24 Kare Futbol: Futbol Üzerine Çekilmiş 10 Film
Benim de aralarında bulunduğum pek çok insan tarafından gösterilen ilgi abartılı bulunsa ve toplumların temel afyonlarından biri olarak kabul edilse de yadsınamaz şu gerçeği kabul etmek zorundayız: Futbol günümüzde bir spor dalı olmanın ötesinde popüler kültürün, gösteri endüstrisinin en önemli fenomenlerinden biri haline gelmiş politik, ekonomik ve toplumsal bir olgu; dünyevi ve hatta ilahi-uhrevi işlerin tümüne sızmış, yadsınamaz bir gerçeklik. O yüzden sevmeseniz de izlemeseniz de futbola kayıtsız kalmanız imkansız.
Ben aynı fikirde olmasam da futbol tarihinin gelmiş gelmiş futbolcusu olarak kabul edilen Edson Arantes do Nascimento’nun, bilinen adıyla Pele’nin, Sao Paolo’nun varoşlarından Brezilya’yı 17 yaşında Dünya Kupası Şampiyonluğu’na taşıyan yükselişini anlatan Pele: Birth of A Legend filmi gösterime girdi. Pele, bugün dünyanın en sevilen en popüler spor dalının simge isimlerinden biri, belki de birincisi.
Benim de aralarında bulunduğum pek çok insan tarafından gösterilen ilgi abartılı bulunsa ve toplumların temel afyonlarından biri olarak kabul edilse de yadsınamaz şu gerçeği kabul etmek zorundayız: Futbol günümüzde bir spor dalı olmanın ötesinde popüler kültürün, gösteri endüstrisinin en önemli fenomenlerinden biri haline gelmiş politik, ekonomik ve toplumsal bir olgu; dünyevi ve hatta ilahi-uhrevi işlerin tümüne sızmış, yadsınamaz bir gerçeklik. O yüzden sevmeseniz de izlemeseniz de futbola kayıtsız kalmanız imkansız. Uzaklara gitmeye gerek yok, Türkiye’yi düşünün: Futbol literatürünün en efsanevi yapıtı haline gelen İngiliz yazar Simon Kuper’in Football Against the Enemy kitabının Türkçe çevirisinin başlığı olan ama kısa zamanda futbol etrafında dönen tartışmaların en klişe cümlesi haline gelen Futbol Asla Futbol Değildir ifadesini haklı çıkartırcasına Türkiye’de uzun zamandır futbol gündemine yönelik tartışmalar, şikeden milli takımın başarısızlığına ve son gerçekleşen darbe girişimine kadar ülke gündemini günlerce meşgul eden yoğun politik ve toplumsal bir içeriğe sahip.
Serdar Akar’ın Türk Sineması’nda şu ana kadar çevrilmiş en kapsamlı ve ses getiren – ki sayıları çok değil – spor (futbol) filmi olan Dar Alanda Kısa Paslaşmalar’da şöyle denir: “Hayat futbola fena halde benzer.” ‘Futbol asla futbol değildir’ gibi, hatta ondan da daha iddialı bir söz. Futbol fanatiklerinin ölesiye bağlı oldukları sporu yüceltmek ve onu küçümseyenlere ‘bir topun peşinde koşan 22 adamdan ve onları seyreden milyonlardan’ ibaret bir spor olmadığını kanıtlamak için sık sık alıntıladıkları bu sözler aslında her spor dalı için geçerli. Evet, futbol sporlar içinde popülerliği, yaygınlığı ve ekonomisi yüzünden daha çok tartışılıyor ama özünde her spor dalı, curlingten eskrime, içinde bulundukları toplumun politik, ekonomik ve sosyal gerçeklerine dair unsurlar barındırır; içinde doğdukları veya popüler oldukları topluma dair olguları temsil ederler. Örneğin Avrupa ve Latin Amerika’da futbol toplumsal ve politik olguların bir sonucu olarak şiddete sahne olurken Pakistan’da, dünyada genel olarak ‘bir aristokrat sporu’ olarak kabul edilen ‘kriket’ büyük toplumsal şiddet olaylarına yol açar.
Sporun her bir dalı hayata dair pek çok öğe barındırır; çünkü sporcular da sporu seyredenler de insanlardır ve insanın olduğu her yerde hayata dair izler vardır. Dolayısıyla hayata dair olmak sadece futbolun değil her spor dalının bir özelliğidir. Ve bu yüzdendir ki hayata dair ne varsa konu edinen sinema, sporu da konuları arasına almıştır; ‘Spor filmleri’ başlığı altında farklı türlerin birleşiminden oluşan bir alt tür bulunmaktadır.
Spor filmleri arasında ilginçtir, dünya üzerindeki popülerliğine ters orantılı bir biçimde futbol filmlerinin sayısı oldukça azdır. Bunun en önemli nedeni de dünya sinemasının tartışmasız lideri ABD’de futbolun çok popüler bir spor dalı olmamasıdır. Bu yüzden de bir kaç istisna dışında Hollywood tarafından yapılmış, ses getirmiş ve sinema tarihine girmiş spor filmlerinin ezici bir çoğunluğu ‘Amerika’nın Sporları’ denilen ‘beyzbol’, ‘basketbol’ ve ‘amerikan futbolu’nu konu alır. Nitekim listedeki filmlerinin neredeyse tamamımın ABD dışında yapılması bu yüzden şaşırtıcı değil.
Listenin bu özelliği dışında bir başka ilgi çekici yanı da ‘futbol asla futbol’ değildir sözünü haklı çıkarırcasına futbol üzerinden politik, ekonomik ve toplumsal durumlara dair yoğun analizler yapan; bu alanlar hakkında sözler söyleyen filmlerden oluşması. Bu fimlerde futbol ya bir metafor olarak kullanılıyor ya da mevcut sosyo-politik ve sosyo-ekonomik durumun açıklanması-anlaşılması için kullanılan bir mikro alan, bir politik-ekonomik-toplumsal aygıt olarak konumlanıyor; futbola spor olmanın ötesinde anlamlar yükleniyor.
Her liste gibi öznel. O yüzden de örneğin pek çok kişinin bu listede yer alması gerektiğini iddia edeceği ki haksız da sayılmazlar ‘Goal’ Serisi benim listemde yer bulamadı. Bu listeyi hazırlamanın en büyük zorluğu futbol gibi herkesin fikir sahibi olduğu, en iyiyi bildiğini iddia ettiği bir konuda yazı yazmak, buradayım demek. Öte yandan yazı yazmak aslında ortalıkta soyunmaya benzer; bir şekilde o özgüveni kazanmayı ve gelecek tepkileri göze almayı gerektirir. Yazıyı yazıp yayınladığımızda artık geri dönüş olmayacağını bilirsiniz. Listeyi de bu düşünceyle hazırladım.
10. Offside (2006, Jafar Panahi)
İran İslam Devrimi’nden sonra stadyumlara girişi yasaklanan kadınların yeniden stadyumlara girme mücadelesini komedi unsurlarıyla ironik bir biçimde anlatan film, futbolu bir spor olmanın ötesinde her türlü zorluğu aşmaya değer bir tutku olarak ele alıp yüceltirken aynı zamanda onun politik bir araç olarak da kullanabileceğinin iyi bir örneğini sunar izleyiciye. Dolayısıyla futbol filmde hem bir tutkunun hem de politik-toplumsal bir mücadele alanı olarak ele alınır. Kadınların erkek kılığında stadyuma girme çabaları gibi klişe komedi öğeleri barındırsa da son döneme damgasını vuran İran Sineması’nın önemli yönetmenlerinden, Taxi Tahran filmi ile Altın Ayı ve FIPRESCI ödüllerini alan Jafar Panahi’nin ortalamanın üzerinde bir çalışması Offside. Filmin 2006 Berlin Film Festivali’nde Gümüş Ayı aldığını da hatırlatalım.
9. Hermano (2010, Marcel Rasquin)
Örneklerini pek göremediğimiz Venezuela sinemasından klişe konusuna rağmen seyre değer bir futbol ve kardeşlik filmi. Benzer örneklerinde olduğu gibi iki genç kardeş Caracas varoşlarından futboldaki yeteneklerini kullanarak kurtulmak isterler. Ancak kardeşlerden büyük olanı mahallede bir çete içindedir ve zamanla onun etrafını sarmalayan suç ve şiddet kardeşleri birbirlerinden uzaklaştırmaya başlar. Fakirlik, suç, şiddet ve bir Latin Amerika gerçeği olarak futbol aracılığıyla sınıf atlama olgusunu kardeşler arası ilişki aracılığıyla anlatan film Latin Amerika toplumsal gerçekçiliğinin dikkate değer bir örneği. Özellikle basit ama sağlam oyunculuklar ve kurduğu atmosfer filmin erdemleri arasında.
8. Band it Like Beckham (2002, Gurinder Chadha)
Manchester United’ın ve onun yıldızı David Beckham’ın popülerliklerinin en yüksek noktada olduğu bir dönemde çekilen film esprili ve sıcak bir üslupla genç bir kızın tutucu Sih ailesine futbol ile isyan etmesini anlatıyor. Feminizm, kadınların toplumsal normlara futbol aracılığıyla başkaldırışını ironik bir şekilde; romantik-komedi unsurları ile anlatması açısından Offside ile ciddi benzerlikler taşıyan ama ona göre çok daha ‘yumuşak’ bir gişe filmi kıvamında olan yapıtta ana karakter Jess’i canlandıran Parminder Nagra yanında Kiera Knightley ve Jonathan Rhys Meyers da yer alıyor. Ele aldığı konuları, feminizm, kadın-erkek ilişkileri ve futbol, çok derinlemesine incelememesine rağmen konusunun görece orijinalliği ve dönemin Beckham hayranlığına gönderme yapan ismi ile bayağı ses getirmişti. Biraz Bollywood bol futbol… Listede de bu şekilde kendine bir yer bulmayı başardı.
7. Football Factory (2004, Nick Love)
İngiltere’ye öğrenci olarak gittiğimde ülke ile ilgili beni hayal kırıklığına uğratan en önemli şey İngiliz İşçi Sınıfı olmuştu. Tamam futbol holiganizm üzerinden, belli oranda biliyordum ama açıkcası bu durumu yakından görmek beni üzmüştü. Film işte bu insanların lümpen kesimini; temel eğlence kaynakları şiddet, seks, alkol ve uyuşturucu olan Chelsea taraftarı Tommy Johnson üzerinden onun da ait olduğu bir grup sosyopatı anlatıyor. Bunu yaparken bir cemaate ait olmanın, o cemaatin kuralları ile birey olmanın çatışmasından doğan gerilimleri de belli bir başarı ile aktarıyor. Ayrıca kavga sahneleri ve genel dinamik üslup ile de adrenalini hep belli bir yükseklikte tutmayı başarıyor.
6. Fever Pitch (1997, David Evans)
Bir futbol aşığı ve hayattaki tek tutkusu tuttuğu takım, Arsenal olan bir adamla nasıl ilişki yürütülür? Veya bu kadar ağır bir futbol tutkunu iken futbol hakkında hiçbir şey bilmeyen bir kadın ile nasıl ilişkide kalınır? Bir romantik komedi olan film bu soruların cevabını arıyor. Popüler İngiliz Edebiyatı’nın en önemli isimlerinden biri olan ve sinemanın çok sevdiği, bu yüzden de neredeyse tüm romanlarının sinemaya uyarladığı Nick Hornby’nin aynı adlı romanından uyarlanan film bu soruya cevap arayan ve kendince vermeye çalışan eğlencelik bir seyirlik. Özellikle futbol tutkunu erkeklerin bir ilişkiye başlamadan müstakbel sevgilileri ile seyretmesinde yarar var.
5. O Ano em Que Meus Pais Saíram de Férias // The Year My Parents Went On Vacation (2006, Cao Hamburger)
Futbolun adeta bir din olarak kabul edildiği Brezilya’dan neredeyse maç görüntüsü olmayan bir futbol filmi. Yıl 1970, tarihte futbolun en iyi oynandığı turnuva olarak tanımlanan Meksika’daki Dünya Kupası başlamak üzeredir. Brezilya’daki baskıcı askeri rejimden kaçmak zorunda kalan çift oğulları Mauro’yu dedesi Motel’e bırakırlar ve ona tatile gittiklerini yalanını söylerler. Babası Mauro’ya Dünya Kupası’nda Brezilya’nın ilk maçına kadar dönecekleri sözünü verir. Dedesinin öldüğü haberi üzerine Mauro Sao Paolo’da İtalyan ve Yahudi Göçmenler’in yaşadığı Bom Retiro mahallesinde dedesinin yakın arkadaşı Sholomo ile kalmaya başlar. Kısa sürede mahalle yaşamına alışır, Dünya Kupası’nda Brezilya’nın maçlarını seyreder ve aynı zamanda da sokaklarda askerleri ve askeri polisleri görür. Film yumuşak, incelikli anlatımı, çoğu amatör oyuncularının performansı ile bir askeri rejimi çocuk ve onun futbol sevgisi üzerinden başarıyla anlatan çok önemli bir yapıt. Yönetmeni Cao Hamburger’e bol ödül getiren film ergenliğe girmek üzere olan bir çocuğun çevresindeki yaşamı, ülkesi ve dünyayı anlama sürecini; bu süreçte futbolun bir toplumdaki birleştirici rolünü, hayata tutunması sağlayan özelliklerini de başarıyla aktarıyor. Görülmesi gereken, önemli bir film.
4. The Firm (1989, Alan Clarke) // (2009, Nick Love)
İngiliz televizyon tarihinin en önemli yapımcı-yönetmenlerinden biri olan Alan Clarke’ın 1990’da kanserden ölmeden önceki son filmi, aynı zamanda başyapıtı. Döneminde içerdiği şiddet, içeriği ve üslubu ile BBC’de gösterildiğinde büyük olay yaratmıştı. Sinema değil, televizyon için yapılmış olmasına rağmen muhtemelen tarihin holiganizm ve futbol şiddeti üzerine yapılmış en iyi filmlerden biridir. Film ayrıca holiganizmin nedenlerinden biri olarak görülen Thatcher İngilteresi’nin müthiş bir panoramasını çizer; holiganizmin bir topluluğa ait olma olgusu olduğunu kuvvetli bir şekilde vurgular. (Filmin sonunda Bex’in anısına yapılan toplantıya katılanlardan biri sürekli tekrarlar: it’s about belonging – bir yere ait olmakla ilgili bir şey) Futbol bu cemaatsel bağlılıkla özdeşleştirilen sosyopati için bir araçtır. (‘Futbolu durdurlarsa boks var, snooker var’ der biri. Nitekim Türkiye’de kadın voleybol maçlarından çıkan olaylar bunu kanıtlar. Sorun futbol değildir; sorun şiddete eğilimli sosyopatlardır.)
Gary Oldman sosyopat-psikopat rollerin usta ismi olma yolunda önemli adımlarından birini bu film ile atmıştır. Büyük aktörün en iyi performansları arasında kesinlikle yerini alır.
Film 2009’da Nick Love tarafından sinema için yeniden çevrildi. Bir tür yeni kuşaklar için 80ler ve Holiganizm olarak da tanımlanabilecek yeniden çevrimde başrol Bex’te sonradan Sherlock Holmes, The Seweeney, The Revenant ve Legend gibi filmlerle başarılı bir aktör olarak belirgin bir yer edinen Paul Anderson filmi yukarılara taşıyan bir oyunculuk ortaya koyar. Film özellikle müzikleri ve 80ler’in modasına yaptığı göndermeler ile ilgi çekicidir. Gösterime girdiğinde günlük hayatta 80ler’de olduğu gibi yeniden ‘eşofman takımların’ giyilmesine yol açabileceği bile tartışılmıştı. Love’un filmi ele aldığı konuyu fazla idealize mi ediyor sorusunu da akla getiriyor ama Love’un bu ‘stilize’ tarzı ele aldığı tüm konularda uygunladığı düşünülürse bu sadece bir sinematografik tercih olarak görülebilir. Love’un bu versiyonun özellikle efsanevi Clarke’ın ve orjinal filmin yeniden hatırlanmasına katkıda bulunması açısından önemli bir işlevi olduğunu da kabul etmemiz gerekir.
3. Looking for Eric (2009, Ken Loach)
Futbol tarihinde birçok farklı karaktere sahip aykırı futbolcular vardır ama hiçbiri Eric Cantona gibi olmamıştır, olamaz. Şair, kendi içinde filozof, sanat koleksiyoncusu, girişimci, saat tasarımcısı ve elbette aktör… Son yıllarda Cantona sinema ile de yakın ilişki içine girdi ve ciddi sayıda filmde oynadı. Looking for Eric hiç kuşkusuz bu filmler içinde önemli bir yere sahip. Hayatının zor bir döneminde olan, ailesi ve çevresi ile ilişkileri bozulmuş, yaşamının anlamını kaybetmiş bir postacının idolü olan Eric Cantona’dan yaşama dair tavsiyeler almasını ve bu sayede de işleri yoluna koymasını anlatan sıcak, samimi ama aynı zamanda derinlikli bir Ken Loach yapıtı. Film futbolun iyileştirici, birleştirici rolünü yücelten; bir bakıma The Firm veya Football Factory’nin anti-tezini sunan, futbolun küçük ama iyi insanların yaşamındaki etkisinin nasıl olumlu olacağını gösteren bir filmdir Looking for Eric. Her ne kadar Loach’un, Roger Ebert’in tabiri ile, yapacağı en beklenmedik türde film gibi gözükse de bir Ken Loach filmi olarak aynı zamanda bir İngiliz İşçi Sınıfı filmidir. Bir kaybeden küçük adamın en sevdiği spor idolü, kahramanı ile buluşması ve ondan yaşam hakkında dersler alması gibi Ebert’in yorumu ile olabildiğince fanteziye dönüşecek bir konuya sahipken Loach filmde kendi sosyal-gerçekçilik tarzı ile fantezi öğesini birleştirir. Her filminde olduğu gibi günlük işçi sınıfı pratikleri üzerinden gerçekçi bir tablo da sunar. Hatta bunu o kadar iyi yapar ki filmi seyrederken kesinlikle Manchester’da yaşamak istemezsiniz. Loach bu basıcı şehir atmosferini Cantona’nın hayali varlığı ile süsler ve sonuç olarak kendi sinematografisi içinde aykırı bir iş yaparak sadece onu sevenler dışında benim gibi sevmeyenlerin, hatta sinema ile ilişkisi büyük gişe filmleri ile sınırlı olan futbolseverlerin seyrinden zevk alacağı bir film ortaya koyar. Bu kez rahmetli ustamız-pirimiz Ebert’e bu kez katılmıyorum ve onun 2 yıldızı karşısında notum 3,5 yıldız.
2. Escape to ‘Victory’ (1981, John Huston)
Filmi ikinci sıraya koydum; çünkü tüm sinema tarihinin en bilinen ve popüler futbol filmidir Türkçe adıyla ‘Zafere Kaçış’. Film özünde çok büyük bir yönetmenin elinden çıkmış bol yıldızlı bol maceralı, ironiyle dolu görkemli savaş filmlerinden biridir. David Lean’in The Bridge on the River Kawai (1957), John Sturges’un The Great Escape (1963), farklı yönetmenler tarafından ortaklaşa yönetilen The Longest Day (1962), Richard Attenborough’un A Bridge Too Far (1977) gibi örneklerinin oluşturduğu bir türün ürünüdür. Özellikle ironik öğeleri, karakterleri ve özünde bir kaçış öyküsü olan senaryosuyla The Great Escape ile ciddi benzerlikler gösterir. Yalnız film farklı bir şekilde bu kaçış öyküsünü bir futbol maçı üzerinden kurgular.
Escape to Victory, müthiş bir başyapıt değildir. Huston sineması içinde de çok özellikli bir yere sahip olmadığı da rahatlıkla söylenebilir. The Prizzi’s Honour, The Man Who Would Be King, Chinatown, Kremlin Letter, The Unforgiven, The African Queen, Moby Dick, The Treasure of the Sierra Madre, Moulin Rouge, Asphalt Jungle ve The Maltese Falcon filmlerinin yönetmeni, 15 Oscar adaylığı ve 2 Oscar ödülü ile Hollywood tarihinin en büyük isimlerinden birinin kariyerinde büyük bir yere sahip olması da beklenemez elbette. Yine de Huston’un elinden çıkmasının getirdiği sinematografik kalitesi bir yana filmin en büyük başarısı, özellikle de futbol maçının kurgusu ile adeta gerçek bir maç atmosferi yaratıyor olmasıdır. O kadar ki filmi seyrederken Pele’nin son golünü atmasıyla birlikte ayağa fırlayıp sevinen insanlar gördüm. Michael Caine, Slyvester Stallone, Max von Sydow, Amidou gibi önemli oyuncuları barındırması yanında Pele ile birlikte İngiliz efsanesi Bobby Moore, Arjantili Osvaldo Ardiles ve ve Belçikalı Paul van Himst gibi futbol tarihine geçmiş gerçek futbolcuların de yer alması filmi başka bir boyuta taşıyor ve futbol sahnelerinin inandırıcılığını arttırıyor.
Filmin sonunda Bobby Moore’un ortasında Pele’nin rövaşata ile attığı gol ve bir Alman subayını, Binbaşı Von Steiner’i canladıran Max von Sydow’un ayağa kalkıp alkışlaması sinema tarihinin unutulmaz sahneleri arasındaki yerini alır. Ve finalde elbette ‘futbol asla futbol değildir’ gerçekleşir ve maçtan etkilenen işgal altındaki halk bariyerleri ve askerleri aşarak sahaya girer. Senaryosundan müziğine aslında bir klişeler geçidi olsa da sinemanın ruhuna, bir şenlik olduğu gerçeğine uygun bir klasiktir ‘Zafere Kaçış’. Özel olarak seyretmem ama bir şekilde yakalarsam seyretmekten de kendimi alamayacağım filmlerden biridir.
1. The Damned United (2009, Tom Hooper)
2011 yılında The King’s Speech ile en iyi yönetmen Oscar’ını alan Tom Hooper’ı sinemaseverler ile tanıştıran film çok farklı bir şey yapar: İngiliz futbol tarihinin en başarılı beş teknik direktöründen (menajer) biri olan, aykırı kişiliği, yönetim biçimi, futbola bakış açısı ve elde ettiği mucizevi başarılar ile çok özel bir kişi olan Brian Clough’un başarılarını değil futbol yaşamının en başarısız dönemini, o dönem İngiliz Futbolu’nun en iyi takımı olan Leeds United’taki 44 günlük menajerlik serüvenini anlatır.
Tom Hooper sinemada ‘İngiliz’ olmayı çok iyi anlatan bir yönetmendir. The King’s Speech farklı açıdan bu olguya yaklaşır ama The Damned United bu ‘İngilizlilik’ konusunda onu da aşar. Tipik bir Kuzeyli olan Brian Clough, Peter Taylor ile teklif aldıkları Brighton’a geldiklerinde oranın yumuşak, güneşli havasını görünce şöyle der: ‘Biz Kuzeyliyiz Peter; niçin Brighton’u umursayalım? Lanet Güneyliler… Bak neredeyiz! Neredeyse Fransa’da…’
Micheal Sheen, Brian Clough rolünde çok iyidir; hatta mevcut İngiliz yıldızlar içinde bu rol için en uygun isimdir belki de. Sheen İngiliz espri anlayışını; Clough’un sarkastik üslubunu, egosu yüksek, başarı odaklı karakterini müthiş aktarıyor kameraya. Özellikle yıllarca sert ve acımasız bir mücadele içinde olduğu Leeds United’ın başına geçtiğinde çıktığı ilk antremanda yaptığı veya Leeds United Yönetim Kurulu önünde Don Revie’ye yönelik yaptığı konuşmalarda oyunculuk açısından en üst noktaya çıkar. Sırf ilk antreman konuşması için bile film seyredilir.
Film adeta bir ‘Adalar’ oyuncu geçidir. Clough rolünde Sheen iyidir iyi olmasına ama özellikle yıllarca Clough’un sağ kolu olarak çalışmış efsane yardımcısı Peter Taylor rolünde büyük İngiliz aktör Timothy Spall ve muhtemelen İngiliz Futbol Tarihi’nin en antipatik menajeri Don Revie rolünde diğer bir büyük aktör İrlandalı Colm Meaney de çok iyidirler ve Sheen ile birlikte başrolü paylaşırlar. Bunlara bir de sonradan görme, küçük şehrin büyük zengini egosu şişik Derby Başkanı Sam Longson’de bir başka İngiliz efsanesi Oscarlı Jim Broadbent, Leeds United oyuncuları Billy Bremner ve Johnny Giles’da son dönemde birçok filmde gördüğümüz Stephen Graham ve Peter McDonald da eklenince ortaya oyuncularıyla da değer kazanan bir mükemmele yakın bir film çıkar
Film ile ilgili meraklısına bir not: Filme de kaynaklık eden David Peace’in 2006’da aynı adla yayınlanan romanında – ki film de kitaba sadık kalmıştır-Brian Clough’un ve özellikle de Leeds United’ın iki efsanevi oyuncusu Billy Bremner ve Johnny Giles’in olduklarından farklı ve kötü gösterildiği iddiası yapılmıştır. Özellikle Johnny Giles kitabın ‘çok kaba ve hakaretamiz olduğunu; kendisini hilekar, düzenbaz bir İrlandalı Cin, Clough’u da vahşi biri gibi gösterdiğini’ söyler. Giles, Clough ile geçinememesine rağmen onu çok zeki bulduğunu ifade eder. Giles ayrıca, ‘yazar Peace’in kitabın tamamen bazı gerçeklere dayanan kurgusal bir yapıt olduğunu söylemesine rağmen insanların bunu bir resmi tarih olarak algıladığını, böylelikle de romana dayanarak yapılan filmin de yanlış yorumlamanın bir yanlış yorumlaması olduğunu’ iddia eder. Nitekim Giles kitapta ismi geçen herkesin kendi dışında öldüğünü, dolayısıyla haklarını savunamayacaklarını gerekçe göstererek kitabın yazarını ve yayıncılarını mahkemeye verir ve davayı kazanır. 2008’de Yüksek Mahkeme’nin kararıyla yayıncı Faber&Faber kitabın gelecekteki baskılarında Giles ile ilgili zarar verici ve gerçek olmayan hususları çıkarmak zorunda bırakılmıştır.
İlk yorumu siz yazın!