Filiz Kuka ile: Yüzleşme Filmi Üzerine
Bir kaybın yaşattığı acı, ortaya çıkan bir sırla daha ne kadar derin olabilir? Cevaplaması son derece zor olan bu soruyu Filiz Kuka’nın senaryosunu kaleme aldığı ve yönetmen koltuğunda oturduğu ilk uzun metrajlı filmi “Yüzleşme’yi” izlerken sık sık düşündüm. Bir kaybın ardından ortaya çıkan sırla altüst olan bir ailenin öyküsünü anlattığı ilk filminde aile perspektifinden ötanazi konusuna da bakan Kuka, aile içinde yaşanan hesaplaşmaların izini sürüyor. Filmde, 30. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nde “En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu” ve “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” ödüllerini kazanan Nilay Erdönmez ve Okan Urun’la birlikte Asiye Dinçsoy, Güneş Sayın, Mutlu Güney, Tülay Bursa, Fatih Sevdi ve Name Önal rol alıyor. Bir süre önce MUBI Türkiye kataloğuna da eklenen ve daha geniş bir seyirci kitlesiyle buluşan film üzerine Filiz Kuka ile gerçekleştirdiğim röportajda hikâyenin nasıl oluştuğunu, çekimleri, filmin üzerinde tartışılması gereken meselelerini, gelecek hedeflerini ve merak ettiğim başka pek çok konuyu konuşma fırsatı buldum. Keyifli ve ilham veren okumalar dilerim.
İlk uzun metrajını çekmek isteyen bir yönetmen için yolun başı konu seçeneği bakımından adeta derya deniz. Bunu bir avantaj olarak da nitelendirebiliriz fakat o doğru konunun seçim süreci ve senaryoya dönüşmesi, belki de en çetrefilli noktalardan biri. Böylesin durumlarda yönetmenin kendi kişisel yaşamından esinlenerek ve tanık olduklarından hareketle senaryoya döküp oradan kurmacaya yol alan hikâyeleri de sıkça izleriz. Yüzleşme’nin hikâyesinde gerçek yaşanmışlıklar mı yoksa kurgu daha mı ağır basıyor? Filmin hikâyesi ilk ne zaman zihninizde filizlendi ve nasıl bir süreçten geçerek bugünlere ulaştı?
Yüzleşme’nin hikâyesinde gerçek yaşanmışlık yok, böyle bir olay yaşamadım, tanık olmadım. Hatta anne-oğul ilişkisi geçmiş dönemimde pek tanıklık ettiğim olaylar değil. Bu yüzden kurgu diyebiliriz. Ancak kalabalık ve çok sayıda kadının olduğu bir ailede büyüdüm. En iyi bildiğim alanın aile olduğunu düşündüğüm için aile içindeki çatışmalı durumları anlatmak istedim. Gerek aile içi gerekse yaşamın her alanında birbirimizle olan iletişimsizliğimiz, olayların konuşulması değil de saklı kalması, birbirimizi dinlemeden yargılamamız, birey olamamamız gibi duygu durumlarının bendeki izdüşümünden ortaya çıktı diyebilirim. Öte yandan uzun zamandır ötanazi kafamı kurcalıyordu ve bunun yapılabilirliği, yasal olma durumu üzerine düşünüyordum. Önce Evren karakteri var oldu, (İyi bir insan, kendi hayatını kuramamış, var olamamış bir birey, vicdanı temsil ediyordu beynimde bir yerde) onun yaptığı birine göre iyi, birine göre kötü, bir olay ile yargılanacaktı.
Bir yönetmen için filminin en nitelikli üretim koşullarında çekilip post prodüksiyon sürecinin de ardından seyirciyle buluşması kuşkusuz çok kıymetli. Doğal olarak ilk uzun metrajını çeken her yönetmenin elde ettiği fonlar, bu yolculuğun en kısa sürede ve nitelikli olarak tamamlanması için büyük önem taşıyor. Sizin fon bulma süreciniz nasıl ilerledi? Filmin yapım sürecinde fonlar yeterince kaynak sağladı mı?
Beyaz perde affetmez diye bir tabir var. Sizin de dediğiniz gibi en iyi koşullarda çekip seyirciye ulaştırmak yönetmenin asli görevi. Günümüz şartlarında film için fon bulmak epey zorlaştı, çok alan varmış gibi görünse de ulaşmak çok kolay olmuyor, çok fazla rekabet var. Benim fon bulabildiğim alan (T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı) oldu, yeterli olmasa da filmimi çekmek için kaynak sağladı. Post sürecinde de Antalya Film Forum’dan alabildiğimiz destek ile filmimizi tamamlayabildik.
Yüzleşme’de bir kaybın ardından ortaya çıkan sırla altüst olan bir ailenin öyküsünü izliyoruz. Auguste Comte, sosyolojik düşüncesinde aileyi yalnızca bireylerin bir araya geldiği bir yapı olarak değil, aynı zamanda toplumsal değerlerin ve normların aktarıldığı bir alan olarak da görmüştür. Bu bağlamdan bakarak değerlendirdiğimizde sizin için “aile kurumu”nun en can alıcı noktalarını ne(ler) oluşturuyor? Filminizi çekmeden önce ve çektikten sonra aile kurumuna karşı tutumunuzda neler değişiklik gösterdi?
Her olayda olduğu gibi filmde de bir kaybın ardından ortaya çıkan başarısız bir yüzleşme girişimine şahit oluyoruz. Ertesi gün olacak ve yine aynı kardeşler ve baba kahvaltı edecekler, her ailede olduğu gibi, hiçbir şey çözülmeden. Hem her şeyi, herkesi en iyi bildiğimiz yer hem de hiçbir şeyi çözümleyemediğimiz yer aile kurumu. Bizim coğrafyada böyle sanki ya da bize has değil, aile kurumunun var olduğu her coğrafyada böyle gibi. Belki biraz daha yakından bildiğimiz batı dünyasından farklı olarak bizde çevrenin aileye daha baskın olduğunu düşünüyorum. Kişisel değerler değil çevresel değerler bize hükmediyor gibi bir durum var. Ben, birbirimizi sevdiğimiz bir evin içinde büyüdüm Bu yüzden aile evimi severim tüm marazlarına rağmen. Filmden önce annemle küçük bir yüzleşme yaşadım bana iyi geldi, filmden sonra da aile kurumuna karşı tutumumda bir değişiklik yaşamadım.
Uzun süredir yoğun bakımda olan Halime’yi filmde çok kısa bir süre görmemize rağmen onun yokluğu dahi hikâyenin gidişatını öyle şekillendiriyor ki adeta gizli bir başrol gibi etkisini gösteriyor. Hikâyeye fiziki varlığı ile doğrudan etki etmeyen bir karakterin varlığı zorluk yarattı mı?
Aslında bir zorluk yaratmadı, bu kayıp üzerinden kişilerin duygu durumuna ulaşmayı düşünerek yazdım. Hayatımızda pek çok görünmeyen varlığın insana fazlaca etki ettiğini de düşünüyorum.
Halime’nin hastalığı boyunca özverili bir şekilde yardımını esirgemeyen hasta bakıcı Evren’in filmin başlarında Hatice’ye yaptığı itiraf, bilinen gerçeğin tüm dengelerini bozarken hikâyenin seyrini de değiştiriyor. Bu noktada Evren’in Hatice’ye aktardığı sır, daha sonrasında ise Hatice’nin kardeşi Kader’e aktardığı sırra dönüşüyor. Karakterlerin bir noktadan sonra taşımakta zorlandığı diğerine devrettiği bu yükü nasıl değerlendirirsiniz? Vicdani açıdan bir rahatlama mı yoksa üzerindeki o yükü psikolojik bir stratejiyle karşı taraf üzerine yıkma mı?
Doğruyla yanlışı, vicdanla suçu ayıran çizgi bazen fazla ince oluyor. Kader karakterinin de dediği gibi: “Niye sana söyledi, söyleyeyim mi? Yükünden kurtulmak için şimdi senin bana söylediğin gibi hiçbir şey yapmayacağımızı düşündüğü için, bunu bildiği için…” Pek çoğumuz psikolojik bir stratejiyle bu eylemleri yapıyoruz diye düşünüyorum, bir diğerine söyleyerek üzerimizdeki yükü hafifletiyoruz, kurtarıyoruz kendimizi. Ortak akıl oluşur ve daha iyi sonuç alırız belki diyoruz. Ancak Evren vicdani açıdan rahatlama olarak söylüyor, karşı taraftan bir özür ya da ceza bekliyor, bir sonuç istiyor ve en önemlisi de kendi hayat rutinini parçalamak istiyor.
Yüzleşme’de aile içi hesaplaşmalara tanık olurken bir yandan da aile perspektifinden ötanazi konusuna bakış atıyoruz. Bu noktada yürürlükte olan 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’na göre Türkiye’de “aktif ötanazi” yasal değildir ve hastaya ötanazi uygulayan fail (hekim), tasarlayarak (taammüden) öldürme hükümlerine göre yargılanır ve ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasıyla cezalandırılır. Filmde hasta bakıcı Evren’in ağrı kesici ve insülini bilerek ya da bilmeyerek karıştırdığı konusunda bir muğlaklık mevcut. Evren’in çalışma süresi içinde benzer durumla karşılaşıp karşılaşmadığına dair de net bir bilgi sahibi olamamamız o can alıcı kısmı daha da bulanıklaştırıyor. Bu tercihi bilinçli olarak yaptınız?
Evet, muğlaklık tercihi tamamen bilinçli yapıldı. İnsanın içindeki iyi ve kötünün beklenmedik anlarda çıkabildiğini düşünüyorum. İnsülinin etkisini biliyor ancak hangi şişeyi aldığını hatırlamıyor ya da hatırlamadığını beyan ediyor. Ona inanıp inanmamak filmin seyirci açısından kilit noktası.
Filmin özellikle finalindeki yemek sahnesinde görüyoruz ki aile fertleri arasında ciddi bir iletişimsizlik durumu mevcut. Özellikle eşini kaybeden Hızır karakterinin kendi sırrını paylaşmasıyla bu durumun varlığını daha da güçlendiriyor. Sizce aile içindeki her sırrın varlığı, “huzur”un bozulmaması adına ahlaki açıdan tartışmalı olsa da saklanmalı mı?
Saklanmamalı, yani keşke saklanmasa… Hani ortada bir huzur var mı onu da bilmiyoruz. Hep öyle gördük, öyle öğrendik, kol kırılır yen içinde kalır. Ama sadece aile içi değil, her ilişkimizde, yaşamın her alanında epey iletişimsiz olduğumuzu düşünüyorum. Yeni iletişim çağı da bizi epey iletişimsizliğe itti sanki. Çok konuşuyoruz, hiç dinlemiyoruz, tek cümle ile yargılıyoruz. Küresel bir iletişimsizlik var.
Filminizde kadının ailedeki rolü, aile bağları, görünmeyen sınırlar ve yalnızlık kavramlarını da mercek altına alıyorsunuz. Bu bağlamda özellikle Asiye Dinçsoy’un hayat verdiği Hatice karakterinin sırrı öğrenmesinin ilk anından itibaren üzerindeki yükün giderek daha da ağırlaşması ve Kader’in ifade ettiği “Niye bütün yükü sen taşıyormuşsun gibi yaşıyorsun bu hayatı?” serzenişi de durumu net şekilde özetliyor. Çünkü Hatice eş, anne, abla ve çocuk rollerinde sıkışıp kalan, her yükü kendisinin taşıdığı ve bu sebeple de kendi öz varlığından giderek uzaklaşan bir karakter. Hatice’nin hikayedeki kilit rolünü nasıl inşa ettiniz ve sizin kendisiyle benzeşen yönleriniz mevcut mu?
Hatice’nin benimle benzeşen yönü yok gibi. Ama hayatımda pek çok kadın var ve filmdeki tüm kadınlar beynimde bir yerdeler. O yüzden kadının ailedeki rolü benim çok yakından tanık olduğum durumlar. Sizin de belirttiğiniz gibi çoğumuzun evinde farkında olmadan her şeyi üstlenmiş, kendini ailesi için feda etmiş bir eş, anne, abla, çocuk vardır ve bu toplum tarafından dayatılmış bir görevdir adeta. Bu hikâyede Hatice karşılaştığı sırrın yanı sıra kendi üstündeki ağırlığın, sınırlarının farkına varıyor, babasının sırrı kendisinden saklamış olması onun için üzücü oluyor. Bir nevi içsel bir yolculuğa çıkıyor. Pandemi zamanında özellikle yaşlı kişilerin durumu beni çok etkiledi. Onlar için hiçbir politikamızın olmaması ve çok yalnız olmaları Hızır ve Melahat’ı ortaya çıkardı.
Her bir karakterin içsel çatışması ve ruhsal dönüşümünü hikayenin kısa sayılabilecek süresi içinde gayet makul ölçülerde yansıtmayı başarırken aile dinamiklerinin karmaşıklığı ile pek çok seyircinin de kendi ailesinden benzerlikler bulacağı bir tablo çiziyorsunuz. Fakat bu aileyi “ölüm” gibi kanaatimce zor sayılabilecek bir konu üzerinden aktarmayı seçmişsiniz. Senaryoyu yazmadan önce bunun zorluğunun farkında mıydınız?
Ölüm hepimiz için kabullenmesi zor olan acı bir gerçek. Ölümden ziyade kalanları ve onların verdiği yaşam gaylesini göstererek hassasiyeti korumaya çalıştık. Hikayede ölüm bir amaç değil araç olarak işlendi. Zor bir konu haklısınız ama ölüm bize özlem, hasret, kavuşamama, o kişiyi bir daha görememe gibi duyguları hissetmemizi sağlar. Ölüm olmasaydı özlem duygumuz yarım kalırdı sanki… Bu soruya bütünlüklü bir şekilde cevap vermek mümkün mü? Onu da bilemiyorum.
Filme dair konuşmamız bir diğer karakter de Okan Urun’un hayat verdiği Evren karakteri. Anne ile büyümüş ve o yaşına rağmen onunla yaşamaya devam eden, bağımsız bir birey olma konusunda başarısız ve sevgilisiyle olan ilişkisinde dahi bir adım ilerisine geçmekten çekinen ve hatta korkan bir karakter. Tüm bunlara karşın filmde “vicdan” kavramını temsil eden Evren’i aile bireylerinin çözülmesine ve ahlaki olarak kendilerini sorgulamasını tetikleyen bir dış güç olarak da nitelendirmemiz mümkün mü?
Hikâyede en önce Evren karakteri var olmuştu ve sizin de söylediğiniz gibi vicdan kavramını temsil edecekti. Kendimize, içimize dönmemizi isteyen bir dış güç diyebiliriz ama başarılı olup olmadığı meçhul.
İlk uzun metrajınızın ardından “Şunu daha iyi yapabilirdim.” dediğiniz oldu mu veya neleri yapmamanız gerektiğini öğrendiniz? Bunun yanı sıra ilk uzun metraj film çekme deneyiminde sonraki projeleriniz için hangi tecrübeleri edindiniz?
Evet, daha iyi yapabilirdim dediğim şey var ama onları yapsaydım yine daha iyi yapabilirdim diyeceğim şeyler olacaktı. İlk uzun metraj filmim bana neleri yapmamam gerektiğini öğretti diyebilirim çünkü hep daha iyisi vardır diye düşünüyorum. Senaryo aşamasında filminizin, festival ve dağıtım stratejinizin hazır olması gerektiğini tecrübe ettim çünkü bu hiç bildiğim bir alan değildi. Ama mutlaka her filmde yeni öğreneceğim şeyler olacaktır.
Röportajımızın sonlarına doğru biraz daha kişisel bir soru sormak isterim. Sinema, yaşama ve umutsuzluğa bir alan açar mı?
Sinema var olmaya, yaşama, umuda dair alan açar. Benim için çok değerli bir yönetmen olan Kieslowski’nin sinema üzerine dediklerini alıntılamak isterim: “Ben sanırım bir romantik olmaktan ziyade gerçekçiyim… Sinemaya bir meslek gözüyle değil, ifade aracı gözüyle bakıyorum. Benim gözümde sinema hiç de makyaj, ışıklar Hollywood starları falan değil, sadece fikirler. Bir nevi sohbet. Sohbet etmek sizde olmayan şeyleri başkasından duymak değil midir hem?” Tamamen hemfikirim.
Röportajımızı gelecek projelerinizi konuşarak noktalayalım dilerseniz. Kariyerinizin bundan sonraki sürecine dair hedefleriniz neler? Ufukta görünen yeni uzun metraj proje(leri)niz mevcut mu?
Üzerinde çalışmaya başladığım bir belgesel ve bir uzun metraj projem var. Hangisinin önce hayata geçeceğini henüz bilemiyorum. Şartlar hangisini yapmamı sağlarsa o proje hayata geçecek. Bu güzel sorular için çok teşekkür ediyorum.
Ötanazi sorusunda hukuki destek ve danışmanlığı için Avukat Özge Çatak’a teşekkürler.
Kapak Fotoğrafı: Filiz Kuka
İlginizi çekebilir: Enes Kudu’dan Mete Gümüşhane ile Beraber Filmi Üzerine Sohbet
İlk yorumu siz yazın!