Kitaplardan, filmlerden, müzikten konuşabildiğim bir çevrem ve sosyal yaşamım olduğu için kendimi çok şanslı hissediyorum; eleştirilerden de özellikle keyif alıyorum ve dinleyip anlamaya çalışıyorum. Bu sıralar en çok dikkatimi çeken şeyse ne zaman feminist göndermeleri olan bir içerik tüketilse herkesin “yeterince derin değil” diyerek cümleye başlaması. Hatta çoğu zaman ben de dahil. Bunun üzerine çok düşündüm ve bence haksızlık ediyoruz.

Barbie (film, Greta Gerwig,), Promising Young Woman (film, Emerald Fennell), Kadının Adı Yok (kitap, Duygu Asena) ve Sevgili Arsız Ölüm (kitap, Latife Tekin ve tiyatro, performans: Nezaket Erden) bu yan yana görünce ne alaka diyeceğiniz kadar birbirinden farklı dört tane üretimin ortak noktası ne olabilir? Cevap: Benim hepsiyle ilgili “Yeterince derin değil” eleştirisi duymuş olmam. Eleştirilere yanıt veriyorum: Hepsi yeterince derin. Çünkü bu “yeterince”ye tam olarak kim karar veriyor bilmiyorum ama çok yönlü bakmadığı kesin.

Yeterince Derin Değil: Kime Göre Neye Göre

youtube play youtube play

‘Mansplaining’ artık bu yazının içerisinde tekrar açıklamaya gerek duymayacağım kadar yaygın kullandığımız bir tabir ancak bu farkındalık sonucun değişmesinde henüz ne yeteri kadar etkili değil sanki. Üstelik bence patriyarka ile yetişmiş kadınların eserleri erkeklerin bakış açısıyla değerlendirme hastalığına da bir isim bulmamız gerek (eğer varsa ve bilmiyorsam, beni aydınlatırsanız çok mutlu olurum). Bell Hooks’un yıllar önce kadınların iş yerlerindeki davranış kalıplarından söz ederken değindiği bu sıkıntıyı sanırım eleştirilerimiz eleştirilmesin ya da zeki, entelektüel, cool kadın imajımızdan bir şeyler kaybetmeyelim diye bugün pek çoğumuz farkına olarak ya da olmayarak devam ettiriyoruz. Çuvaldızı başkasına batırmadan önce iğneyi kendime saplamak istiyorum.

Fotoğraf: unsplash.com/@markuswinkler

Bu yazıyı yazmadan önceki gece elimde “Duysu Asena’nın Kadının Adı Yok’u; bitirmeme az kalmış okuyorum. Kitabın bu noktasında kendi kendime kitabın başlarında yaptığım salak eleştiriyi hatırlıyorum: “Tabii yazıldığı dönem için etkileyici ama benim bu kitaptan çok da alacağım bir şey yok muhtemelen.” Salak seni! (Aynaya karşı) Benim bu kitaptan alacağım çok şey varmış. İlk olarak kitap sayfa sayfa ilerlerken erkek karakterlerin söyledikleri pek çok cümleyi daha önce duyduğumuz fark ediyorum. Örneğin; bir erkek karakterin her gün üç çeşit yemek hazırlanmasını beklemesi (elbette eşinden) ve iki günden uzun süre beklemiş yemekleri yememesi kulağa son derece seksenlerden kalma bir talep gibi geliyor değil mi? Değil. Ben bu talebi birkaç yıl önce İtalyan Lisesi ve iyi bir hukuk fakültesi mezunu bir erkek avukattan eşiyle ilgili serzenişte bulunduğu bir konuşmanın içinde dinlemiş ve kendisine saçmaladığını anlatmak durumunda kalmıştım.

Kitabın ortalarını geçtikçe evden bir türlü çıkamayan, kendine zaman ayırmakta güçlük çeken evli arkadaşlarının baş karaktere “Biz senin gibi deli fişek değiliz” demesi de çok tanıdık. Kitaptaki kadın karakterlerin cinsellik konusunda şikayet ettikleri bölümlerde söylenenlerin hepsini daha önce duydum. 2020’li yıllarda duydum. Bizzat aynılarını duydum. Son derece güçlü, eğitimli, yetkin kadınlardan duydum. İşte tam bu noktada “yeterince derin değil” sonucuna götüren bir düşünce adımı da karşımıza çıkıyor: “Artık böyle değil.”, “Bunlardan sürekli bahsedilmesine artık gerek yok”

Artık Böyle Değil: Keşke. Ama Emin miyiz?

Fotoğraf: India Times

Cinsellik konusu başta olmak üzere üzülerek söylüyorum ki: “Pek çok şey hala öyle.” Feminizme artık ihtiyacımız olmadığı ya da derinleşmesi, farklılaşması gerektiğine dair söylemler bence bir grup ayrıcalıklı (içinde muhtemelen ben de varım) beyaz insan söylemi. Benim bu yazıyı yazışımdan bir gün önce bizi Avrupa Şampiyonu yaparak gururlandıran Milli Voleybol Takımı’mızdaki oyunculardan bir tanesi yıllardır ‘queer’ kimliği nedeniyle linç konusu ediliyor; ancak kendisinin imkanı olmayan genç kadınların spora adım atabilmesi için kurduğu organizasyon cinsel kimliğinin onda biri kadar konuşulmuyor. (Evet seküler kitlelerce bile.)

İllüstrasyon: Matt Lubchansky

Urfa’da hentbol oyuncusu bir genç kadının “Sen kızsın şort giyemezsin, erkeklerin yanında oynayamazsın diyerek beni dışladılar. O zaman kendime bir söz verdim. Köyümdeki kız çocuklarının kaderini değiştireceğim” dedim sözleriyle derdini anlattığı iki yıl önce de bugün olduğu gibi viral olan videosu yeniden dolaşımda ancak o sporcumuz halen bir sponsor bulabilmiş değil. Dolayısıyla maalesef ne feminizm ne de feminist eleştiri içeren oyunlar, kitaplar ve filmler tarihi geçmiş inatçılıklardan ibaret değil. Zira dünyayı geçtim bu ülke Etiler-Levent çizgisinden ibaret değil. Bir erkek arkadaşımın “Bu senin için bile ‘relatable’ değil ki” dediği “Sevgili Arsız Ölüm Dirmit” oyununun da zaten yalnızca kadın olduğum için direkt olarak “bana” ‘relatable’ olması gerekmiyor. Tam bu noktada belki de erkeklerin kullanmayı çok sevdikleri “not all men” (ama tüm erkekler öyle değil) kalıbını bambaşka bir şeyi anlatmak için dönüştürebiliriz: “Not all women” (Sen birkaç tane şanslı olana denk geldin diye tüm kadınlar öyle değil)

Kaldı ki bu mantıkla düşünürsek Oppenheimer da ‘relatable’ değil. 1940’lardan beri atom bombası atılmıyor. Hemen cevap: “Ama orada dünyayı değiştirmiş büyük bir olaydan söz ediliyor.” Karşı cevap: “Aynen öyle. Cinsiyet eşitsizliği de toplumu etkileyen büyük bir bombadır. Bunun antidote’u olmayı hedefleyen feminist öğreti de onlarca kez anlatılmaya değerdir. Erkekler tarafından üretilmemiş olmaması bunu değiştirmiyor :)”

En Kolay Hedef Üzerinden Bir Daha Bakalım

Fotoğraf: Barbie

Günün sonunda “Bu film/kitap/oyun yeterince derin olmamış” eleştirisi de sandığımız kadar derin bir eleştiri olmayabilir. Gelin en kolay hedefe bakalım: Barbie. Özellikle America Ferrera’nın monoloğu için pek çoğumuz “Feminizm 101” eleştirisi yaptık değil mi? Çünkü biz bunları zaten biliyoruz. Peki filmin tüm mantığını gözden kaçırmış olabilir miyiz? Biz Barbie filminin içerisinde bir karakter değiliz. Yani America Ferrera feminizme dair açıklamalar yaparken bizimle konuşmuyor. Barbie ile konuşuyor.

Barbie karakteri dünyadan bir haber (gerçek anlamda) feminizm ve patriyarka kavramlarını HİÇ duymamış biri. Sahnenin duygusal olmasının nedeni de Ferrera’nın hayat verdiği karakterin açıklamalarını ilk kez duyuyor olmamız değil. Biz o sahnede kendimizi Barbie’yle eş değer tutuyoruz. Yani? ÇOCUK halimizle. Bu gücün bir kadın olarak üzerimizde yarattığı zorlukları, birçok şeyin bizim için erkeklerden farklı olduğunu anladığımız “ilk” güne ve ana gidiyoruz. Bu adaletsizliği belki de ilk kez fark ettiğimiz ve feminizmi belki de Tumblr’da duyduğumuz ana gidiyoruz. Bir nevi EMDR terapi gibi düşünebiliriz. Bir kişileştirme üzerinden geçmişimizdeki vurucu anlardan birine, çocukluğumuza dönüyoruz.

youtube play youtube play

Bir de şöyle bakalım herhangi bir sarışın karakterin baş karaktere tutkuyla bağlı, bazen kızgın, bazen destekçi ve hatta faydalı ama günün sonunda ikinci planda olmasına ne denir? “Kadın başrol”? ‘Love interest’? Bond kızı? Gerwig’in dünyasında Ken sadece Ken. A list ünlü Ryan Gosling ikinci karakter. Belki de bu, filmin dünyasının pembe olmasından çok daha önemlidir.

Kaldı ki eğer dünyadaki en popüler erkek rock müzisyenleri bir filmin müziklerini yapmak için bir araya gelseydi yalnızca bu bile filmi izlemek için yeterli olurdu. Barbie’nin müziklerini kadın pop müzisyenleri yapmış olunca durum bundan sanıldığı kadar farklı değil. Tim Burton’ın yarattığı sürreal dünyaları aşırı kıymetli yapan şey neden Gerwig’in yarattığı sürreal dünyayı o denli kıymetli yapamıyor? Pembe diye mi? Beki de “kızsal şeyler”le özdeşleştirilen bir rengi beğenelim ya da beğenmeyelim cinsiyet eşitliğine dair derdi olan bir filmin görsel anahtarı yapmak çok da fena fikir değildir. Belki de “yeterince derin” olmayan şeyler, biz onlara önyargıdan kaynaklanan sınırlı bir bakış açısıyla baktığımız için “yeterince derin” değildir. Kim bilir?

Kapak Fotoğrafı: unsplash.com/@shandranick

İlginizi çekebilir: Ceren Muslu’dan Kadın Saç “İdeal”leri