceksiniz. Ama Dublin’de The Irish Spirit sadece duvarlara değil, kapılara da sıçramış durumda. Neden mi? Dublin’deki birçok apartıman kompleksi, birbirine çok benzeyen biçimlerde inşa edilmiş. Kendi evini rahatça bulabilmek, kendi kapısını yan yana sıralanmış onlarca aynı kapıdan ayırt edebilmek isteyen bu yüzden de kapılarını farklı renklere boyayarak ya da farklı şekillerde renklendirerek kişiselleştiren Dublinlilerin sayısı hiç de az değil. Bu yüzden sadece turistik ya da merkezî sokak ve meydanlarda değil, şehrin farklı mahallelerindeki sokaklarda da dolaşmanızı ve The Irish Spirit’in izlerini kapılarda sürmenizi de kesinlikle öneriyorum.
Cliffs of Moher | Fotoğraf: Henrique Craveiro
Yeterince vaktiniz varsa, şehirden bir ya da iki günlüğüne uzaklaşarak doğayla başbaşa kalabileceğiniz seçenekler de en az şehrin merkezindekiler kadar cezbedici: Wicklow Dağları, İrlanda’nın en dağlık bölgelerinden biri ve Dublin’e oldukça yakın mesafede. Tepeleri, bayırları, göl ve şelaleleri, Viking ve Britanya döneminden kalan tarihi kalıntıları, hayvan ve bitki türleri, ormanlık ve kayalık alanlarıyla doğanın birçok farklı sürprizini içinde barındıran bu bölgedeki muhteşem manzaraları Braveheart ve P.S. I Love You gibi filmlerden hatırlayabilirsiniz. Wicklow Mountains Millî Parkı‘na Dublin’den düzenlenen günübirlik turlara genelde geleneksel bir İrlanda öğle yemeği de dahil oluyor. İkinci seçeneğiniz olan, İrlanda’nın batı kıyısındaki The Cliffs of Moher içinse bir hafta sonunu ayırmanız daha iyi olabilir. UNESCO Global Geopark ünvanına sahip bu doğa mucizesi, 200 metre yükseklikteki kayalık ve uçurumlar üzerinden Atlantik Okyanusu’na ve Aran Adaları’na bakarak gün batımını izleyebileceğiniz bir deneyim sunuyor. The Cliffs of Moher‘i nereden hatırladığınızı düşünüyorsanız ise olası cevaplarınız Harry Potter and the Half Blood Prince ya da The Princess Bride filmleri.
İlk yorumu siz yazın!