Fas: Kuzey Afrika'da Zıt Renklerin Ülkesi
Yaşanması gereken şeyler ya yaşanmıştır ya da bir yerlerde sizin adınıza yaşanıyordur. Geçmişimi şimdi yaşamak adına Fas’taydım…
Tarihin derinliklerinde yaşadığımızı fark ettirecek bir ülkedir Fas.
Müslüman coğrafyasının en batısındaki İslam ülkesi olduğu için Araplar’da “Mağrib” diye anılır. Güneşin battığı yer manasına gelen Mağrib’de gerçekten de güneşin Atlas Okyanusu’nda kaybolduğunu hissedersiniz.
İspanyol ve Fransızların “Maroc” diye tanımladıkları Fas, yaşayan ve canlı olan dünyanın geçmiş yüzüdür. Bu ülkede dolaşırken, kendinizi yaşlı dünyanın unutulmuş ve eski bir zaman diliminde bulursunuz. Sokaklar, çarşılar, kemerli kapılar, duvarlar ve insanlar size gelecekten gelen bir ziyaretçi olarak bakarlar. Sanki siz, geleceğin zaman makinesinden çıkıp gelmişsiniz gibi. Fas bu özelliğini hiç kuşkusuz Endülüs ve diğer hakim medeniyetlere borçlu. Şaşaalı bir Endülüs tarihine sahiptir Fas. Bizim için önemli bir ayrıntı da şudur; Kuzey Afrika ülkelerindeki Osmanlı hakimiyetine rağmen, Osmanlı’nın ulaşamadığı tek Kuzey Afrika ülkesidir.
Kardeşim Mansur, kuzenlerim Taner ve Caner ile THY uçağıyla İstanbul’dan Kazablanka’ya ulaştığımızda, havaalanında yerel araç kiralama şirketlerinden birinden, bir araç temin ederek Fas yolculuğumuza başladık. Kazablanka şehir merkezine doğru ilerlediğimizde, şehrin ana arterleri ve düzenli yapıları dikkatimizi çekti.
Kazablanka kenti, 18. yüzyılda İspanyol tüccarlarının kente yoğun bir şekilde yerleşmesinden dolayı, İspanyolca’ da “Beyaz Ev” anlamına gelen “Casa blanca” ismiyle anılır olmuş. Meşhur “Kazablanka” filmiyle ünlenen şehir, daha sonraları kendi kimliğini dünyaya kabul ettirmiş. Fas’ın en büyük kenti olan Kazablanka’yı dolaşırken, birçok kafe ve restoranda Humphrey Bogard ve Ingrid Bergman’ın fotoğraflarını görmek olası. Şehir Atlas Okyanusu’nun kıyısında ve sonsuz bir deniz uzantısının başlangıcındadır. Yarı Fransız yarı Faslı kafeleri, gelen misafirleri ağırlamaktadırlar. Kazablanka, geniş caddeleri ve düzenli haliyle Fransızların hüküm sürdüğü şehirleri andırıyor (Cezayir ve Tunus şehirleri gibi). Aynı zamanda varlık ve yokluk bu şehirde bir arada yaşıyor. Yaşam standartının yüksek olduğu semtler olduğu gibi, günlük yemek ihtiyacını temin edemeyen insanların da olduğuna şahit oluyorsunuz.
Kazablanka’da en önemli eser olan ve dünyada en büyük 2. camii unvanına sahip Hasan II Camii’ni gezdik. Minaresi 180-200 metre kadar. Bu da dünyadaki en yüksek minare anlamına gelmektedir. Atlas Okyanusu’na dolgu yapılarak inşa edilen camii, sanki okyanusa doğru yönelmiş ve sırtına okyanustan gelen dalgaları da alarak, yüzünü Mekke’ye dönmüş gibi konumlanmıştır. Camiyi gezerken kapılarda ve pencerelerdeki işlemeler dikkatimizi çekti. Bu yapı, Fas mimarisinin en güzel eserlerinden biri olduğu gibi, ülkenin sembollerinden biri olarak da kabul edilmektedir.
Fas’ın bu büyük şehrinden ayrılarak Marakeş’e doğru yöneldik. Ülkede büyük şehirler birbirlerine otoyollarla bağlandığı için, bize güvenli bir seyahat imkanı sağladı. Kazablanka, Rabat, Fes, Marakeş gibi şehirlere tren ve otoyolu kullanarak ulaşmak mümkün.
Otoyolda ilerlerken, uzaktan görünen köyler merakımızı cezbetti. Dönüşte otoyolu kullanmadan, köylere ve kasabalara uğrayarak dönmeyi planlıyorduk. Bu arada Marakeş’e yaklaştığımız sırada, otoyoldan ayrılarak bir tali yola saptık. Kasabalardan birine uğrayıp, aracımızı uygun bir yere park ettik. Biraz ilerimizde kalabalığın hakim olduğu bir pazar görüntüsü vardı ve ben de elimde fotoğraf makinesiyle oraya doğru yöneldim. Gizli de olsa fotoğraf çekerek ilerlemeye devam ettim. Bir ara, bir satıcının fotoğrafını çekerken buldum kendimi. Onu biraz bahşişle, bir kaç çekim yapmaya ikna etmeye çalıştım. Ben fotoğraf çekerken, bir anda etrafımda bir hareketlenme başladı. Kimileri ellerinde sopalarla bize doğru geliyorlardı. Arapça ve Fransızca bilmediğimiz için, biz elimizden geldiğince onlara Müslüman olduğumuzu anlatmaya çalıştık. Fakat onlar daha da hiddetlenip, üzerimize yürümeye başladılar. Biz de, koşar adımlarla park halindeki aracımıza binerek hemen oradan uzaklaştık. Fakat fotoğraf çekemediğime üzüldüm. Çünkü güzel kompozisyonlar yakalamıştım. Özellikle insanların giyim şekli, yüz hatları, kalın ve keskin yüz çizgileri, fotoğraf için olağanüstü fırsatlar veriyordu. Fas’ta insanlar geleneksel uzun bir elbise giyiyorlar. “Cilbab” veya “Cillabe” dedikleri bu kıyafet, hem erkekler hem de kadınlar arasında çok yaygın. Cillabeyle, özellikle erkeklerin kukuletalarını takarak dolaşmaları ilginç ve özel görüntüler oluşturuyor. Bende bu görüntüleri uzaktan da olsa çekmeye çalıştım. Umarım beğenirsiniz.
Fas’ın kalbi olarak anılan Marakeş’e geldiğimizde içimizi garip bir heyecan kapladı. Çünkü şehir, ismiyle bile zamanın durduğu, geçmişin şu an yaşadığı bir dönemi çağrıştırıyor. Kızıl toprak rengiyle bilinen bu şehrin, benim gördüğüm iki farklı yüzü vardı. Biri yeni ve modern Marakeş, diğeri ise kızıl bir duvarla bölünmüş, 13. ve 14. yüzyıl Endülüs’ünün yaşadığı Marakeş…
Kente ilk girdiğimizde Arap baharının başladığı döneme denk geldiğimiz için, kalabalık bir gösteri grubunun ortasında kaldık. O gün ve sonrasında birkaç kez, bu tür gösterilere ve hadiselere şahit olduk. Göstericiler her tarafa zarar veriyorlardı. Ortalık sakinleşene kadar otelden çıkmamaya karar verdik.
Marakeş’te 2. günümüzde, sabah erken kalkıp iki zaman diliminin bir arada yaşandığı şehrin kalbine doğru ilerledik. “Souk” adı verilen çarşıda dolaşırken, kendimizi bir anda baharat kokuları arasında bulduk. Çarşıda baharatçılar, ayakkabıcılar, kuyumcular, geleneksek kıyafet satan dükkanlar, yerel halıcılar, gümüş satıcıları, yöresel takı satıcıları ve envai çeşit dükkan görmek mümkün. Aslında bizdeki kapalı çarşıyı andırsa da burası daha otantik ve yöresel kalmış.
Benim amacım alışverişten ziyade fotoğraf çekmekti. Fakat fotoğraf çektirmek için çok istekli değillerdi. Bu durum hoşumuza gitmese de değişik açılar yakalayarak, fotoğraf için imkan ve mizansen yaratmaya çalıştık. Bu Souklar içerisinde birçok deri tabakhanesi gördük. İçlerinden bir tanesine girip, bahşiş karşılığı fotoğraf için müsaade istedik. Fakat burada da kokuya daha fazla dayanamayıp oradan ayrıldık.
Çarşıları iyice dolaştıktan sonra Marakeş’in meşhur “Jemaa El Fna” meydanına geldik. Meydanı en güzel gören “Cafe De France” adlı kafenin terasını kendimize mekan olarak seçtik. Burada Fas’a özgü naneli çay eşliğinde, meydanı yukarıdan izledik. Bu mekandan çektiğim fotoğraflarda meydanın tamamı görülmektedir. Bulunduğumuz yerin tam karşısında
Marakeş’in simgesi olan ve 70 metrelik minaresiyle görkemli “Kuttibiye Camii” var. Bu eşsiz cami, 800 yıllık bir tarihe sahiptir.
Meydana indiğimizde kendimizi Orta Çağ’da hissettik bir anda. Meydanda yerel kıyafetler giymiş insanlar, yılan oynatıcıları, maymunların gösterileri ve birçok farklı satıcı bize bu hissi veriyordu. Biz farklı yerleri de gezebilmek için meydandan ayrıldık. Bu eğlenceli manzarayı izlemek için akşam tekrar gelmeyi planladık.
Turist ofisinden aldığımız kitapçığa göre, önce Menara Bahçelerini ve sonrasında ise Ahmet El Mansur tarafından 15. yüzyılda yapılan El Badi Sarayı’nı ve Ahmet Musa tarafından 19.yüzyılda yaptırılan “El Bahia” Sarayı’nı gezdik. Bu küçük saray ve konakların yanı sıra eski evlerde de iç avluları gördük. Bu yapılardaki çiniler çok ilgi çekiciydi. Bir dantel zarafetindeki çini işlemelerin fotoğraflarını da çektim.
Marakeş akşamları ayrı bir güzel ve hareketli oluyormuş, görünce anladık. Arap baharı gösterileri akşamları da devam ediyordu ve biz yine kentin meydanına gelerek kalabalıkları uzaktan izlemeyi yeğledik. Fas’a gelip de geleneksel yemeğini denemeden gitmek olmazdı. Biz de hemen eski bir konaktan restauranta çevrilen bir mekana gittik, buradaki ambiyans tam Fas’ı ve Marakes’i anlatıyordu. Loş ışıklar, renkli kandiller ve değişik motifli kilimler duvarda asılı duruyordu. Biz de vakit geçirmeden birer “Tajin” sipariş ettik. Yemek toprak bir güveç içerisinde bize sunuldu. İçerisinde birçok sebze ve et olan bu yemek damak tadımıza oldukça uygundu. Bu lezzetli yemeğin üzerine bir de nane çayı içerek mistik ortamı doyasıya yaşadık. Marakeş sokakları geç saatlere kadar yaşamaya devam ediyordu. Meydanda gündüz gördüklerimizin aksine, sanki bütün dekor değiştirilmiş, bambaşka bir görüntü oluşturulmuştu. At arabaları, faytonlar, küçük kamyonetler, küçük masalar ve satıcılar meydanın yeni sakinleri olmuştu. Burası heyecanın ve adrenalinin yüksek olduğu kızıl bir şehirdi gerçekten.
Son günümüzde, Marakeş’in doğusundaki Atlas sıradağlarının olduğu tarafa gittik. Köylerden ve kasabalardan geçerek sıradağların eteklerinde bulunan köyleri ziyaret ettik. Çektiğimiz fotoğraflarda Fas’taki tezatlar en belirgin haliyle göz önüne çıkıyordu. Kazablanka dönüşüne geçtiğimiz sırada, uğradığımız köylerden birinde gördüğüm manzara tekrar fotoğraf makineme sarılmama neden oldu. Eşeklerin çektiği küçük taşıma arabaları farklı bir kompozisyon daha oluşturmuştu benim için. Yolda, uçsuz bucaksız verimli tarım alanlarına bakarak tarım toplumu olan Fas’ın konumu dolayısıyla gelişmiş bir sanayi ülkesi olabileceğini tahayyül ettim. Avrupa’ya yakınlığı, Atlas Okyanusu’na ve Akdeniz’e sahilleri olan bu ülkenin gelecekte sanayi ülkesi olma ihtimalini düşündüm. Sonra yine küçük bir pazar alanına rastladık ve tekrar bu hareketli kalabalığın içine daldık. Onların günlük yaşantısına ve alışverişlerine tanıklık etmek hem farklı hem de aynı duyguları hissetmeme sebep oluyordu. Modern dünyanın yüzü burada henüz kendisini göstermemişti. Dünyanın bu köşesinde yaşamaya mecbur olabilirdim. Alışveriş yaparken, pazarlık ederken, yemek yerken, gezerken vs. Bir an daldığımı fark ettim sonra, sanırım sebze seçen bir Fas’lıya bakarken geçirdim bunları aklımdan.
Zıt renklerin ülkesiydi Fas. Güneşin, denizin, Atlas Dağları’nın, büyük Sahra Çölü’nün ve tarihin bileşimiydi sanki. Fotoğraf çekmek için dünyanın nadide yerlerinden birine şahitlik ederek ve tekrar gelmeyi ümit ederek, bütün bu güzellikleri arkamızda bırakıp Mağrib ülkesinden ayrıldık.
İlk yorumu siz yazın!