Büyüme Sancılarıyla Bir Başına: Flickan
Sinemaya dair sevdiğim şeyler arasında Kuzey Sineması, güçlü çocuk karakterler, başarılı ilk-filmler ve büyüme hikayelerinin yeri her zaman üst sıralarda; 2009 yapımı İsveç filmi Flickan ise tüm bunları bir arada barındırdığı için özel bir film bana göre…
1981 yılındayız. Dokuz buçuk yaşındaki bir kız çocuğu -ki adını film boyunca öğrenemiyoruz, ailesiyle birlikte yaz tatilini Afrika’daki çocuklara yardım ederek ve Afrika’yı gezerek geçireceği için oldukça heyecanlı. Gerekli aşıları yaptırırken hiç korkmuyor, küçük çocuklara göre fazlaca olan cesareti ile doktorunun takdirini kazanıyor. Fakat hesapta olmayan bir şey var, yolculuğu organize eden kuruluş, dokuz buçuk yaşındaki bir çocuğun bu yolculuğa çıkmak için çok küçük olduğunu söylüyor. Ailesi, evde tek başına kalamayacak kadar küçük olduğu için, yaz boyunca ona bakması üzere genç ve hovarda teyzesi eve çağrılıyor, her şey ayarlanıyor. Pek tabii ki ailenin hovarda bir teyzenin kendi planları olduğundan ve yeğenini uzunca bir süre tek başına bırakarak bir adamla uzaklaşacağından haberdar değil. Filmimiz de aslında tam olarak burada başlıyor: Flickan, dokuz buçuk yaşındaki bir kız çocuğunun kendi ayakları üzerinde durduğu, kendi kendine baktığı ve etrafındakileri kendi başının çaresine bakacak kadar büyük olduğuna inandırmaya çalıştığı bir yaz üzerine…
Uzunca bir süre arkadaşlarına ve komşularına teyzesinin alışverişte ya da dışarıda olduğunu söyleyerek idare eden bu küçük kız çocuğu, küçük bir çocuk olmadığına kendini o denli inandırmış durumda ki düzensiz beslenmesini, kirlenmeye başlayan evini ve en önemlisi sağlığını tehdit eden unsurları görmezden geliyor. Biz izleyici olarak tüm bu olumsuz koşulların farkında olsak da; gölden eve getirilen iribaşın akvaryumun içinde bir kurbağaya dönüşmesi gibi, doğal olmayan koşulların altında büyümesini izliyoruz bu çocuğun.
Dokuz buçuk yaşındaki kahramanımızın başa çıkması gereken tek durum yalnız başına hayatta kalmak değil. Etrafını ve insanları keşfettiği bir büyüme hikayesi, bir farkındalık yolculuğu bu aynı zamanda. Her ne kadar kendi başının çaresine bakabiliyor olduğu sanrısına kapılsa ve bu onu birçok şey için yeterince büyük olduğuna ikna etse de birçok şeyin farkında değil: Arkadaşının babasının yarattığı cinsel gerilimin ve aslında tehdit altında olduğunun, arkadaşlarının onu kullandığının, teyzesinin alkolikliğinin ve sorumsuzluğunun cool bir şey değil gerçek bir sorun olduğunun…
Filmin sonlarına yaklaştıkça ve kahramanımız sorunlarla karşılaştıkça büyümenin gerçek anlamını sorgulamaya başlıyor belki de. Yüzme hocasını çıplak gördüğünde fiziksel olarak büyümenin ne anlama geldiğini, arkadaşının annesi hissettiği sancıya bir anda çözüm bulduğunda bilinçsel anlamda büyümenin ne anlama geldiği hakkında ipuçları elde ediyor. Olduğu aşının izi başta önemsiz bir noktayken, zaman geçtikçe sorun yaratabilecek bir yaraya dönüşüyor. Tam her şeyin sarpasardığı noktada devreye giren, gerçek anlamda bir deus ex machina, hiç de yapay durmayan bir şekilde sonlandırıyor filmi.
İlk filmine imza atan Fredrik Edfeldt’in en büyük şansı harikalar yaratan küçük başrol oyuncusu Blanca Engstörm. Önemli bir yüzdesinde yetişkinlerin yer almadığı bir filmi tek başına sırtlıyor oyuncu. Benim Låt den rätte komma in ile tanıyıp hayran kaldığım, daha sonradan Her ve Interstellar gibi filmlerin görüntülerine imza atacak olan Hoyte van Hoytema’nın görüntüleri ve Dan Berridge’nin müziklerinin de bu çok da yumuşak ve çocuksu olmayan büyüme hikayesine katkıları büyük.
Film, her birimizin çocukluğu boyunca defalarca duyduğu ve duymaktan sıkıldığı “Ne kadar da büyümüşsün!” cümlesinin bazen ne kadar anlamlı ve gerekli olabildiğini gösteriyor biraz. Ayrıca yine çocukluğumuzun önemli bir parçası olan Home Alone serisinde alıştığımızdan çok farklı, çok daha sert ve çok daha ağır bir evde-tek-başına hikayesi anlatıyor.
İlginizi çekebilir: SineMagger’dan Film Önerileri
İlk yorumu siz yazın!