İlk yorumu siz yazın!
Düzenli Delilik: Gerçeklik ve Anlamsızlıklar Üzerine Bir Sergi
Üniversite yıllarından beri sergi gezmeyi çok seviyorum. Bunu daha gençken de keşfedebilmiş olmayı çok isterdim çünkü küçüklüğümden beri insanların olaylara ve hayata bakış açılarını incelemekten çok keyif alıyorum. Bu anlamda sergiler bana birileri, çok özel günlüklerini okumam için bana izin vermiş gibi hissettiriyor. İnsanların düşüncelerini ve hissettiklerini filtresizce görebiliyorum, tabii burda ek olarak şöyle bir durumda var: bazen anlayamıyorum! Bugün Akbank Sanat Beyoğlu’nda Düzenli Delilik Sergisini gezme şansım oldu.
Öncelikle belirteyim ki sergiden kesinlikle keyif aldım. Ama size bu yazıda daha çok sergide niye ve nasıl keyif aldığımdan, süreçten bahsetmek istiyorum.
Düzenli Delilik Sergisi
Ne Anlıyoruz ve Daha Önemlisi Ne Anlamıyoruz?
İlk olarak biraz modern sanat sergileri ile olan ilişkimden bahsetmek istiyorum. (Malesef sanat tarihçisi olmadığım ve sıradan bir vatandaş olduğum için 🙁 kimseyi yanlış bilgilendirmemek adına spesifik dönem sınıflandırmalarına girmeden 1880’lerden sonrasını bütünüyle modern sanat olarak kabul ederek kullanıyorum bu kelimeyi.)
Sizin de başınıza geldi mi bilmiyorum ama ben bu tarz sergilere ilişkin olarak, insanların “o da sanat mı”, “ohoo bunu ben de yapardım”, “ne şimdi bu ben bir şey anlamadım” ve kendi kişisel favorim, babannemin yorumlarından olan “ay koskoca odayı mundar etmiş kum mum yerlerde ne şimdi bu” gibi tepkileriyle sıkça karşılaşabiliyorum. Hatta bazen kendim bile bazı işleri çok basit bulabiliyorum (verilen emek ve derinlik anlamında) ve bazen de hiç anlamayabiliyorum. Ancak bu noktada aklımda bir soru var, modern sanatı anlamadığını iddia eden insanlar aslında o çok beğendikleri ve anladıklarını zannetikleri Rönesans ya da Barok dönem eserlerinin ne kadarını anlıyorlar?
Yani eserlere, döneme ilişkin okumalar yapmak, alt metinleri okumak gibi bir kültürümüz olduğu söylenemez malesef. Dolayısıyla aslında bu dönem eserlerde modern dönemden farklı olarak sıklıkla dini ve mitolojik konular işlendiğinden insan ve insana benzer tanrısal formlar görüldüğü için ve görsel zevk ön planda olduğundan onları anladığımızı zannediyoruz belki de. Halbuki o eserlerin her birinin de bir hikayesi, okumamız ve anlamamız gereken alt metinleri var. Yalnızca evet bu bir insan bu da bir melek, bakayım aa çarmıha germişler İsa bu gibi son derece parlak (!) yorumlar yapabiliyor olmamız bizi o eserleri anlamış kılmıyor. Dolayısıyla ben bu tarz sergileri sevmiyorum/anlamıyorum diyenleri (en önce kendimi) bu tarz sergilere biraz şans vermeye davet ediyorum.
Serginin Küratöründen Ziyaretçilerine Tüyolar
Gelelim benim bu sergiyi anlayabilme sürecime. Esasen benim şansım sergiyi küratörü Marcus Graf ile birlikte gezebilmiş olmaktı. Dolayısıyla bir çaylak art-lover olarak sergi gezme tüyoları da aldım. Bir kaçını sizle paylaşmak istiyorum:
- “Eser okuma” terimini duymuşsunuzdur, hatta bunla ilgili workshop vb. çalışmalar da sıklıkla yapılıyor. Eser “okumak” kavramı Graf’ın pek de bayıldığı bir kullanım değilmiş. Çünkü zaten gerçeklik kavramının göreceliliğine de değinen bir serginin küratörlüğünü yapmasından anlaşılabileceği üzere kendisi hakikat ya da gerçeklik kavramlarının tekil olmadığından emin. Bununla birlikte Graf’ın tavsiyesi her bir eseri tek tek incelemenin yanı sıra “sergiyi incelemek”. Yani serginin tamamını kullanılan mekan ve eserler arasındaki bağlantılarla beraber ele almak.
Örneğin kendisi bu sergide katlar arasındaki geçişi sağlayan düz beyaz merdiven koridorunun ziyaretçilerin hislerini soğutmasından rahatsız olmuş ve bu bölüme sergiyi anlatan bir ilustrasyon çizilmesini sağlamış. Hatta merdivenleri çıkarken oturup izleyebileceğiniz, Fischli/Weiss’a ait bir video da yerleştirmiş.
- Bazen sadece eserin ismi ve yanındaki küçücük açıklama bize çok şey anlatabilir. Sergiden örnek vermek gerekir ise yukarıda Robert Barta’nın “Hiç Bir Şey Kaybetmedim” eseri var. “Hiç bir şey kaybetmedim” tek başına bir cümle olarak ele alındığında daha olumlu bir anlam uyandırıyor ancak esere baktığımızda ters cepleri görüyoruz. Hiç bir şey kaybetmedim çünkü ters ceplerime hiç bir şey koyamadım, ama bu kaybetmeyiş olumlu muydu, işte orası tartışılır.
- Belirli bir tema üzerine konulan sergilerde bazen amaç spesifik bir eserin sunumundan çok bir sanatçının sunumu olabiliyormuş. Örneğin Graf temayı belirledikten sonra bu sergiye Komet ve Joseph Beuys’u dahil etmek istediğinden eminmiş. Ancak sergiye baktığımızda Joseph Beuys’a ait olarak görebildiğimiz en somut eserler ahşap ve tahta birer kartpostal. Dolayısıyla burada bize sergi için bu denli önemli olan ismin yaşamını ve sanatçı kimliğini araştırmak düşüyor.
Joseph Beuys
Eğer benim gibi kendisine aşinalığınız yalnızca ismi ile sınırlı ise okuyunca göreceksiniz ki Joseph Beuys oldukça ilginç bir yaşamı olan bir sanatçı. Bu noktada bir makalede okuduğum cümleleri sizinle paylaşmak istiyorum: “Kırım’da pilot olarak görevliyken uçağı düşürülmüş, sanatçıyı kurtarmak için vücudunu yağ ve keçe ile sarmışlar. Bu olay sanatçının yaşamını, yapıtlarını ve düşüncelerini etkilemiş ve Fluxus sanatçıları arasında yer alan Beuys yapıtlarında renkle, nesnelerle ya da biçimlerle psikolojik ve sembolik etkiler yaratmak istemiş, bu etkilerle çeşitli mesajlar vermeye çalışmış.” ve “Sanatçının geçmişte yaşadığı uçak kazası sanatçının yaşamı, yapıtları, kullandığı malzemeler ve düşüncelerinde önemli değişiklikler yaratmış. Resimden performans sanatına geçiş yapmasında, sanatın toplumda daha çok etkili olması gerektiğine olan inancı ile hareket etmiş.“
Dolayısı ile bu sergide kartpostalların sebebi sanatının insanlara ulaşabileceği en uygun fiyatlı yolu kullanmak istemesiymiş. Kendisi bu eserleri 70’lerde meydana getirdiği ve Instagram elinin altında olmadığı için de en uygun fiyatlı yol olarak kartpostalları seçmiş! Şahsen bu detayları öğrenmek benim esere ve sergideki yerine bakışımı çok değiştirdi.
Hiç kimsenin sormadığı şahsi görüşümü belirtmem gerekir ise bütün bu bilgilerle bile eser kalbime yakın değil. Kendisiyle tanışmış olmaktan ve bilgi birikimimin artmasından memnunum ancak mekan kullanımını ön planda tutan eserlerini de inceledim fakat sanatçıyı hissedemedim. Bir şey söyleyeceğim, Almanların sanatı bir soğuk mu sanki? Araba filan yapmaya devam mı etseler acaba. Hayır onda baya iyiler çünkü. (Vurmayın sanat tarihçim, sustum!)
Bilgi: Bir Varmış Bir Yokmuş
Gelelim serginin konusunun temeline, konumuz “bilgi”. Ancak bilgi denince aklınıza alıştığımız somut ve genelgeçer bilgi kavramı gelmesin. Sergi aslında nesnelci ve rasyonalist bilginin yetersizliğini eleştiriyor. Bizlere günümüzde pek çok kanal aracılığı ile sunulan bilimsel ve toplumsal her türlü “bilgi”nin aslında ne kadar kırılgan ve değişken olduğunu hatırlatıyor. Soru sormanın nihai sonuçları aramaktan daha önemli olduğundan bahsediyor. Bilginin değişkenliğine örnek işlerden beni en çok etkileyenlerden biri de Ana Adamovic’in video yerleştirmesiydi.
Ana Adamoviç’in eserinin bulunduğu odaya girdiğinizde eseri iki bölümde inceliyorsunuz. Önce yukarıda yer alan çocuk korosu fotoğrafını görüyorsunuz. Önünüzdeki videoda ise “Benim Ülkem En Güzeldir” isimli bir şarkıyı söyleyen bir yetişkin korosu videosu var. Buradaki can alıcı nokta ise o videodaki yetişkinlerin başta gördüğünüz fotoğraftaki çocukların yetişkin halleri olması ve o fotoğraf da aslında Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti döneminde bir çocuk korusunda şarkı söylerken çekilmiş. Şarkı aynı şarkı, insanlar aynı insanlar ama en bahsi geçen güzel ülke artık yok! Dolayısı ile şarkı 2012 yılında yeniden söylendiğinde bambaşka bir anlam ifade ediyor.
Robert Barta
Sergiye ilişkin olarak bahsetmek istediğim son sanatçı ise benim şahsi favorim Robert Barta. Her sergide olduğu gibi bu sergide de daha evrensel kavramları ele alan eserler ve daha bireysel kavramları ele alan eserler var. Aynı konunun mikro ve makro ele alınışı olarak düşünebiliriz. Ben belki biraz daha içedönük bir bakış açısına sahip olduğum için ve kolaj benzeri suluboya eserlerini kalbime yakın bulduğum için Robert Barta’yı sevmiş olabilirim.
Resimleri aslında kendi hayatından belli olayları anlatıyor. Örneğin bir tanesinde bir kız arkadaşından ayrıldıktan sonra sarhoşken yüksek bir yere çıkıp atlamaya karar verdiği ancak atlamaktan arkaşlarının “sen lanet olası (türkçe dublaj) bir gerizekalısın” uyarıları ile (herkesin böyle dostları olmalı şu hayatta) vazgeçtiği bir günü resmetmiş. Gerçeklik kavramı ile ilişkilendirecek olursak bu hikaye bize küratör tarafından anlatılmasa belki de eserden bu çıkarımları yapmayacaktık ancak esas hikayesini bilmediğim hali ile de bende bir his uyandırıyordu. Hatta belki de hikayesini bilmek eseri bizim için daha klişe yapmış bile olabilir!
Nasıl Gezelim, Ne Zaman Gezelim?
Elbette sergileri her zaman bir anlatıcı ya da küratör ile gezme şansımız olmuyor normal olarak. Böyle durumlar için benim kişisel çözümüm birazcık ön araştırma yapmak oldu. Örneğin Düzenli Delilik sergisi için Akbank Sanat’ın sitesine girerseniz küratör ve sergide eserleri yer alan sanatçıların çeşitli bilgiler verdikleri videolar bulabiliyorsunuz. Bence bu çok güzel düşünülmüş bir detay. E bu kadar anlatmışsın gidelim görelim bari artık diyenlerin ise 11 Ocak‘a kadar vakitleri var!
Detaylı bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.
Kapak fotoğrafı: Ayrıntılı Haber
İlginizi çekebilir: ArtsyMagger’dan İstanbul Sergi Takvimi
Bugünün oldukça karmaşık ve sanki anlaşılmaması için yazılan kültür sanat yazılarına-eleştirilerine karşın, oldukça yönlendirici ve anlaşılır bir çalışma olmuş tebrikler teşekkürler
Ben son dönemde sanat konusunda tamamen elitist oldum. Herkesin herşeyi de bilmesine ve anlamasına gerek yok. Ayrıca sanattan anlamak, sanat yaptını kavramak biraz emek ister. Bilgiye ulaşmak, o bilgi ve sonrasında da bilginin ait olduğu sanat yapıtını anlamak için emek. Dediğiniz çok doğru; son hayran olunan klasik yapıtların arka planı biliniyor mu?
Size katılıyorum, bir şeyi eleştirebilmek için öncelikle bilgi sahibi olmak gerekiyor üstelik. ancak eleştirme kısmı için herkes gönüllü iken araştırma kısmına aynı özeni göstermiyoruz.