Mükemmel ya da İngilizce adıyla Foreskin, doğum yaptıktan iki gün sonra oğlunu sünnet ettirmesi yönünde eşi, kayınvalidesi, doktorlar ve gözle görülmese de toplum tarafından baskı altında hisseden bir annenin köşeye sıkışma hissine odaklanan bir kısa film. Çekmeceler ve Aşk, Büyü vs. gibi filmlerdeki etkileyici performanslarıyla tanıdığımız oyuncu Ece Dizdar’ın yönetmen koltuğunda oturduğu bu ilk film, prömiyerinin yapıldığı Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin Ulusal Kısa Film Yarışması’nda Jüri Özel Ödülü’ne layık görüldü. Başroldeki Özlem Öçalmaz’a Serdar Orçin ve Ayşenil Şamlıoğlu’nun eşlik ettiği film, Ayberk Konca imzalı müzikleri ve Aybüke Karakurum imzalı, kırmızın ağır bastığı sanat yönetimiyle de öne çıkıyor. Ece Dizdar’la, Mükemmel‘i konuştuk.

ece dizdar
Ece Dizdar

Seni oyuncu olarak tabii ki tanıyoruz, fakat bu yönettiğin ilk film. Kısa ya da uzun metrajlı fark etmez, ilk filmini çeken yönetmenler genelde çok kişisel hikayeler anlatırlar. Seni bu hikayeyi anlatmaya iten ne oldu, senin için kişisel bir yanı var mı?

Kişisel hiçbir bağ yok. Ben küçükken abimin sünnet törenini çok kıskanmıştım. Genelde bu soru sorulduğunda bunun esprisini yapıyorum. Ama hiçbir bağ yok. Bazı konular bize gelene kadar dünyada bununla ilgili bir bilgi ve sorgulama yayılıyor. Antik Yunan’da ilham dedikleri şey bence böyle bir şey. Bir soru dünyaya yayılıyor ve birileri bunu alıyor, bu konuyla ilgili çalışmaya başlıyor. Evet, dediğin gibi, ilk üretimler hep kişisel bir yerden çıkar. Edebiyatta da böyledir. O yüzden bir yazarın gerçekten iyi bir yazar mı olduğunu anlamak için hep ikinci kitabına bakarlar. Benim üretimim ve kariyerim 20 küsuruncu yılına girdiği için, bence bu benim için geçerli değil. Bu filmi 20’lerimde yapmış olsaydım belki geçerli olurdu. Ben gerçekten toplumsal olarak bir soru sormak istedim.

Peki filmde oynamayı hiç düşündün mü?

Hayır, kesinlikle yeni doğum yapmış ya da yeni doğum yapmış görünen bir oyuncu olması gerekiyordu. Bir de hem oynayıp hem yönetmeyi hiç düşünmedim; hiç istediğim bir şey değildi bu. Ben sadece bu hikayeyi anlatmak istiyordum; ben yazmak istiyordum. Benim senaryomu başkası yönetir mi diye bir süre çok düşündüm fakat konu kendiliğinden buralara geldi. Bir de bilmiyorum biliyor musun, filmdeki Özlem’in (Öçalmaz) kendi bebeği. Onun doğum sürecini, bebeğinin doğumunu yakından takip ettim. Doğdu, 52 günlükken sete çıktık. Anne karnında 5 aylık olduğundan itibaren oyuncum belliydi yani.

mükemmel
Mükemmel

Filmin asıl meselesi sünnet ama Trabzonspor forması da aslında çok iyi, filmin ana düşüncesini destekleyici bir simge bence. Özellikle de bu formanın bebeğe dede tarafından değil de babaanne tarafından alınıp giydirilmesi dikkatimi çekti. Sanki senin asıl meselen çocuğun bedeni ya da yetiştirilmesi hakkındaki söz hakkı konusunda kadınla erkeğin değil de toplumla ebeveynin çatışmasıymış gibi geldi. Doğru mu bu?

Evet, toplumla ebeveyni çatıştırmak istedim. Trabzonspor formasını da aslında eşin, kocanın biraz muhafazakar bir yerden geldiğini göstermek için yaratıcı bir yol ararken düşündüm. Didaktik olmasını hiç istemiyordum. Türkiye’deki muhafazakarlığın temsillerinden biri “beyaz bere” olayı. Dolayısıyla kayınvalide çocuğa doğar doğmaz Trabzonspor forması giydirsin istedim. Nereye doğru kimliklendirilmeye çalışıldığını baştan söylemenin bir yoluydu benim için.

mükemmel
Mükemmel

Film bana bir de şunu düşündürdü: Özellikle kürtaj hakkı üzerinden erkek egemen toplumda erkeklerin kadın bedeni üzerinde söz hakkına sahip olmaya çalışmasını konuşuyoruz. Ama toplumsal değerler söz konusu olduğunda erkeklerin erkek bedeni üzerinde bile söz hakkı yok aslında. Bu bakımdan çocuk ya da anne kadar babanın da mağdur olduğunu söyleyebilir miyiz?

Gösterimden sonra o kadar çok erkek bana gelip bu konuyla ilgili konuşmak istedi ki… Genelde duyduğum şeyler şunlar: “Ben aslında bunu uzun süredir düşünüyorum ama kimseye soramadım.”, “Oğluma yaptırmıyorum, yaptırmak istemiyorum ama kimseye söyleyemedim.”, “Babamla bunu konuşmak istedim, babam konuyu kapattı.”… Yani aslında erkeklerin de bu konuyla ilgili çok ciddi bir derdi varmış da, konuşamıyorlarmış. “Bu konuyla ilgili konuşabiliyor muyduk ya?” dendi. Bu beni çok etkiledi. Regl gibi; sanki biz bununla ilgili konuşamıyormuşuz da, ilk defa konuşacak bir alan açılmış gibi. Bunu hisseden çok insan oldu. O yüzden evet bence erkekler de mağdur ama zaten patriyarkanın kadın kadar olmasa da erkek üzerinde de çok ciddi bir etkisi var. Bunu yadsıyamayız. Erkek kimliği bunalımı diye bir şey var ülkemizde, çok sıkıntılı bir şey. Kadına karşı şiddetin bir parçası da patriyarkanın erkek üzerinde kurduğu bu baskının sonucu.

O toplumsal baskıları oluşturan bireylerin bu filmi izlediğini düşündüğümde aklımda şöyle bir sahne canlandı aslında. Sana soru-cevapta yaşça büyük oldukları ya da erkek oldukları için hafif küçümseyici bir tonla “çocuğunuz var mı?” diye soran ya da “olunca anlarsın, bu işler öyle kolay değil” diyen birileri… Biliyorum film henüz çok az gösterildi ama bu sahneyi yaşadın mı ya da yaşasan cevabın ne olurdu?

Ne mutlu ki hiç öyle olmadı; böyle bir ayrımcılığa maruz kalmadım. Sanırım kendi geçirdiğim retrospektif kariyerde doğru bir zamanda bunu yaptım. Herhalde yıllardır oluşturduğum toplumsal farkındalıkla alakalı faaliyetlerim dolayısıyla diye düşünmek istiyorum. Umarım böyledir. Bu bağı anlamak için illa doğurmak gerekmiyor bence.

ece dizdar - mükemmel

Filmin İngilizce adı Foreskin, Türkçe adı Mükemmel. Tabii “Sünnet Derisi” gibi bir isim koymanı beklemiyordum ama İngilizcesinin farklı olmasını neden tercih ettin?

Çok açık söyleyeyim, İngilizcede bunun birebir ‘oraya’ işaret eden bir kelimesi olması çok rahatlatıcıydı. Dışarıdan bakıldığında filmin direkt olarak neye işaret ettiği belli olsun, kör göze parmak bir ismi olsun istedim. Ama Türkçedeki ismi Mükemmel daha felsefi bir isim. Yani insan bedeninin, yaratılan bedenin mükemmel olduğuna dair felsefi bir yerden altını çiziyor.

Filmin müzikleri de oldukça iyi ve dikkat çekiciydi, özellikle kapanış jeneriğinde. Filmin müzikleriyle ilgili verdiğin spesifik bir brief var mıydı, nasıl bir şey istiyordun?

Tıpkı kısa film macerası gibi, bir süre önce de bir müzikalde oynamaya başladım. Hayatımda yeni yeni şeyler denediğim bir dönemdeyim galiba. Ayberk [Konca] benim şan hocam. O genius gibi biri müzikte. Genç yaşında Boğaziçi Caz Korosu gibi bir yerin şefliğini yapıyor olması mesela çok ilgi çekici. Ona brief olarak sadece bir piyano sesi ve sonra da bir kadın çığlığını sokaklara taşıyan bir soprano korosu istediğimi söyledim. Nereye yerleştirileceği ve nasıl olacağı tamamen ona bağlıydı. Ve o kurgudan sonra değil senaryo aşamasında yaptı müziği. Bu da mesela çok dikkat çekici bir şey. Yani senaryoyu okuyup, filmin ritmini hissedip ona göre yerleştirildiği bir katmanlanma yaşadık Ayberk’le.

mükemmel
Mükemmel

Bir yandan dijital platformlar sayesinde kısa filmlerin çok daha erişilebilir olduğu, izleyicinin ilgisinin arttığı bir dönemdeyiz ama bir yandan da Adana Altın Koza Film Festivali’ndeki ödül töreninde anladık ki kısa filmler hâlâ o kadar da umursanmıyor. Sen bu kısa filmin yapım aşamasında herhangi bir zorluk yaşadın mı ve bundan sonra, dağıtım aşamasında nasıl bir yol izleyeceksin?

Ben İletişim Fakültesi mezunuyum; konservatuvardan önce Radyo, Televizyon, Sinema okudum. Yaklaşık 2000 yılından beri kısa filme çok ciddi bir ilgim var. Akbank Sanat’ta kısa film festivali ilk başladığı yıllarda okula kırıp, sabahtan akşama festivaldeki kısa filmleri izlerdim. Kısa filmin uzuna giden bir yol olduğunu da düşünmüyorum. Benim için çok kıymetlidir. Sonraki yıllarda birçok kısa film festivalinde jüriliğe davet edildim. Çok fazla kısa filme maruz kalıyorum. Herhangi bir zorlanma yaşamadım. Şüphesiz ki uzun metrajlı bir film çekmekten daha kolay yapması fakat hikayesini anlatmak daha kolay değil. Kısıtlı bir alanın var hikayeni anlatmak için. Büyük bir challenge kısa film yapmak. Antalya’dan sonra şimdi Lizbon’a gidiyor filmimiz. Daha sonra İzmir Kısa Film Festivali’nde gösterilecek. Ondan sonrası henüz belli değil ama başvurduğumuz yerler var.

Antalya’daki ödül için tebrik ederim öncelikle. Ama geçen sene yaşanan sansür olaylarından sonra sinemacılardan ve sinema yazarlarından büyük bir çoğunluk Antalya Altın Portakal Film Festivali’ne mesafeliydi. Açıkçası ben de Antalya’ya gitmedim ve gidenlere ya da filmini gönderenlere biraz kırgınım. İyi bir filmin var, eminim Adana’da, Ankara’da ya da İstanbul’da da açabilirdin. Antalya’ya neden başvurdun demek istemiyorum ama başvururken bu konuda eleştirileceğini düşündün mü?

Geçen yıl Antalya’da olanlarla ilgili şüphesiz ki bir sorumluluk hissediyorum. Biraz sorumluluk hissettiğim için de o alanda olmak istedim açıkçası. Faturanın sinemacılara kesilmesinden hiç memnun değilim. Özellikle yeni film yapmış, ilk defa film çekmiş biri olarak faturanın bizlere kesilmesi hiç doğru değil. Ben Antalya’da bundan dört yıl önce kuir bir filmin başrolünü oynamış ve o filmle yarışmış bir insanım. (Aşk, Büyü vs. (2019, Ümit Ünal)) Daha önce de bütün toplumsal konularla ilgili gösterdiğim hassasiyet ve sorumluluk da ortada. Dolayısıyla bu konuya duyarsız olmam mümkün değil.