Hakan Bilgin: Sevmekten Öldü Desinler Oyunu Röportaj
Metnini Murat Mahmutyazıcıoğlu’nun yazdığı, müziklerini Orhan Enes Kuzu’nun bestelediği ve Ebru Kara’nın yönettiği oyun Sevmekten Öldü Desinler, Jest Tiyatro’nun en güncel oyunlarından biri. İstanbul’un kenar mahallelerinde başlayıp şöhret basamaklarını tırmanan bir kadının hikayesinin anlatan Sevmekten Öldü Desinler oyuncularıyla bir araya geldiğimizde o kadar keyifli anlar yaşadık ki; Hakan Bilgin, Hande Subaşı, Bülent Alkış, Ceren Taşçı, Canan Atalay ve Serdar Yeğin ile ayrı ayrı röportaj yaptık! Gelin Hakan Bilgin ile yaptığımız röportajın ayrıntılarına bakalım!
Merhabalar, öncelikle sizlerle bir araya geldiğimiz için çok mutluyuz. Biz sizi uzun süredir yer aldığınız projeler ile birlikte takip ediyoruz ancak detaylı olarak bilmeyenler için, hikayenizi kısaca bir de sizden dinleyebilir miyiz?
Epey yaşlı bir tiyatro oyuncusuyum ama aslında İşletme Fakültesi mezunuyum. 1990 senesinden itibaren Ortaoyuncular Ferhan Şensoy ile başlayan süreçte profesyonel olarak tiyatro oyunculuğu yapmaya başladım. Orada bir 7-8 sene çalıştıktan sonra Uğur Uludağ’ın Espri Standartları Enstitüsü kurumunda çalışmaya devam ettim. Tiyatro hayatım da hep devam etti, hiç bitmedi. Televizyon, sinema, dizi bir şekilde hayatımda yerini aldı ama tiyatro bizim antrenman alanımız. Sevgili Emre’nin dediği gibi ‘’er meydanı’’… Oyunculukla ilgili bir iddian varsa sahneye çıkabiliyorsun ve bunu test edebiliyorsun, kendine yakıştırabiliyorsun. Tiyatroyu o bağlamda çok seviyorum. Hem de özgür hissettiğim yerlerden biridir tiyatro salonu. Dolayısıyla yapmaya da devam edeceğiz inşallah hayatımız izin verdiği sürece.
Sizin bir de TEDx konuşmanızı vardı, o nasıl gelişti?
Evet, o süreç de bundan bir dört sene önce. Bir üniversitede konuşmaya çağırmışlardı televizyona falan çıkıyoruz diye. Konuşmanın daha sağlıklı geçmesini istediğim için onlara ne anlatabilirim diye düşünüp, ben sizin Hakan abiniz olsaydım ne anlatırdım diye düşünerek anlatmaya başladım. Bir baktım ki 600 kişi gelmiş epey fazla yani ben o kadar beklemiyordum. Televizyondaki Hakan Bilgin’e o kadar kişi gelmez diyordum ama gelmişti. Sonra ben de kendilerini fark edebilecekleri, insanların kendi hayatlarındaki defolarının, işte burnum orada devreye girdi, aslında hayatlarını açabilecekleri birer basamak olduğunu anlatmaya çalıştım. Önyargısız hayat seçmelerini istedim. Ben hiç kavga etmedim hayatımda, kavga etmeden de yaşanabildiğini ve ayakta durulabildiğini anlatmaya çalıştım. Savaşmadan da bütün eğitim hayatımız boyunca barışçıl çözümler ve problemleri çözmek için eğitim almamıza rağmen savaşmayı tercih etmemizin ne kadar saçma olduğunu anlatmaya çalıştım. Sonra da gülümseyerek hayata baktığınızda kimyanızın değişeceğini, toplumu değiştirebileceğinizi, dünyayı değiştirebileceğinizi anlatmaya çalıştım. Sonra bu çok sevildi, beni alıp Türkiye genelinde dolaştırdı üniversite. 46 bin lise son sınıf öğrencisine konuştum. Sonra o konuşmacı kimliği tanımlandı bana ve TEDx’ten böyle bir talep geldi, TEDx’e gittim. Ben tabii işin kurumsal ve profesyonel tarafından değil dokunduğum insanın verdiği cevabı çok sevdiğim için… İntihardan dönenler oldu, meğer sınıftaki en gıcık olduğumuz insan ne kadar iyi bir insanmış Hakan abi diyen oldu, Hakan abi senin metotla kavga edenleri ayırdım bu metot tuttu bence kimse kavga etmez artık diyen oldu yani ama bunların hiçbirini İsviçreli bilim adamlarının test ettiği bilmem neyle değil Hakan Bilgin’in kendi anekdotlarından yola çıkarak, anladığı kendi öğretilerini bunun doğruluğunu da iddia etmiyorum diyerek anlattım çocuklara. Sadece, ben hayatta böyle yaşadım, böyle de ayakta durdum siz de bir deneyin diye söylediğim bir şeydi ve çok güzel geri dönüşleri oldu. Bu dönüşler dolayısıyla bu konuşma hikayesini çok seviyorum bir de konuşmayı çok seviyorum herhalde anlamışsınızdır çok konuşuyorum. O konuşmalardan evvel de ben tiyatrolar çevresinde kuliste de eski tiyatrocu arkadaşlarımın beynini yiyordum. Sen Pollyanna’sın diyorlardı, sen Gandhi misin, Gandhi’nin kankası mısın diyorlardı. Bu düşüncelerim hiç değişmedi. Onlara karşı başka bir şey söylemedim yani o da sevildi.
Şimdi de Sevmekten Öldü Desinler oyunu ile izleyicilerin karşısındasınız. Oyun bir dönem oyunu, Yeşilçam dönemine odaklanıyor; aynı zamanda bir müzikli oyun. Nasıl çıktı fikir, nasıl gelişti süreç sizler için?
Aslında dönemsiz, bence zaman dilimi yok. Sadece Yeşilçam dönemlerinin klişelerine, Yeşilçam döneminin hikayelerine benzer hikayeler var ama biz bu oyunu alıp Amerika’da oynasak bence siyahiler de bu oyundaki bir sınıf atlama hikayesinden çok keyif alabilirler. Çünkü evrensel bir şey yapmaya çalıştık, zamanı tanımlamamaya çalıştık. Bu dönemde şudur oradan da bu diye ne texte geçen bir şey var ne de bizim üzerinde koyduğumuz rejisel bir şey yok onun için zamansız bir şey. Dediğim gibi Amerikalı biri seyretse bunu Harlem’den çıkmaya çalışan iki tane siyahi kardeşimizin sınıf mücadelesi olarak da görebilir yani bunu baktığımızda. Ortaya çıkış süreci epey sancılı geçti çünkü tek başıma şarkı söylediğim ilk oyun. Bir miktar da dans ettiğim bir oyun ve ben ansambla çok inanan bir insanımdır, bugüne kadar da hep ekip tiyatrolarında oynadım, Ortaoyuncular’da oynadım, Esek’te oynadım. Hep, beraber görüştüğüm insanlarla oynadım. Yani akraba derler ya, tanıdıklarla oynadım. Sadece Bülent ile bir dostluğum, beraber çalışmışlığım vardı. Serdar’la Ceren’le, Hande’yle hiç tanışmıyordum. Benim o aşamayı geçmem biraz daha kendimi geliştirmem gereken bir süreçti, onu hallettim. Şimdi de akraba olduk.
Oyunda Gönül’ün çok sevdiği adam, alkolik ama bestekar Mustafa’yı canlandırıyorsunuz. Nasıl biri Mustafa, siz nasıl hazırlandınız bu role? Hakan Bilgin ile Mustafa arasında nasıl benzerlikler, farklılıklar var?
2.5 ay uğraştık. Müziği yapan arkadaşımızla, Enes ile çalıştık. O tabii bizi çok rahatlattı, çok iyi moraller verdi. Kendimden şüphe ediyordum acaba doğru mu söylüyorum diye. Ve sınavı da geçtik galiba, insanlar da doğru söylediğimi söylediler, arkadaşlarımız da çok başarılı söylediler. Şarkılardan yana hiçbir sıkıntımız yok yani, aştık. Mustafa ezik bir arkadaş. Ben şöyle bir adamım, oradan yola çıkayım; kaderini seven bir adamım. Kaderini değiştirmek için mücadele eden ama duvar kapandığı zaman da yolunu değiştiren bir adamım, inat eden bir adam değilim. Hayat bana bunu sunuyorsa ben bunu severim ve bunun üzerine geliştirmeye çalışırım yani çıktığım yolda eğer o yola ulaşamıyorsam yolda bir durak bulup orada kendime bir hayat kurabilirim. Biraz Mustafa bu konuda cesaretsiz olduğu için yoldan çıkmış durumda. Mustafa’nın yerinde olsaydım Sevda ile daha mutlu bir hayat kurabilirdim ama ne Sevda’yla mutlu bir hayat kuruyor ne de Gönül ile bir hayat kurabiliyor. O kadar pesimist değilim mesela, vazgeçen bir adam değilim, hiç vazgeçmedim hayatımda. Umudumu hiç yitirmedim. Mustafa biraz umudunu yitirmiş onun için de sevmekten ölüvermiş.
Oyun hem melodram, hem değil. Hem çok hüzünlü, hem bol kahkahalı sahneler görüyoruz. Oyunun türü ile ilgili neler söyleyebilirsiniz?
Şöyle tanımlayayım ben sana illa isim koymak gerekirse, isimden daha çok ismin altındaki tanımlamayı söyleyeyim: Oyunda oynayan 5 kişi hem haklı hem haksız, hem suçlu hem suçsuz, hem iyi hem kötü dolayısıyla seyircinin bir taraf tutma ihtimali yok. Seyirci işte ne Mustafa’dan ne Gönül’den ne Hamdi’den ne Sevda’dan ne de Ahmet’ten değil aslında ama bir taraftan da onlardan. Hayatın gerçekliğinde var olan, sen ne kadar iyiysen o kadar kötüsün ya işte orasındaki hikayeyi çok güzel aktaran, bir tarafın değil bir zaman dilimini seyirciye sunan ve çok samimi ve bunun bir tiyatro oyunu olduğunun da altını çizerek sunan bir oyun. Seyircinin de içinde olabildiği, keyif alabildiği, eğlenebildiği bir iş aslında. Bunun melodram kısmı da var tabii ki komedi kısmı da var antimelodram kısmı da var. Biraz sen isim koy. Her seyirci kendine göre bir isim koyabilir bence bu oyuna.
Oyunun temasından da yola çıkarak sizce ‘’sevgi’’ ne anlam ifade ediyor?
Sevmek… Sanırım, siz bana iyi geldiyseniz ben sizi severim; Serdar bana iyi geldiyse ben Serdar’ı severim. Sanırım bencilce bir duygudur sevgi aslında ama aynı zamanda da kendi yaşadığınız sevgiyi de size ben sunabiliyorsam ve sizde bunun karşılığını görebiliyorsam o da aslında egosal bir tatmin. Bu karşılıklı bir hikaye. Tek başına insan oturup da ben olmayan bir varlığı seviyorum, elmayı seviyorum ama elmanın haberi yok hikayesi gibi, çok manalı bulamıyorum. Çünkü elmanın haberi olsa daha çok mutlu olabilirsin. Onun için daha çok mutlu olmak eğer esassa sevginin de gerçek karşılığı oymuş gibi geliyor bana. Bir karşılığı olmak zorunda, bir ilişki kurmak zorundasın ama şunu iddia edebilirim; senin sevdiğin değil seni seven aslında en değerlidir. Çünkü seni sevdiği zaman sen aslında gerçek duygularını, yaşadıklarını, davranışlarını sorgulayabilirsin ve ne kadar karşılık bulduğunu anlayabilirsin. Öteki türlü ben deli gibi seviyorum, belki sapık gibi seviyorum, belki tutkulu seviyorum, belki tehlikeli seviyorum… Mesela en güzel örneği; Eşkıya filmindeki Rahmetli Kamuran Usta, Şener Şen’e der ki: ‘’Ben o kadını o kadar çok sevdim ki en yakın arkadaşımı hapise atacak kadar.’’ Şimdi sevginin bu noktası da tehlikeli bir noktadaysa o zaman bu hikaye biraz karşılıklı olması gereken bir hikaye gibi geliyor bana.
Son olarak, tamamen geniş ve sonsuz düşünerek geçmişten ya da günümüzden biriyle tiyatro sahnesini paylaşabilecek olsanız kiminle sahneyi paylaşmak isterdiniz?
Çok zor bir soru. O kadar öykündüğümüz, o kadar izlediğimiz ve mutlu olduğumuz insanlar var ki… Ben küçükken kendini Metin Akpınar zanneden birisiydim. Televizyonda akşam seyrettiğimiz skeçlerde, sınıftaki arkadaşım Zeki Alasya olurdu ben Metin Akpınar olurdu. Ve buna o kadar özenmişim ki yıllar sonra Küçük Ağa dizisinde ben Zeki abiyle beraber karşılıklı oynadım. Aslında ilahi güç dedi ki, Metin Akpınar olamadın ama al sana Zeki Alasya ile partner olma şansı verdim. Ben bununla çok mutlu oldum. Dolayısıyla bu tür şeylere çok inanan bir adamım. Bir şeyi çok isterseniz oluyor. Mesela televizyonda birini seyrediyorum, ya bu çocuk çok düzgün bir çocuk herhalde bununla arkadaş olurum diyorum, iki sene sonra tanışıyoruz. Bir şeyi gönderince oluyor. Onun için bugüne kadar ne gönderdim de olmadı diye düşünmeye çalıştım. Mesela bugün Emmy alan sevgili Haluk abiyle 1.5 sene dizi yaptım ama tiyatro yapmak da çok isterim Haluk abiyle günün birinde. Dolayısıyla hep öykündüğüm, özendiğim insanların bir şekilde karşılığını buldum. Yabancılardan belki olabilir, Al Pacino ile veya De Niro ile tanışmak isterim. Oynamak çok iddialı ama bir tanışmak, bir orta mecliste oturmak isterim. İlber Ortaylı mesela çok değer verdiğim bir insandır, bir sohbet ortamında oturup bir yarım saat konuşabilme şansını buldum bu da bana yetti. Onun gibi şeyler aslında. Sunay abiyi çok severim onunla sohbet edeyim, Metin Akpınar ile aynı sofrada yemek yemeyi çok isterim. Bu tür şeyler hep insanın hayatında vardır ama şey gibi geliyor, ben mesela oyunculuğu da hayal etmedim. Bir şeyi hayal edip de olmaması durumu beni demoralize edeceği için bir şeyi hayal etmek yerine öykünmeyi seviyorum. Yani onun gibi olmak, onu düşünmek, varlığından güç almak daha keyif veriyor ama hayal edip de olmadığında sanki boş bir çalışmaymış gibi geliyor, faydasız bir çalışmaymış gibi geliyor. Öyle.
Çok teşekkür ederiz!
İlk yorumu siz yazın!