Duygu Ela Erdoğan ile: Yoganın Hayata Etkisi Üzerine
İlk kez arkadaşım aracılığıyla Duygu Hoca’nın Yin Yoga dersine katıldığımda, zorlu bir süreçten geçiyordum. Duygularımı bastırmaya eğilimli biriyim ve daha ilk derste, bu kadar yoğun bir şekilde duygularımla bağ kurabilmem beni şok etmişti. Günlerdir ağlamayan ben, o derste gözyaşlarımı serbest bırakabilmiştim.
Duygularımla bu denli kolay temas edebilmemin yanı sıra, beni en çok etkileyen şeylerden biri derslerde sıkça vurgulanan “mücadeleyi bırakmak” temasıydı. Duygu Hoca, kendimi zorladığım bir anda bu cümleyi söylemiş ve bedenimin o günkü sınırlarını dinlemeden, ona saygı göstermeden kendimi zorlama eğiliminde olduğumu fark ettirmişti. Kendime şu soruyu sormaya başladım: Acaba başka nelerde gereksiz bir mücadele içindeyim? Bunun tam karşıtı ise kendine şefkatle yaklaşmak. Kendini dinlemek, ihtiyaçlarını anlamak, sınırlarını zorlamamak… O gün sadece matta olmayı bile kutlamak. Duygu Hoca, derslere her zaman iddiasız ama özenli kıyafetlerle gelir ve içinde ne kadar rahat hissettiği anlaşılır. Samimi bir şekilde gününün nasıl geçtiğini paylaşır, her birimizi hatırlar, ruh halimizi ve o günki kondisyonumuzu öğrenmek ister. Bu ön konuşmalar, kendinizi görülmüş ve rahatlamış hissetmenizi sağlıyor. Beni böylesine derinden etkileyen Duygu Hoca’yla daha kapsamlı bir sohbet yapma fikri, uzun zamandır hayalimdi. Röportajımı bu merak ve arayışla gerçekleştirdiğimi baştan itiraf etmeden geçmek istemem.
Merhaba hocam, bu röportajı yapmayı kabul ettiğin için çok teşekkür ederim. Şunu sorarak başlamak istiyorum: Yogayla nasıl tanıştın?
2008-2009 yıllarından beri yoga yapıyorum. O dönemde, ergenlik meseleleri diyebileceğim sorunlar yaşıyordum sanırım; muhtemelen bir sevgilime falan kızmışımdır. O sıralar “Yoga diye bir şey var, acaba bu neymiş?” diye merak ediyordum. Sonra Cihangir Yoga’yı keşfettim ve orada yoga yapmaya başladım. Hoşuma gitti, sevdim ve devam ettim. Ama yoga hocalığı yapmaya 2012 yılı civarında başladım. Aslında hiç aklımda yoktu yoga hocası olmak, tamamen farklı planlarım vardı.
Yoga hocası olmaya nasıl karar verdin?
İstanbul Üniversitesi’nde Fars Dili ve Edebiyatı okudum, ardından Sinema ve Televizyon üzerine yüksek lisans yaptım. İletişim Fakültesi’nde, akademide kalmak gibi bir hayalim vardı ve bunun için gerçekten çaba gösterdim. Hitap yeteneğimi geliştirmek amacıyla bir buçuk yıl boyunca bir lisede İngilizce öğretmenliği bile yaptım. Ancak bir şeyler içime sinmedi ve başka bir yol arayışına girdim. Bu süreçte bir yapım şirketinde çalışmaya başladım ve prodüksiyon, fotoğraf, televizyon programları, sinema gibi farklı alanlarda uzun süre çalıştım. En son dijital bir dergide genel yayın koordinatörlüğü yapıyordum. Ancak o yıllarda, biraz merakla yoga hocalık eğitimine de başlamıştım. Bu eğitimle birlikte hayatımın yönü değişmeye başladı ve yoga hocalığı, o dönem beklenmedik bir şekilde ilgi alanım haline geldi. Açıkçası, işler ters giderse de mahallemde sevdiğim bir kafede çalışırım ne olacak diye düşünüyordum. Ancak ben karar verince hayat da bana bir şekilde destek oldu galiba.
Peki, tüm bunlardan sonra Yin yogayı nasıl tercih ettin?
Hocalık eğitiminin başında, hoca herkese “Hangi alanda çalışmak istiyorsunuz?” diye sordu. O sırada nedenini tam olarak hatırlamıyorum ama kendimi yin yogayı seçerken buldum ve eğitimine yazıldım. Ardından birçok farklı eğitimlerle kendimi geliştirmeye devam ettim. Bence eğer kısmetinde varsa ve hayat sana o fırsatları sunuyorsa, işler kendiliğinden ilerliyor. Bu tür şeylere çok inanırım; birileri seni buluyor ve doğru zamanda doğru fırsatlar karşına çıkıyor. Ders vermeye devam ederken, başka stüdyolardan da teklifler aldım. Bu şekilde, farkında olmadan yolumu çizmiş oldum. Daha sonra ise takı tasarımıyla ilgili de kendimi geliştirmeye başladım.
Takı tasarımına ilgin nasıl başladı?
Ben çocukken takı yapmayı, takmayı çok severdim. Yogayla biraz haşır neşir olunca yogaya dair bir takım çalışmalarla ve başka yönleriyle tanıştım. Onlar beni mantralar, meditasyon falan derken yoga tespihleriyle bir araya getirdi. Ders vermeye devam ederken kristal taşlarla tespih dizmeye başladım.
Tespihten sonra doğal taşlar ve değerli materyallerden oluşan takılara yöneldin sanıyorum?
İlk başta, yaptığım takıları görenler bana “Satıyor musun?” diye sormaya başladılar. Ancak o güne kadar hiç ticaret yapmamıştım. Çevremdekiler, “Bir arkadaşımız var, sadekarlık yapıyor. Tanısan hem çok seversin hem de sana bu işleri anlatır.” dediler. Sadekarlık, gümüş işlemek demek. Tam o sıralarda, ortak bir arkadaşımızın babası vefat etti ve Hande ile tanışmamız bu vesileyle oldu. Tesadüfen cenaze evinde, mutfak balkonunda yan yana geldik. Hande, “Ben de taşlar konusunda çok bilgili değilim, ama metali işlemeyi biliyorum. İstanbul Ticaret Üniversitesi’nde, o dönemin gemoloji derneği başkanının taşlarla ilgili bir eğitimi var. Ben katılacağım, istersen sen de gel.” dedi. Ben de teklifi kabul edip eğitime katıldım.
L’atelier D’ela markası nasıl doğdu?
Hande sayesinde Kapalıçarşı’da birçok kişiyle tanıştım ve piyasanın içine girmeme yardımcı oldu. Hala o ilişkileri sürdürüyorum ve bu sayede takı işine adım atmış oldum. Sonrasında ise, oldukça acemi hislerle de olsa, bir marka oluşturdum. Bu süreçte maddi hayatta kalmak adına zorlandığım zamanlar da oldu elbette. Ancak birçok şeyi göze almıştım, yeter ki sevdiğim bir şeyi yapabileyim. O dönemde hayatımda ille de yoga olsun diye bir beklentim de yoktu ve bugün de aynı bakış açısına sahibim. Eğer bir şey bana göre değilse, bırakmayı düşünebilirim. Ne mutlu ediyorsa onun peşinden gitmek için şartlarımı zorlarım. Bunu bir kez yaptım ve yine yapabilirim gibi hissediyorum. Bu da bana büyük bir güç veriyor.
Mutlu olmadığı işlerde olanlar için öneriniz var mı?
Bir söz vardır ya: “Ağaç değilsin, yerini değiştirebilirsin.” Ben de bu düşünceyle hareket ettim ve “Bu işler bana göre değil, mutlu olamıyorum.” dedim. Bizim kültürümüzde genelde, “Emekli olana kadar çalış, sonra istediğini yaparsın.” gibi bir yaklaşım var. Ama ben öyle biri değilim. Denemekten korkmam; en kötü ne olur ki? Yapamazsam geri döner, başka bir işte çalışırım ve seveceğim bir iş bulana kadar deneyebilirim dedim hayatımın o döneminde. Zaten bizim ülke şartlarında insanlar ne iş yapmak istediklerine karar verene kadar belli bir süre geçiyor ve bu süre zarfında tecrübe edinmek ve para kazanmaya başlamak zaman alıyor. Sonra da bırakmak istediğinde bırakmak da zor olabiliyor ve bunu da anlayabiliyorum. Demem o ki bu sorgulamalar, hayatta neyi yapabileceğin, neyi yapamayacağın, neye evet ya da hayır demen gerektiği, nerede sınır koyman gerektiği gibi konuların netleşmesine yardımcı oluyor. Ayrıca, nasıl para kazanılacağını ve nasıl bireysel özgürlüğün elde edileceğini anlaman için de bir süreç oluyor. Kısacası, bu arayış ve deneyimlerle hayatta var olmanın yollarını aramak, keşfetmek neden mümkün olmasın.
İlk adımı attıktan sonra zaten o tabular kırılıyor artık ve tekrar tekrar değiştirmek belki daha kolay hale gelebiliyor. Ama ilk adım atmak bunu tatmayanlar için çok zor. İlk adımı atmak için bir tavsiyeniz olur mu?
Mesleklerin çoğunun fazla idealize edildiğini düşünüyorum. Örneğin, bir yoga hocası her zaman huzurlu ve mutluymuş gibi algılanıyor. Oysa, bir yoga hocası da kendini harap edebilir, hatta bir muhasebeciden daha çok yorulabilir. Bu durum, kişinin hayatını nasıl şekillendirdiği, o hayattan ne beklediği ve işiyle kurduğu ilişkiye bağlı. Hayatın gerçekleri de var elbette. “Hadi işinizi bırakın, ne istediğinize odaklanın.” demek her zaman kolay değil. Hayatın bana sunduğu şanslar da olmayabilirdi. Peri masalı gibi bir senaryo çizmeyelim; bu gerçekçi olmaz. Her zaman ayakları yere sağlam basan bir plan yapmak gerekiyor. Ben de bu tür bir maceraya atıldım ve zorlandığım pek çok şey oldu; belirsizlikler ve zor günler yaşadım. Belki de ilk olarak işinizi tamamen değiştirmek yerine, çalışma ortamınızı değiştirmek daha mantıklı olabilir. Aynı işi daha iyi şartlarda, başka bir yerde yaparak para kazanmaya devam edebilirsiniz. Çünkü gelecekte sabit bir gelir yoksa kendinizi daha kötü bir durumda bulabilirsiniz. Önemli olan, neleri değiştirebileceğinize odaklanmak. Kendine biraz nefes alacak alanlar yaratabilir misin, bunu düşünmek gerek. Bu, yogada zor bir pozdayken hem rahatlayabileceğin hem de pozun etkisini hissedebileceğin bir alan bulmaya benziyor.
Ben de avukatlığı tercih ederken, hep çok ciddi bir insan olmalıyım gibi bir kaygım vardı. Sonra fark ettim ki illa o karikatürize edilen tipte bir avukat olmak zorunda değilim. Bu, belki de etiketlerin ardına geçip bizi mutlu eden ortamları aramakla ilgili olabilir mi?
Evet, kesinlikle. Bir dönem migrenim olduğunu öğrendim ve doktor bana, “Siz yoga hocası değil misiniz, neden migren ilaçları kullanıyorsunuz?” diye sordu. Ben de, “Siz de doktorsunuz, ölmeyecek misiniz peki?” dedim. Bu nasıl bir mantık? Yoga hocası da insan ve yoga hocası da duygularını tanısa iyi olur. Eğer öfkeliyse, bu duygusunu fark etmeli, öfkesini tanımaya anlamaya çalışmalı. Zaten bana kalırsa zor olan şey, bu dünyada çalışıp hayatın içinde var olup kendine yakın olabilmek ve kendin gibi olabilmek. Himalayalara gidip zen olmak daha kolay; şehir hayatı ise çok daha zor. Eğer bir yoga hocası çok yoruluyorsa ve akşam eve geldiğinde yemek yapacak, kendine enerji verecek ya da sevgilisiyle sohbet edecek hali kalmıyorsa, o da düşünmeli. Tıpkı diğer işlerde çalışanlar gibi. “Yoga hocası nasıl olmalı?” sorusu ise pek çok beklenti yaratıyor: Çok fit mi olmalıyım, çok zayıf mı görünmeliyim? Ciddi mi olmalıyım yoksa gülünecek bir şey olduğunda gülmeli miyim? Bu soruların hepsini kesinlikle düşündüğüm olmuştur. Şu an hatırlamıyorum ama eminim benim de kafam karışmış ve farklı rollere girip çıkmışımdır. Öyle bir yerden konuşuyorum.
Yogaya nereden başlayacağını bilemeyenler için tavsiyen var mı?
Bu aslında herkesin yaşadığı bir problem. Yogaya gitmek isteyenlerden sıkça duyduğum şeyler var: “Terleyeceğim ve insanlar bunu fark edecek.” “Uygun kıyafetim var mı?” “Yoga sınıfına ilk kez gireceğim, hareketleri tam yapamayacağım.” “‘Esnek değilim.” Ama aslına bakarsanız, bunlar yoganın umurunda değil. Herkese uygun bir yoga hocası olduğunu düşünüyorum. Eğer bir hocanın dersinde rahat edemediyseniz, başka bir hocayı deneyin. Herkes farklı; herkesin bedeni ve hayat hikâyesi farklı. Dolayısıyla o gün derse geldiğinizde, siz de bir önceki günden farklı olabilirsiniz. Bütün bu farklılıkları göz önünde bulundurduğunuzda kendinizi daha rahatlamış hissedebilirsiniz. İnsanlar pozun öncelikli olduğunu sanıyor ancak pozlar birer araç sadece.
Belki burada şunu sormak gerekiyor: Yoga’dan beklentimiz ne olmalı?
Önemli olan, insanın kendisiyle samimi ve içten bir yerden bağ kurma çabasıdır. Çabanızı ortaya koymalısınız. Pratiğe dair de çabanızı gösterin ve zamanla birçok şey kendiliğinden gelişecektir. Bedeni bir kapı olarak düşünebiliriz; bu kapıyı çalarak, bedenimizi kullanarak hayatımızda pek çok şeyi fark etmeye ve iyileştirmeye çalışıyoruz. Amaç sadece bedeni iyileştirmek değil. Öğrencilerle ilk tanıştığımda, özellikle Yin Yoga’ya yeni katılanlara “Daha önce Yin Yoga yaptın mı?” diye soruyorum. İnsanlar bazen bunu, “Ne kadar esneksin?” diye sorduğumu sanıyorlar, ama aslında öyle değil. Yin Yoga’da pozlarda uzun süre kalıyoruz, bu yüzden öğrencilerin bu pratiğin nasıl bir deneyim olduğunu bilip bilmediğini merak ediyorum. Bu soruyu, nasıl yaklaşmam gerektiğini anlamak ve öğrenciyi tanımak için soruyorum. Bence beklentisiz gelmek en doğrusu. Ne hocadan ne de kendilerinden bir şey beklemeden gelsinler. O gün ne çıkacağını, ne hissedeceklerini, bedenlerinin hangi bölgelerinin daha açık veya kapalı olduğunu bilemezler. Bazen en iyi niyetle sınıfa gelseler bile, pratik onlara fazla gelebilir ve çıkmak isteyebilirler. Benim de derslerde kendimden büyük bir beklentim yok. Ben de hoca olarak kendimle bağ kurabildiğim bir yerden dersi verip kimseyi incitmeden verebilirsem bir dersi ne şahane. Beklediğim gibi olmazsa ben de düşünürüm, sonraki derste bakarım elimden gelene. O yüzden, öğrenci de ne kadar az beklentiye girerse o kadar şey alabilir. Sonuçta, yoga hocası Duygu, takı tasarımcısı Duygu, dört kedisi olan Duygu diye ayrı ayrı kişiler yok, hepsi aynı kişi, hepsi benim. Hayatımdaki farklı alanlar arasında keskin çizgiler yok söz konusu ben olgusu olduğunda.
Kendimizi böylesi gözetmek öz sevginin temelleri gibi. Çünkü ben de yoganın kendimize sevgiyi aşıladığını düşünüyorum. Ve bu da yayılıp başkalarına verdiğimiz sevgiye de dönüşüyor.
Şöyle, sadece yoga değil aslında; insanın hayatında, içinde sevgiyi uyandırabilecek başka varlıkların olması en büyük kaynak. Yoga, bu sevginin varlığını ya da yokluğunu fark etmemize yardımcı olabilir belki ve katkı sağlayabilir. Öncelikle insan, ne kadar kendine verebiliyor, kendisiyle nasıl konuşuyor, sürekli kendini eleştiriyor mu, yoksa kendine şefkat gösterebiliyor mu, bunu anlamalı. Hayatta hep başkalarından mı almaya çalışıyor, yoksa sürekli kendisinden mi veriyor? Bu sevgi ve şefkat konuları, kâğıt üzerinde güzel görünse de deneyimlemek oldukça zor ve karmaşık. Yoga ile psikolojinin çok iç içe çalıştığını görüyorum. Ancak her yoga yapanın içinde sevgi uyanacak diye bir şey yok; bazen öfke de ortaya çıkabilir. Ne varsa, o uyanır ilk önce. Ben yogaya fazlaca şey atfedildiğini ve yüceltildiğini düşünüyorum. Yoganın sihirli bir değneği yok. Birisi, sadece dans ederek ya da sema yaparak da aydınlanabilir. Yoga yapmak şart değil. Asıl önemli olan, hayatta kendinle dürüst ve derin bir bağ kurabilmek. Bu, belki de yapması en zor şeydir.
Kendine karşı dürüst olmanın zor olduğundan söz ettin. Bundan biraz daha bahsedebilir misin?
Bu bence hayattaki en zor şey. Çünkü çok ağır şeyler de çıkabilir o baktığın yerlerden. Çok güzel şeyler de çıkabilir. Yoga sana seni gösteriyor aslında görmek istersen. Bir kaynak oluyor esasen. Tek başına bir şey yaptığı yok yani aslında. Sen derse hayatım değişsin diye gelmiyorsun ama pek çok enerji düzeyinde de çalışmış oluyorsun. Düzenli pratiğin içinde olup da hiçbir şeyin değişmemesi bana mümkün görünmüyor. Değişmiyorsa turist gibi geldin gittin yogaya demektir.
Kişi ders esnasında kendine karşı nasıl dürüst olabilir?
Derste, “Sabah o kadar çok yemeseydim belki şimdi daha rahat olurdum” diye düşünebilirsin. Bu tür bir farkındalık, kendini eleştirmek yerine bir şeyler öğrenmek için kullanılabilir. “Tamam, bu sefer böyle oldu; bir dahakine farklı davranabilirim.” diyebilirsin. Ama bazen insanlar derse geldiklerinde, “Bak, gördün mü? Yine yapmadın, şimdi burada zorlanıyorsun.” gibi kendilerini yargılayabiliyorlar. Yargılamak kolay olan şey ama ardından o düzeyde kalıyorsa konu üstüne düşünmekte fayda var. Bedeninden gelen duyumları dinlemek, onlara uygun bir şekilde pozun içine yerleşip kalkmak da bağ kurmaktan geçiyor. O bağı kurunca da gerçekler daha görünür olabilir insana. Samimiyet ve dürüstlük de oradan doğuyor zaten. Beden bir kapı aslında içeri girmek için. Bedene bakıyoruz ilk önce. Ben öğrencilerime hep şunu da söylerim: Yoga yapmak için özel bir tayta, hatta bir mata bile ihtiyaç yok. Bu tür şeylere takılmasak ne güzel olur. Yüzeyde olanlarla ilgilenmekten derinlerde ne var bakmaya ne hal kalıyor ne fırsat.
Gerçekten de yoga pratiğinde pozlar sırasında bazen kendimize fazla yüklenebiliyoruz. Sizce yoga yaparken çaba ile kendine zarar vermeden sınırlarını korumak arasında nasıl bir denge kurulmalı?
Yoga pratiğinde kendini hiçe saymak çok gördüğüm bir şey. Mesela, canın acıdığı halde bir pozda kalıyorsan, bu durumda yoga senden daha önemli bir hale geliyor. Gelişmek için gösterdiğin çaba ve seni harap eden çaba çok karışıyor. Her seçim bir bedel ödetiyor. Gösterdiğin çaba neye katkı sağlıyor buna bakmak lazım. Fiziksel sınırlarının ne kadar farkındasın? Duygusal sınırlardan da bahsetmek lazım tabii. O gün nasıl bir tavırla pratiğindesin. Kendine karşı ne kadar uyanıksın o pratikte?
Bu biraz da kendini tanımak, kendini duyabilmeyi öğrenmekle de alakalı sanıyorum.
Evet, mesela öğrencilerimden “Hocam, bu kadar oluyor.” dediklerini duyuyorum. Aslında tam da aradığım şey bu: Olduğu kadarını görmek ve kabul etmeye çalışmak. Biraz çaba göster ve pratiğe gelmeye devam et. O çabayı ortaya koyduğunda, zamanla bir şeylerin değişip değişmediğini fark edeceksin. Hayatında tek bir alanda bile düzen ve çaba gösterdiğinde, bu gayret farkında olmadan başka alanlara da yayılmaya başlıyor. Örneğin, yeme içme alışkanlıklarına dikkat ettiğinde aslında bir sınır koymuş oluyorsun ve bu sınır farkında olmadan başka alanlarda da güçlenmeni sağlıyor. Başka şeylere sınır koyma potansiyelin ortaya çıkıyor. Ancak bu şöyle anlaşılmamalı: “Bunu yaparsan, şu sonuç olur.” şeklinde bir kesinlik yok. Burada aslında sadece bir potansiyeli uyandırıyorsun. Yaşamda da böyle; çabayı ortaya koymak önemli. Bir şeyleri değiştirmek istiyorsan, elbette değişebilir. Bu güce sahip olup olmadığını ancak denediğinde görebilirsin.
Peki, yoga ile spiritüel anlamda bir deneyim yaşamak istemeyen ancak yine de yoga yapmak isteyen kişilere bir diyeceğin olur mu? İkisi çok iç içe bir imaj çiziliyor ancak özellikle senin derslerinde bunların ayrıldığını sezebiliriz.
Herkesin yogaya yaklaşımı farklı olabilir, buna katılıyorum. Bence herkes bir şekilde spiritüeldir, bu sadece spiritüel çalışmalar yapanlarla sınırlı değil. Bizim de kimsenin başından aşağıya spiritüel tozlar dökme gibi bir iddiamız yok; öyle bir gücümüz de yok. Benim kişisel olarak biraz şöyle bir yaklaşımım var. Enerji çalışmaları ve doğal taşlar gibi konularla ilgiliyim, ama tamamen “uçuş uçuş” bir spiritüalizm anlayışında değilim. Ben daha ayakları yere basan, bugüne ve bedene odaklanan bir yaklaşımı tercih ediyorum. Dolayısıyla kişinin önce bugününe ve bedenine bakmasının daha faydalı olduğunu düşünüyorum. Bugününü çok da anlamadan halıyı ayağımızın altından çekecek force edilmiş çalışmaları çok faydalı görmüyorum. Öncelikle mevcut durumun farkına varmak ve elindekine odaklanmak gerekiyor. Geçmişi çözümlemek ya da regresyon gibi çalışmalarla uğraşmak yerine, bugünde olanları anlamak daha önemli olabilir. Benim derslerimde de bu yaklaşımı görebilirsiniz; daha çok beden üzerinden ve şu anki düşüncelerle çalışıyoruz. Tabii ki enerji çalışmaları da bunun içinde bir yer buluyor ama ben bunu çakralardan bahsederek ifade etmek yerine daha farklı bir dille anlatmayı tercih ediyorum. Bazen enerji çalışmaları hakkında konuşabilir, bunun altını çizebilirim ama sürekli böyle yapmak benim tarzım değil sanırım. Öyle anlatmak yerine beden ve bugünkü hal üzerinden yaklaşmanın daha kapsayıcı ve anlaşılır olduğunu düşünüyorum.
Yanıtlarınız için çok teşekkür ederim.
Duygu Hoca’yla yaptığımız bu sohbet, aslında yoga’nın sadece bir bedensel pratikten çok daha fazlası olduğunu, hayatın her alanına dokunan bir felsefe sunduğunu bir kez daha gösterdi. Duygu’nun da bahsettiği gibi yoganın sihirli bir değneği yok; asıl önemli olan, kendimizle dürüst ve derin bir bağ kurabilmek. Bu, günlük hayatta da geçerli. Kendimizi zorladığımızda veya beklentilerimizin altında ezildiğimizde, durup bir adım geri çekilmeyi öğrenmek hayatın her alanında bize fayda sağlayabilir.
Yoga, çaba ve öz sevgi arasında bir denge kurmayı öğretiyor. Hedeflerimize ulaşmak için gösterdiğimiz gayret önemli ama bu gayret bizi aşmamalı. Kendimize şefkat göstermek, gerektiğinde durup dinlenebilmek ve kendi sınırlarımızı tanımak, hem yoga pratiğinde hem de hayatın diğer alanlarında büyümemize yardımcı olur. Duygu’nun da belirttiği gibi, yogayı hayatın içinde uygulamak, yoga matının dışına taşan bir yolculuk.
Kapak Fotoğrafı: Duygu Ela Erdoğan
İlginizi çekebilir: Esra Saruhan’dan Tüm Yönleriyle Theta Healing
İlk yorumu siz yazın!