İlk yorumu siz yazın!
George Orwell: "Paris ve Londra'da Beş Parasız" Bir Yazar
20. yüzyılın en büyük romancılarından George Orwell’i kült haline gelmiş ʺ1984ʺ ve ʺHayvan Çiftliğiʺ eserleriyle tanıyoruz. Peki, yazarın gerçek adının George Orwell olmadığını ve ilk kitabının 1933 yılında yayınlanan, 3 yıl boyunca sokaklarda yaşarken edindiği tecrübelerini paylaştığı ʺParis ve Londra’da Beş Parasızʺ olduğunu biliyor muydunuz?
George Orwell, Eric Arthur Blair adıyla 1903’te babasının görevi dolayısıyla bulundukları Hindistan’da dünyaya geliyor. Eğitimini İngiltere’de tamamlayıp, 22-27 yaşları arasında Burma’da (şimdiki Myanmar) Britanya İmparatorluk polisi olarak görev yapıyor. Burada belki kısa bir açıklamaya gerek var; Burma, Hindistan’ın doğusunda yer alıyor ve 1886 yılında Britanya İmparatorluğu tarafından işgal ediliyor. 1919-37 yılları arasında (Orwell’in görev aldığı yıllar da bu arada) ʺBirminyaʺ adıyla Hindistan’a bağlı, İngiliz yönetimi altında bir eyalet olarak kalan Burma’da, 1948’de sömürge yönetimine son veriliyor. Polis olarak geçirdiği sürede imparatorluğun iç yüzünü gören Orwell istifa ediyor ve Avrupa’ya dönüyor.
İşte yazımızın konusu olan ʺParis ve Londra’da Beş Parasızʺ kitabı, yazarın tam da bu dönemde sokaklarda yaşadığı sefil hayatı konu alıyor. Yazarın ailesi aslında ekonomik anlamda rahat bir hayat yaşıyor, ancak Orwell bir yazar olarak kendisine Jack London’ı örnek alıyor. 1876-1916 yılları arasında yaşayan Jack London, 14 yaşından itibaren ağır işlerde çalışmış, hapis yatmış ve sürdüğü zor hayatla “ezilenlerin kalemi” olarak adlandırılmış. London’ın izinden giden Orwell, sefilliği şahsen tecrübe etmek ve kendi tecrübeleriyle büyüyen bir yazar olmak istiyor.
“Paris ve Londra’da Beş Parasız”, daha ilk satırdan itibaren, birinci ağızdan anlatımı ve çarpıcı tasvirleriyle sizi içine çekiyor. Paris’in varoşlarında, curcunanın eksik olmadığı arka sokaklarda, ucuz bir pansiyonda başlıyor macera. Yıkılacakmış gibi duran binada, tahta kuruları ve bağrışmalarla mücadele içerisinde geçen uyuma çabası, sefilliğin ortasına düştüğümüzü düşündürürken, kitapta ilerledikçe aslında buradaki şartların oldukça iyi olduğunu görüyoruz.
Orwell, daha önceden biriktirdiği parasıyla bir süre bu tarz pansiyonlarda kalıp karnını doyururken, bir gün sadece 450 frangının kaldığını farkediyor. Aynı akşam pansiyonda çantası çalınınca, cebindeki 47 frank ile kalakalıyor. Döküntü pansiyonun bile aylık kirasının 200 frank olduğunu düşünürsek, yeni bir iş bulmanın zamanının geldiğini anlıyor. Ancak üstünüz başınız kirli ve yokluk içerisindeyseniz yeni bir iş bulmak o kadar da kolay değil. Bu dönemde Paris’in rehinecileriyle tanıştırıyor bizi Orwell. Paltosu, pantolunu, bavulu, elinde avucunda neyi varsa, karnını doyurabilmek için yok pahasına rehinecilere gidiyor. Bir daha geri dönmemek üzere…
Belki de yokluğun dibine vurduğu bu günleri umut verici bir şekilde aktarıyor: ʺ100 frangınız varsa, panik yapma ihtimaliniz yüksek. Oysa sadece 3 frangınız varsa gayet umursamaz oluyorsunuz; çünkü 3 frank sizi sadece bir gün daha doyuracak ve yarından ötesini düşünecek durumda değilsiniz.ʺ Bir nevi günü yaşama felsefesine zorunlu giriş 🙂 Diğer yandan, kafamızda yarattığımız korkuların gerçeklerden daha korkutucu olabileceğini de sefillik üzerinden anlatıyor: ʺBeş parasız kalmaktan o kadar çok bahsetmiştiniz ki; eh, işte beş parasız kaldınız ve hala ayaktasınız. Bu birçok endişeyi gideriyor.ʺ
Haftalarca süren iş arayışı, bir arkadaşının yardımıyla bir otelde yamak olarak işe girişiyle son buluyor. Yer altındaki bir odada tabak yıkama, oda temizleme, getir-götür işleriyle geçen, günde 25 km yürüdüğü ve ortalama mesaisi 14 saat olan bu işte neredeyse karın tokluğuna çalışıyor. Sonrasında da günde 17 saat çalışacağı, yeni açılan bir restoranın mutfağına yardımcı olarak geçiyor. Burada da ekipman eksikliği, mutfağın küçüklüğü, taleplerin üst üste gelmesi dolayısıyla çok da farklı olmayan bir hayat sürüyor.
Orwell, bu bölümde gözlemlerinin de gücünü kullanarak Paris’teki yeme içme sektöründe köleden farksız olarak çalışan meslektaşlarını oldukça çarpıcı bir şekilde anlatıyor. Çalışma sürelerinin 18-20 saatlere varabildiği sektörde, gün ışığı görmeden, yoğun stres altında çalışanların yine de bu işten aldıkları ilginç tatmini ʺ…plongeur’lerin hayatından daha basit bir şey olamaz. Plongeur’ler iş ve uyku arasında bir ahenk içinde yaşıyorlar, düşünmeye vakitleri yok ve dış dünyanın bilincinde bile değiller.ʺ şeklinde anlatıyor. Okuyuculara da tecrübelerinden önemli bir not aktarıyor: ʺKirlilik, oteller ve lokantaların özünde vardır, çünkü yiyeceğin temizliği, dakiklik ve şıklık uğruna gözden çıkarılır.ʺ
Paris’teki çok az uyuyabildiği, yüksek eforlu hayatından ayrılarak, daha rahat bir iş olan bakıcılık yapma ümidiyle Londra’ya geçen yazar, işverenin plan değiştirmesiyle beş parasız sokakta kalıyor ve bu kısımda tam anlamıyla bir sokak yaşantısına şahit oluyoruz. Pansiyonlara verecek parası da olmayan Orwell, ʺiğneli fıçıʺ olarak adlandırılan ücretsiz berduş barınaklarında kalıyor. Bir barınakta ayda 1 geceden fazla kalmak yasak olduğu için tüm berduşlar Londra içi ve çevresindeki barınaklar arasında mekik dokuyor. Barınak ve kiliselerden aldıkları çay – çörek – margarin ile karınlarını doyurabiliyorlar.
Orwell, sokaklarda geçirdiği 3 senenin ardından ailesinin durumu iyi olduğu için evine dönebilecek kadar şanslı. Ancak evine dönse de, sefillik dönemlerinde yoldaşlık ettiği meslektaşlarını ve berduşları unutmuyor. Bu kitabın son bölümlerini de onlarla ilgili düşüncelerine ayırmış. ʺGeliriniz belli bir seviyenin altına düşer düşmez, insanların kendilerinde size vaaz verme ya da sizin adınıza dua etme hakkını bulmaları çok ilginç.ʺ
Orwell’in sokaklardan çıktıktan sonraki yolu dünyaca tanınan bir yazarlığa doğru evrilirken, belki de bu yolu açan tüyo, kitapta tanıştığımız kaldırım sanatçısı Bozo’dan geliyor: ʺEe, bir şeylerle ilgilenmek lazım. İnsan sokağa düştü diye çayla iki dilimden başka bir şey düşünemeyecek değil ya. Biraz eğitimin varsa, hayatının sonuna kadar sokaklarda yaşasan da farketmez.ʺ
Kapak Fotoğrafı: Timeturk.com
İlginizi çekebilir: Ülker Kaplan’dan Ünlü Yazarların Tuhaf Takıntıları
Bence örnek alınması gereken bir yazar . En hoşuma giden tarafı ise günümüz metropolünde yaşamak zorunda kalan ve de hayatı iş ve ev arasında git gelden ibaret olan günümüz insanına Plongeur’ler iş ve uyku arasında bir ahenk içinde yaşıyorlar, düşünmeye vakitleri yok ve dış dünyanın bilincinde bile değiller demesi geldi tam da bize dokunmuyor mu sizce de ?