Bir Günlük Rota: Yedikule, Samatya, Cerrahpaşa
Yedikule, Samatya, Cerrahpaşa.. Bilinen en eski İstanbul bu sokaklarda yaşamış. Krallara, imparatorlara, depremlere, zaferlere, yangınlara, yağmalara dayanmış sokaklar şimdi nispeten sakin. Beton komşularına inat ayakta durmaya çalışan yüz yıllık ahşap konakları insanı hala kendine hayran bıraktırıyor.
İstanbul’u yürüyerek gezmeyi çok sevdiğim için, hava izin verdiği sürece, kendime bir rota oluşturup evden dışarı atıyorum kendimi. Yedikule ve Samatya merak ettiğim; ancak tek başıma gitmeye cesaret edemediğim yerlerdendi. Bu nedenle Facebook’tan organize olan günübirlik yürüyüş turlarından birine katıldım ve gördüm ki korkacak hiçbir şey yokmuş. Profesyonel rehberle tarihi yerleri gezmenin ayrı bir keyfi var ve en önemlisi kiliselere girebilmenizi sağlıyor bu turlar. Siz tek başınıza giderseniz pazar sabahları olan ayinlere denk gelmeye çalışın. Genelde saat 11.00’e kadar kapıları açık oluyor.
Biz turumuza Kazlıçeşme Marmaray İstasyonu’ndan başladık. Denilen o ki, İstanbul’un fethi sırasında su kaynağı arayan askerler kaz sürüsünü takip ederek buraya gelmişler. Kazlıçeşme’nin arkasında görülen Yedikule surları ise İstanbul’un en eski sınırlarını oluşturuyor. Surlarda birkaç tane kapı var ama bunlardan en önemlisi İmparator I. Theodosios’un yaptırdığı “Altın Kapı” (388). Heykellerle süslü, altınla kaplı bu kapı elde edilen zaferler sonrasında imparatorun geçişlerinde kullanılmış. Şu an mezarlığın içinden sadece bir kısmını görebiliyoruz maalesef.
Yedikule Kapısı’ndan girdiğimiz kale şehrinde Fetih sonrası inşa edilen, önce devlet Hazinelerini saklamak için sonra da zindan olarak kullanılan (ve hatta Genç Osman’ın idam edildiği) kuleleri yani “Yedikule Zindanları”nı görüyoruz. Müzenin işletmesi bir özel şirkete verilmiş; fakat kötü kullanım nedeniyle açılan davanın devam etmesi nedeniyle müze gezilemiyor. İmrahor İlyas Bey Caddesi’nde yürürken, bina aralarına sıkışıp kalmış eski ve güzel mimari öğeler göz kırpıyor.
Aya Konstantin ve Aya Eleni (Helena) Rum Ortodoks Kilisesi, güzel çan kulesiyle caddede yürürken gözünüze çarpıyor. Fatih Sultan Mehmet tarafından Karaman’da yaşayan Türkçe konuşup Rumca yazan Ortodoksların bu bölgeye yerleştirilmesi nedeniyle Karamanlılar Kilisesi olarak da biliniyor. İstanbul’un imparatorlarından 1.Konstantin ve annesi Eleni adına yapılmış. Aya Eleni’nin, Hz.İsa’nın çarmıha gerilmesinde kullanılan çivileri İstanbul’a getirtip Çemberlitaş’ın kaidesinin altına gömdüğüne inanılıyor.
Öğrenmekten mutluluk duyduğum bir diğer yer de Studios Manastırı (454) oldu. Vaftizci Yahya Kilisesi olarak da bilinen bu yapı günümüze ulaşan en eski Bizans Manastırı. 1204’te Haçlı Seferleri sırasında yağmalanmış, II. Bayezid zamanında İmrahor (At Üstadı) İlyas Bey Cami olmuş, depremlerde çatısı çökmüş, mozaik yer döşemeleri sökülerek yurt dışına kaçırılmış. Daha da acısı şu an harabe halinde duruyor, nedendir bilinmez.
Bu değişik çan kulesine sahip olan kilise ise Demiryolu İşçileri Kilisesi (Samatya Kilisesi) 1870’de Sultan Abdülaziz Avrupa Yakası’na tren hattı döşemek için Fransa ile anlaşma yapınca, İstanbul’a gelen işçilerin ibadet etmesi için inşa edilmiş. Planlanan tren hattı yarım kalınca, yıllarca boş kalmış, günümüzde ise Süryaniler tarafından kullanılıyormuş.
Buradan tekrar sahile indik ve Koca Mustafa Paşa Balıkçı Barınağı’nın içindeki Balık Müzesi’ne uğradık. 1991 yılında balıkçıların kendi çabalarıyla kurulan bu müzede 700’e yakın kavanozda balıklar ve deniz canlıları sergileniyor.
Öğle yemeği için kendimizi hareketli Samatya Meydanı’na attık. Burada alternatif çok, vaktimiz kısıtlı olduğu biz Küçükev’de balık yemeği tercih ettik. Ama kahve için illa ki Matya’nın avlusu! Matya’nın bulunduğu 160 yıllık konak, Aya Nikola Kilisesi çalışanlarına ve Olimpos gazozlarının satışına ev sahipliği yapmış. Avlusundaki ağaçların altında insan zamanı unutuyor.
Avlusunda bir ilkokul, bir de lise binası barındıran Surp Kevork Ermeni Kilisesi, Fetih’ten sonra Ermeni Patrikliği olarak kurulmuş, I. Dünya Savaşı sırasında askeri kışla olarak hizmet vermiş. Altındaki ayazma sebebiyle “Sulu Manastır” olarak da biliniyor. İçerde fotoğraf çekmek yasak olduğu için eflatun rengiyle kendini hayran bıraktıran taş binayı nasıl anlatırım bilemiyorum.
Koca Mustafapşa Caddesi’nin bir ara sokağa girdiğimizde iki bina arasına sıkışmış bir sütun kaidesini gördük. İmparator Arcadius’un şerefine yapılan 35 metre yüksekliğindeki Arcadius Sütunu’ndan (Arcadius Forum) maalesef geriye bu kaide kalmış. o kadar perişan halde ki bilmeseydim yanından geçer giderdim.
Sırada yüksek duvarlarla çevrilmiş bu heybetli bina var. 1922 yılında Osmanlı Bankası tarafından bir tüccara tahsis edilen kredinin teminatı olan Bulgur Palas, kredi ödenmeyince Osmanlı Bankası’na devrolmuş. İtalyan mimar Giulio Mongeri’nin eseri olan bu heybetli bina günümüzde Doğuş Grubu’na ait ve Garanti Bankası’nın arşivine ev sahipliği yapıyor.
Turumuzun son durağı ise semte adını veren Sadrazam Cerrah Mehmed Paşa’nın kendi adına yaptırdığı Cerrahpaşa Camii (1593). Mimarisi Selimiye Camii’ni anımsatıyor zaten mimarı Davut Ağa da Mimar Sinan’ın öğrencisiymiş.
İstanbul’un tarihine meraklıysanız size küçük bir tavsiye daha: Mutlaka Ahmet Ümit’in “İstanbul Hatırası” romanını okuyup tarihi yarımadayı bir kez daha turlayın. Ben tesadüf eseri kitapla turu aynı zamana denk getirdim ve bir kez daha bu şehre hayran kaldım.
İlk yorumu siz yazın!