Pessoa’nın İzinde: Lizbon'a Kişisel Bir Yolculuk
Bir yazar; hatta bir kitap bir şehri görmeden sevmenin ve dayanılmaz bir arzuyla görmek istemenin nedeni olabilir mi? Veya bir şehir bir yazarın izinde, sadece onun düşünce dünyasının içine girmek ve onu keşfetmek üzere ziyaret edilir mi? Söz konusu yazar Pessoa, kitap da Livro do Desassosego (Huzursuzuğun Kitabı) ve söz konusu şehir Lizbon olursa her iki durum da neredeyse bir zorunluluk halini alır. Pessoa ve Lizbon arasındaki ilişki, hiçbir şehir ve yazar, örneğin Kafka ve Prag veya Kavafis ve İskenderiye arasında bile görülemeyecek derecede yoğun, sihirli ve karmaşıktır. Bu ilişki doğrultusunda, Avrupa’nın en güzel ve turistik şehirlerinden biri olan Lizbon’u normal-sıradan bir turist olarak değil de alternatif bir şekilde Pessona’nın ve Huzursuzluğun Kitabı’nın izinde keşfetmek sadece kenti değil kişinin kendini de yeniden keşfedeceği içsel bir yolculuk haline gelir.
Fernando Pessoa, ölümüden yıllar sonra, 1987’de diğer pek çok yayınlanmamış yapıtının dosyası gibi Ulusal Kütüphane’de bulunan 1925 tarihli İngilizce yazdığı Lizbon Gezi Rehberi’ne şöyle başlar:
‘‘Denizden gelen seyyahlar için Lizbon, çok uzaklardan bile, bir hayaldeki masalımsı görüntü gibi yükselir; güneşin altın ışıkları ile mutlu ettiği parlak mavi gökyüzüne karşı kolaylıkla farkedilir. Ve kubbeler, anıtlar, eski kaleler bu sihirli mevkinin, bu kutsanmış bölgenin sessiz teşrifatçıları gibi ev yığınlarının üzerinde uzanır.’’
Lizbon, Pessoa’nın yıllar önce tanımladığı gibi masalımsı ve sihirli bir şehirdir. Kimi zaman, özellikle de şehrin simgelerinden biri olan 25 veya 28 numaralı sarı tramvay ile yukarı mahallelere ve onların dar sokaklarına çıkıldığında bir ‘doğu şehrini’ andıran pisliği ve bakımsızlığı ve pencerelere asılı çamaşırları ile insana bir Avrupa kentinde olduğunu unuttursa da (Bu açıdan Lizbon, bir Akdeniz Şehri olmasa bile Napoli, Marsilya gibi Akdeniz Şehirleri ile kardeştir.) Lizbon, Avrupa’nın en karakterli ve görkemli kentlerinden biridir. Chiado ve Baixa bölgelerini ziyaret edenler; Rossio ve Comercio meydanlarında dolaşanlar veya ihtişamda 90 metre genişliği ile Paris bulvarları ile yarışan devasa Avenida da Liberdade’de yürüyenler emperyal-kolonyal geçmişi ile kültürel-tarihi açıdan zengin; şehrin genç, dinamik ve alternatif yüzünü temsil eden Barrio Alto’da bulunanlar özgürlükçü ve canlı ve Parque das Nacoes bölgesini görenler de çağdaş, küresel bir finans ve iş merkezi olan bir Avrupa şehrinde olduklarını düşünürler ki bu konuda hiç de haksız sayılmazlar. Ölçek olarak olmasa da Lizbon izlenim olarak Londra, Paris, Madrid, Viyana ayarında bir Avrupa başkentidir. Öte yandan şehrin eski merkezi olan ve ismi Arapça Al-Hamma (Hamam, çeşme) kelimesinden gelen Arap etkisindeki Alfama, kentin kültürel-tarihsel çeşitliğinin ve Doğu’ya dönük yüzünün en karakteristik göstergesidir.
Tüm bunlar içinde kaderini ‘sonsuza kadar muhasebeci olarak kalmak’; şiir ve edebiyatı ise ‘parlak güzelliğiyle gülünecek halini iyice ortaya çıkaran alnına konmuş bir kelebek’ olarak tanımlayan Pessoa, veya Huzursuzluğun Kitabı’ndaki adı ile muhasebe yardımcısı Bernardo Soares nerede? Her yerde… bir flaneur edası ile arşınladığı, sokak yaşamına katıldığı Lizbon sokaklarında; özellikle de bu kendi doğal akışı içinde seyrederek sokak yaşamını ve onu oluşturan Lizbonlular’ı gözlemlediği müdavimi olduğu Chiado’daki A Brasila Cafe’de. Ayaküstü uğrayıp bir kadeh şarap içtiği tavernalarda… Şık görünümlü tavernaların üst katlarında, küçük, Pazar günleri dışında çoğunlukla boş olan mütevazi bir ev gibi gözüken restoranlarda… Veya ilginç olmasa da yaşamdan belli bir süre kopmuş yüzleriyle meraklı Lizbonlular arasında. Gerçek bir flaneur gibi yığınların arasında ama onlardan uzak…
Lizbon’a gitmişken elbette yukarıda sayılan yerleri ziyaret etmeden olmaz. Lizbon merkezden 25-30 dakikalık bir tren yolcuğu ile sahil kasabası Cascais’e gidip Okyanus havası almak; 19.Yüzyıl’dan kalan romantik saray ve kaleleri ile büyülü bir atmosfere sahip olan Sintra’yı görmek Lizbon’a giden herkesin dünya gözüyle yapması gereken turistik faaliyetler. Ama Lizbon’u anlamak için hiçbiri yeterli değil. Pessoa’nın izinden gidilmeyen bir Lizbon ziyareti hep eksik kalmaya mahkum. Kısa bir süreliğine, hatta bir günlüğüne bile olsa bir flanuer edasıyla aklımızda ve gönlümüzde Pessoa’nın dize ve satırları, Lizbon’u arşınlamak bizi Huzursuzluğun Kitabı gibi bir ‘yaşam projesi’ olan yapıtın ortaya koyduğu derinliğe götürmeyecektir elbet. Yine de bir kaç sayfasına denk gelecek bir tecrübe bile kişisel bir yenilenme anlamına gelebilir.
Pascal Mercier’in ‘Nachtzug nach Lissabon’ (Lizbon’a Gece Treni) romanının baş karakteri Raimund Gregorius, bir kitabın peşinde, bir detektif gibi o kitabın ardındaki kişilerin ve sırların peşinden Lizbon’a gider ve Lizbon’da kitabın yazarı Amadeu de Prado’nun kısa yaşam öyküsünün ardındaki sır perdesini aralarken kendi yaşamının da bir iç hesaplaşmasını yapar. Olur da Gregorius gibi uzun süre fiziken Lizbon’da bulunma olanağı yakalarsanız, Pessoa ile birlikte kentin sokaklarında, tavernalarında, fado barlarında, küçük restoranlarında ve elbette A Brasila Cafe’de bu dünyada birey olmanın anlamını, üstelik bir de Lizbon kadar güzel bir kenti, Pessoa’nın deyişi ile ‘güneşinin altında parlayan renk demeti içinde’ keşfederek bulabilirsiniz. Belki bakarsınız yeni bir insan olmuşsunuz…
İlk yorumu siz yazın!