Magnum: Efsanevi Fotoğraf Ajansının Hikayesi
Magnum Fotoğraf Ajansı… Magnum Photos efsanesini ilk kez duyduğumda, orayı sanatçıların egemenliğinde bir ütopya gibi hayal etmiştim. Fotoğrafçıların ultra sofistike biçimde birlikte fotoğraflarını tartıştığı, birbirleri ile olağanüstü iyi geçindikleri, birbirlerine ve çalışmalarına üstün saygı duydukları bir ortam gibi canlanmıştı hep gözümde ünlü fotoğraf ajansı.
Ta ki…
Russel Miller’ın 1997 Agora Kitaplığı tarafından yayımlanan “Magnum-Efsanevi Fotoğraf Ajansının Hikayesi” adlı kitabını okuyana kadar. Gözümde Magnum’u bir ütopya gibi canlandırırken hesaba katmadığım şeyler vardı: Yüksek egolar, Paris ve New York ofisleri arasında ezelden beri gelen çekişme, sanat ve savaş fotoğrafları olmak üzere Magnum içindeki iki ana akım gibi… Zira, kitap Magnum’un yıllık toplantılarında yaşanması adet haline gelmiş ateşli tartışmalardan bahsederek açılıyor.
Magnum hakkında en ilgimi çeken detay, ajansın zorlu üye kabul prosedürü oldu. Hatta o kadar ki, fotoğrafçılar, üye olana kadar çekilen her türlü cefadan ötürü Magnum’a üye olmanın dini bir tarikata katılmakla pratikte aynı şey olduğu esprisini yaparlarmış. Öncelikle portfolyonuzu sunarsınız, beğenilirseniz artık deneme sürecindesinizdir, ajansta hiçbir hakkınız yoktur ve üstüne üstlük kıdemli üyelerin katı değerlendirmelerine maruz kalırsınız eğitim başlığı altında. İki yıl sonra, tekrar bir portfolyonuzu sunarsınız, tüm üyeler teker teker fikirlerini beyan etmek zorundadır sizin hakkınızda, seçilebilirsiniz de, daha çok denemeniz ve çalışmanız söylenebilir de.
Kafanızdaki Magnum imajını biraz değiştirmeyi başarabilmişsem, şimdi ajansın kurucularına ve nasıl kurulduğuna bir bakalım istiyorum.
Magnum Photos Fotoğrafçıları ve Ajansın Hikayesi
Fotoğrafın yollarını kesiştirdiği, birbirleri ile başka hiçbir koşulda bir araya gelemeyecek 4 kişi idi kurucuları Magnum’un. Robert Capa, Henri Cartier-Bresson, David Seymour (Chim) ve George Rodger. Farklılıkları üzerine George Rodger şöyle demiş bir keresinde hatta: “Bugüne dek böylesine farklı tipte dört şahsiyetin nasıl bir arada kalıp bu kadar uzun süre devam edebildiğini anlamış değilim. Kökenlerimiz, yaşama biçimlerimiz ve çalışma tarzlarımız bundan daha farklı olamazdı.”
Bir fotoğraf ajansı kurma fikri aslen Robert Capa’ya aitti. Robert Capa, Budapeşte’de bir terzinin oğlu olarak doğdu. Çocukluğundan beri, onda bir şeytan tüyü vardı, karşı konulmaz bir kişilikti. Bir şekilde genç Bob, 17 yaşında siyasi mülteci oldu ve Berlin’e yerleşti, bir fotoğraf ajansında getir-götür işlerine bakarken keşfedildi ve eline bir Leica tutuşturuldu, gerisi geldi. Hitler’in şansölye olarak atanmasından sonra, bir Yahudi olan Bob Almanya’dan ayrılmanın iyi bir fikir olduğuna karar verdi ve o zamanlar sanatın ve entelektüellerin merkezi olan Paris’e taşındı. Orada Polonyalı David Seymour nam-ı diğer Chim ile tanıştı.
Chim, kelimenin tam anlamıyla bir filozof, bir bilgeydi. Hayata karşı olgundu, içine kapanıktı, hassastı. Chim, zengin ve kültürlü bir ailede yetişmişti. Paris’te eğitimi Sorbonne’da sürdürmeye niyetlenirken, babasının işleri bozuldu ve Chim kendi para kazanmaya başlamak durumunda kaldı, şansını fotoğrafta denedi. Hiç tecrübesi olmayan Chim, sokakta gördüğü her şeyi fotoğraflamaya başladı, derken haber fotoğrafçısı olup çıkmıştı bile. Makinesini dönemin siyasal ve toplumsal olaylarına dikkat çekecek biçimde kullanmakla ilgiliydi. Derken, Chim ortaya çıkardığı işler sayesinde solcu yazarlar ve fotoğrafçılardan oluşan bir gruba davet edildi ve burada Henri Cartier-Bresson’la tanıştı.
Henri Cartier-Bresson, tekstil işinde büyük yatırımları olan zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi, muhteşem okullarda okudu, fotoğrafla ilgilenmeden önce resim üzerine yoğunlaştı. Cartier-Bresson, fotoğraflarını sürrealist bir tavırla çekmeyi seviyordu, görsellik onun için ön plandaydı. Fotoğraf anlayışı olarak, sanatsal bir çizgiye en yakın ve en farklı olan Henri-Cartier Bresson’dur benim gözümde de zaten.
Bu üçlünün yolları kesiştikten sonra, düzenli olarak buluşmaya başladılar ve daha çok siyaset konuştular. O sırada dünya çalkalanıyordu, Avrupa’nın her yerinde olaylar vardı ve bu bir şekilde haber fotoğrafçılığının doğuşu demekti, 1930lu yılların sonları, 1940’ların başından söz ediyoruz.
İkinci Dünya Savaşı sırasında, 1943 yılında, Robert Capa İtalya’da Napoli Körfezi’nde savaşı takip ederken, şık giyimli bir Life fotoğrafçısı ile tanıştı, gelen kişi adının George Rodger olduğunu söyleyen bir İngilizdi.
Tüm bu olaylar sayesinde, 4 kişilik kurucu halka tamamlanmıştı. 1947 yılı baharında, uzun zamandır düşlediği fotoğrafçıları bir araya getiren oluşum üzerinde çalışmaya başlar. Özgür bir ruh olan Capa, kurulacak ajansın fotoğrafçılara kendi işleri hakkında söz sahibi olma, kendi işlerini seçme özgürlüğünü sunacak bir oluşum olması gerektiğini düşünüyordu. Dergi editörlerinin değil, kendi ilgisini çeken olaylar ve projeler üzerinde çalışmaktan hoşlanıyordu ve daha da önemlisi yeni kurulacak ajansla fotoğrafçıların fotoğraflarının negatiflerini ve telif haklarını ellerinde tutmaları gerektiğine inanıyordu. Böylelikle, Magnum fikri hayata geçti.
Magnum Neden Bu Kadar Ünlü?
Onların tarihteki yerini bu kadar sağlamlaştıran ne ya da neler? Böylesine yüksek egolu be güçlü karakterlerden oluşmalarına rağmen nasıl hala ayaktalar?
Kitabı okuduktan ve üzerinde biraz daha araştırma yaptıktan sonra benim kendimce vardığım sonuç şu. Magnum, kurulduğu andan itibaren her yerde olan bir fotoğraf ajansı. Fotoğrafçıları savaş cephelerinde ölmüş bir ajanstan bahsediyoruz, hem de fikir babası ve kurucusu Robert Capa’nın cephedeki trajik ölümü dahil.
Korkusuzdular, dünyayı savaşın yıkımları hakkında bilgilendirme gibi üstün bir amaçları vardı ve hepsi herhangi bir anda dünyanın farklı bir köşesinde farklı maceralar peşindeydi.
Çok yönlüydüler, James Dean’in Times Square’da yağmur altında yürürken çekilmiş efsanevi fotoğrafı da bir Magnum işi idi, Che Guevara’nın uzaklara bakarken çekilmiş kült fotoğrafı da, Ronald Reagan’a suikast teşebbüsünün fotoğrafları da… Magnum arşivine daldığınızda hem son derece sanatsal ve sürreal fotoğraflara, hem de son derece gerçekçi, hayatla ilgili farkındalığınızı bir anda artırabilecek vurucu fotoğraflara rastlarsınız.
Fotoğrafçılar tarafından yönetilen bir ajans olmasının getirdiği en büyük sıkıntı tabi ki mali anlamdaydı, hiçbir zaman çok paraları olmadı, ajans olarak hep paraya ihtiyaçları oldu ama buna rağmen hiçbir zaman dağılma noktasına gelmediler, çünkü amaçlarını, neden var olduklarını her zaman hatırlamasalar da en gerektiği anlarda unutmadılar.
Kısacası kuruldukları andan tarihe tanıklık ettiler ve bizlerin de tarihe tanıklık etmemizi sağladılar. Bir elimiz yağda bir elimiz balda iken, tek derdimiz geçen gün mağazada beğendiğimiz bir ürünün ne zaman indirime gireceği iken, dünyanın bir köşesinde ne fırtınalar koptuğunu gözümüzün içine soktular. Magnum fotoğrafçısı olan Steve McCurry’nin ünlü Afgan kız fotoğrafını hatırlayın. Bir fotoğraftan çok daha fazla anlam ifade etmiyor mu sizce de, çok daha fazla şey söylemiyor mu?
Magnum’un muhteşem bir internet sitesi var, tüm fotoğrafçılarının portfolyolarını detaylı bir biçimde sunduğu, farklı fotoğrafçılarının fotoğraflarını ortak bir tema altında birleştirip yayınladığı. Sitelerinde benim en sevdiğim kısım ise, Magnum in Motion kısmı. Magnum fotoğraflarını kısa kısa yazılar ve hikayeler eşliğinde paylaştıkları kısım, insanın tüylerini diken diken eden cinsten.
Magnum: Ara Güler
Yazıyı sonlandırmadan önce, biraz gururlanalım derim. Dünyaca ünlü fotoğrafçımız Ara Güler de zamanında bir Magnum fotoğrafçısı idi. Hatta Ara Güler’in çektiği ünlü İstanbul pozlarının bir kısmı ile, çektiği ikonik Hitchcock, Dali ve Picasso resimleri de Ara Güler’in Magnum dönemlerinden. Böylesine bir değere sahip olduğumuzdan ötürü çok şanslı değil miyiz sizce de?
İlginizi çekebilir: “Gölgede Kalmış Bir Fotoğraf Sanatçısı: Bruno Barbey”
Magnum Fotoğraf Ajansı’nın web-sitesini buradan ziyaret edebilirsiniz.
Kitaplığımda beni bekliyordu bu kitap şimdi iyice heveslendim okumak için. Teşekkürler.