İnterdisipliner sanat yaklaşımıyla dikkat çeken Hamza Kırbaş, yapıtlarını gözlemlerine dayanarak hayata geçirdiğini söylüyor. New York’ta yer alan (RU) Residency Unlimited programına katılan, Art Basel Miami’de gerçekleştirdiği performansıyla dikkat çeken sanatçıyla üretim pratiğine dair konuştum. 

hamza-kirbas-_-pinocchio-syndrome-no8
Hamza Kırbaş, Pinocchio Syndrome No,8

Sanat pratiğinde kavramları ve analizleri imgeler aracılığıyla izleyiciye sunmayı hedeflediğini söylüyorsun. Bunu yaparken izleyiciyi de merkeze yerleştiriyorsun. Üretim pratiğini senden dinleyebilir miyiz?

Evet, sanat pratiğimi interdisipliner bir yaklaşım ile ortaya koymaya çalışıyorum. Bazen bir imge bir kavrama dönüşüyor bazen de bir kavram bir imgeye dönüşüyor. Yapıtlarımın üretim aşamasında ise başlangıç noktası her zaman bir gözlemden doğuyor. Bir kelimenin peşinden giderken o kelimenin bende çağrıştırdığı imgeleri görmeye başlıyorum. Bu imgeler genellikle kendi hayatımdan, kendi gördüklerimden, bir noktada kendi bireysel hafızamdan yola çıkarak toplumsal hafızayı görmeye çalışıyorum. Bireyselden toplumsala bir hareket gibi oluyor ve böylece izleyiciyi de genelde imgelerin merkezine yerleştiriyorum. Bazen bir soru gibi bazen de izleyici ile iletişim kurmaya çalışan imgeler ortaya çıkıyor. Fikrimi bir bütün olarak görmeye başladıktan sonra imgenin kendisi beni bulmaya ve bu imgeler benimle konuşmaya başlıyorlar. Kısacası yapıtın üretim aşamasında zaman, mekân, kavram ve imge bir araya gelmeye başlıyor. Bu fikirler farklı disiplinlerde ortaya çıkıyor; bazen bir animasyon, bir enstalasyon veya bir mekân odaklı yerleştirme.

Sosyolojik açıdan gözlemlerin çalışmalarının da yapı taşlarını oluşturuyor diye düşünüyorum. “Witnesses / Tanıklar” serin bu konunun önemli bir örneği. Serinin çıkış hikâyesini ve çalışmalarını senden dinleyebilir miyiz?

Evet, sanırım bu durumu beş yıl önce keşfettim. Sosyolojik bir bakış açısı ile yaşadığım ânı görmeye başladım. Tabii bu durum birçok okumadan sonra ortaya çıkmaya başladı. Okumalar tıpkı bir gözlük metaforu oldu benim için. Yani bir sosyolog nasıl gözlem yapıyorsa ben de bu bakış açısıyla dışarıda olan biteni neden ve sebepleri ile görmeye çalışıyorum. “Witnesses / Tanıklar” serisi de bu şekilde ortaya çıktı. Pandemiden birkaç ay önce başlamıştım fakat pandemi ile birlikte daha da netleşti. Çünkü bu süreçte birçok toplumsal olaya tanık olmaya başladık, sadece bir odanın içerisinde dışarıda olup bitene tanıklık ediyorduk. Tanıklar serisindeki imgeler hepimizin gördüğü ve duyduğu fakat birçoğuna bir şekilde dahil olmadığımız, hepimizin hayatını etkileyen olguların dışavurumu. Bu seride de izleyiciyi tanık oldukları olgular ile yüzleştirmeye ve bir imge aracılığıyla toplumsal hafızayı canlandırmayı amaçladım.

Bilsart’ta izlediğimiz “Askıda Kalanlar” isimli video çalışman da insan hayatı için önemli olan kavramların içeriklerinin boşaltılarak askıya alınmasını irdeliyor. Nedir bu kavramlar ve sen onların askıya alınmasını eserinde nasıl yorumladın?

2019 yılında Bilsart’ta “Askıda Kalanlar” isimli video yapıtım ile bir solo sergi yaptım. Uzun bir süredir bazı yapıtlarımda uluslararası işaret dilinin alfabesini kullanıyorum. Bu alfabe hem yeni bir iletişim modeli hem de günümüz iletişim modellerine bir tepki olarak ortaya çıktı. “Askıda Kalanlar” video yerleştirmesinde; eşitlik, özgürlük ve adalet kavramlarını geleneksel bir imge olan ve nerdeyse her evin balkonunda asılı olan çamaşır iplerine yerleştirdim. Tabii ki yapıt zaman ve mekân bağlamında evrensel bir imge olarak ortaya çıktı. Bu kavramlar hepimizi ilgilendirdiği gibi doğayı ve hayvanları da ilgilendiren ve hayatımızın merkezinde olan kavramlardı. Asıl odaklandığım nokta ise toplumsal hareketlerde atılan sloganlar üzerine. Bir toplumsal harekette atılan sloganlar var olan sistemi değiştirmeye yöneliktir ve ben de bu toplumsal hareketleri bir iletişim modeli olarak nitelendiriyorum. Elbette toplumsal hareketlerde atılan sloganlar var olan sistemleri değiştirme noktasında çoğu zaman etkili olmuyor. Tabii ki tarihte bir yolculuğa çıkarsak eğer toplumsal hareketlerin ne denli güçlü bir yapıya sahip olduğunu görebiliyoruz. Kısacası dil ile yapılan bir iletişim modelini görsel bir iletişim modeline dönüştürerek sessiz bir toplumsal hareket mümkün mü diye sorguluyorum. Ayrıca bu yapıtın süresi 4’33’’ olarak belirlendi ve John Cage 4’ 33’’ sessizliğin senfonisi performansına da bir göndermede bulunuyor.

pinokyo-2
Pinokyo, Hamza Kırbaş

“Pinocchio Syndrome” serinde dev burunlar bizi karşılıyor. Düzene ayak uydurmuş, sorgulamaktan vazgeçmiş, burunlarının boyunu önemsemeyi unutmuş figürler… Bu seriyi senden dinleyebilir miyiz?

“Pinocchio Syndrome” serisi farklı disiplinlerde üretimler olarak ortaya çıktı. İlk çıkış noktası hepimizin bildiği Pinokyo imgesi ve bu imgeyi toplumsal olanla yeniden yorumlama isteği oldu. Günümüz toplumunu Pinokyo imgesi ile düşünürsek eğer nasıl bir toplum yaratmış oluruz? Birçok etkenin toplumu şekillendirdiğini biliyoruz özellikle son on yıldır dünyada yeni bir düzenin kurulduğunu ve bu düzenin gerçekten bir düzen mi yoksa bir kaos mu olduğunu bilemiyoruz. Sanırım bu seri kendi gördüklerim ve içinde olduğum sürecin bir aynada yansıması gibi yorumluyorum.  Kim bu Pinokyo? Ben miyim? Sen misin? Biz miyiz? Bu durumu bir sendrom olarak ele aldım, hepimizin içinde bir Pinokyo’nun olduğunu düşünüyorum. Bu serideki üretimler 3D animasyonlar, dijital imajlar, kamusal alanda performans olarak yapıldı ve bir sonraki süreçte yerleştirme olarak da birkaç yapıt ekleyeceğim. Ekim ayında New York’ta, kamusal alanda izleyicinin de dahil olduğu ‘’The Pinocchio Syndrome: They are among us’’ performansını gerçekleştirdik. Bu performansta 1988 yapımı ‘’They Live’’ filmine de ayrıca bir göndermede bulundum. 

“Konuşarak bir şeyleri değiştiremiyorsak eğer, sessizce değiştirebilir miyiz?” diyerek yapıtlarında sıklıkla işaret dilinden faydalanıyorsun. Sessizliğin muazzam gücüne inanlardanım ben de. Ama bu tavrın da etkisiz kaldığı pek çok alan oluyor. Sence?

Evet, sessizliği yeni bir iletişim modeli olarak ortaya koydum. Bu anlamda işaret dilini birçok yapıtımda kullandım. Sessizlik tavrının da çoğu zaman seslilik kadar birçok alanda etkisiz olduğunu düşünüyorum. Sanırım bu durum toplumsal bir olgu; görmek, duymak veya gördüğünü görmemek, duyduğunu duymamak tavrı gibi. Sessizliği seçmemin nedeni de bu duruma bir tepki olarak ortaya çıktı. İhtimaller vardır belki de, sessiz bir ihtimal büyük bir ses olabilir diye yola çıktım. Dil ile yapılan bir iletişim modelini görsel bir iletişim modeline dönüştürerek nasıl bir etki yaratacağını görmek istedim. Genelde işaret dilini kullanırken toplumsal hareketlerde atılan ve atılma ihtimali olan yeni sloganlar ürettim. Elbette sessiz veya sesli bir tavrın nasıl etkisiz bir olguya dönüştüğünü Pierre Bourdieu’nun ‘’sembolik elitler’’ kavramı üzerinden sorguladığımızda daha iyi anlayabiliriz.

Teknoloji işlerinin önemli bir parçası. Üretim pratiğinde teknoloji ve dijital yöntemleri nerede/nasıl konumlandırıyorsun?

Teknoloji, üretimlerimde sadece bir araç oldu. Çünkü sadece tekniğin kendisi bir sanat eseri değildir. Ben geleneksel sanat eğitimi alan biriyim; resim, heykel vb. fakat teknolojik araçlar ile çok erken yaşlarda tanıştım. Sürecim boyunca dijital hemen yanımda duruyordu. Video yapıtlarımı üretirken hareketli imgenin statik imgeden daha etkili olduğunu düşünmeye başladım. Yani üretmek istediğim bir yapıtı fikir aşamasında hangi malzeme ile ortaya koyarsam düşüncemi en iyi şekilde bir imgeye dönüştürebilirim diye düşündüm. Tabii süreç böyle devam ederken her şeyi hareketli görmeye başladım ve çoğu zaman yapıtlarıma da bu durum yansıdı. Ayrıca dijital olarak uzun zamandır üzerinde çalıştığım, özellikle mekân odaklı yerleştirme projeleri de var. Özellikle 3D animasyon imgeler yaratmaya başladığımda amacım bu mekân odaklı yapıtları bir proje dosyasına çevirmekti. Animasyonlarımın çoğunda da görebileceğiniz gibi bir mekânda bir yerleştirme gibi gözüküyorlar. Çünkü bu denli büyük mekân odaklı projeleri hayata geçirmek kolay bir süreç değildi. Tabii bir taraftan bu projeleri yaparken aynı zamanda yüzeyde resim yapar gibi dijitalde animasyonlar ve dijital baskı yapıtlarda üretmeye başladım. Sanırım bu süreç tüm pratiğimi şekillendirmeye devam ediyor. Önümüzdeki yıllarda çok farklı pratiklerde yapıtlar da ortaya koyabilirim.

pinokyo
Pinokyo, Hamza Kırbaş

Dijital sanatın yanı sıra NFT çalışmaların da bulunuyor. Şu sıra gündemin üst sıralarında yer almasa da NFT teknolojisi daha uzun süre hayatımızda olacağa benziyor. Bu konuda ne düşünüyorsun?

Evet, dijital üretimlerime devam ederken 2021 yılının Haziran ayında Binance NFT’nin dünyadan seçtiği 100 yaratıcıdan biri oldum. 3D animasyon yapıtlarım, Binance NFT’de çok kısa sürede dünyanın her yerinde koleksiyonerlere ulaştı. NFT’yi ilk gün bile bir olgu olarak gördüm. Tabii NFT’yi Blockchain teknolojisinde sadece bir damla olarak düşünebiliriz. Çünkü önümüzdeki yıllarda bu teknoloji hayatımızın neredeyse her yerine sızmış olacak. Tabii bu tür teknolojik değişimlerin nasıl etkiler yaratacağını tahmin etmek bazen görünmez olabiliyor. Evet önümüzdeki yıllarda da NFT bir olgu olarak varlığını sürdürmeye devam edecek çünkü bu oluşumun alt zemini çoktan kurulmaya başlandı. Fakat biraz daha sabit bir dengede fiziksel bir sanat galerisinin işleyişinde devam edeceğini düşünüyorum.

(RU) Residency Unlimited sanatçı programına kabul edildin. Şu an çalışmalarına orada devam ediyorsun. Bu süreçten bize bahsedebilir misin?

Dünyanın en prestijli residency programlarından biri olan (RU) Residency Unlimited’da üç ay geçirmek inanılmaz bir deneyim oldu benim için. Özelikle New York merkezli küratörler, sanat yazarları ve galericiler ile görüşmelerim oldu. Bu görüşmelerde yapıtlarımı, sürecimi ve hedeflerimi paylaştım. Süreç boyunca birkaç grup sergisi ve kamusal alanda iki performans gerçekleştirdim. New York sanat ortamında birçok sanatçı ile tanıştım, birçok galeri ve müze gezdim. Benim için deneyimler en önemli olgular ve dünyanın sanat merkezinde böyle bir deneyime sahip olmak gerçekten önemliydi. Residency bittikten sonra da bir süre daha burada kalmaya karar verdim. Yani biraz daha mücadele etmek istiyorum, hayata geçirmek istediğim birçok proje var belki burada destek bulabilirim bunlar için.

powerism-6
Powerism

Art Basel Miami’nin 20. edisyonunda bir performansın ile yer aldın. Bu heyecan verici çalışmayı senden dinleyebilir miyiz?

Elbette, Art Basel Miami’nin 20. edisyonunda, 1 Aralık tarihinde ‘’Powerims’’ performansını gerçekleştirdim. ‘’Powerims’’  performansını ilk olarak 2018 yılında gerçekleştirmiştim. Fakat ‘’Powerims’’ performansının özel bir önemi var benim için çünkü yapıldığı zamana ve mekâna göre yeniden üretilebilen bir yapısı var. ‘’Powerims’’in çıkış noktası çocukların sokakta oynadığı bir sokak oyunu metaforu. Bu oyunda çocuklar salça kutularını ayaklarının altına yerleştirerek bir iktidarcılık alanı yaratıyorlar. Ben de bu tür sokak oyunlarının sosyo-politik alt yapısını incelemeye başladım. Güç, iktidarcılık, zaman ve mekân bağlamında Art Basel Miami’de yeniden şekillenen performans, bir güç alanı meselesini irdeliyor. ‘’Powerims’’ dediğimizde bu gücün her an her yerde olabileceği gerçeğini de ortaya koyuyor. İnsanlığın ilk tarihlerinden itibaren var olan ve gelecekte de var olmaya devam edecek bir yapıya sahip. Zaman ve mekân kavramları bağlamında bir güç alanı olarak Art Basel Miami tıpkı çocukların sokakta oynadığı Powerism imgesinin, oyun metaforunun yeniden üretilen fakat daha büyük bir oyun alanını temsil ediyor. Art Basel Miami’de gerçekleşen bu performans Joseph Beuys’un “Ben Amerika’yı seviyorum Amerika’da Beni” performansına da bir gönderme niteliğinde. Çünkü yapılan Powerism performansında Art Basel Miami’nin zeminine ayaklarım ile temas etmeden fuarı ziyaret ediyorum: “Ben Art Basel Miami’yi seviyorum, Art Basel Miami de beni seviyor.” 

Performans sürecinde fuarı ziyaret eden insanların şaşkın bakışları arasında yürümeye devam ettim. Yaklaşık bir saat boyunca tüm fuarı yürüdüm ve galeri stantlarını ziyaret ettim. Bu performansı kurgularken aslında izleyicinin bir güç imgesi karşısında vereceği tepkiyi merak ediyordum. Birçok ziyaretçi fotoğraf çekti, video kaydı aldı, benimle konuşmak isteyen izleyiciler de oldu. Ama genel bakışlardan şunu hissettim; önceden organize edilen bir performans değildi ve izleyici bunun bir performans olduğunu anlamakta güçlük çekmiş olabilir.

powerism-baski
Powerism

Yurt dışında çalışmak, yaşamak üretimini nasıl etkiliyor?

Yurt dışında üretimlere devam edebilmek sanatçının pratiği ve ele aldığı konular bağlamında değişkenlik gösterebiliyor. Benim sanat pratiğim spesifik olarak bir konuya odaklı olmadığından daha çok evrensel imgeler üzerine kurgulandığından üretimlerim için zaman ve mekân çok fark etmiyor. Tabii olduğun yer de bir süre sonra üretimlerini şekillendirmeye başlıyor. Şimdilik olumsuz bir durum yok hatta gelecekte hayata geçirmeyi düşündüğüm projelerim için doğru yer ve zamanının burası olduğunu hissediyorum. Bakalım zaman bize neler gösterecek.

Sonrası için aklında ne var? Bir solo serginle karşılaşmak ne güzel olur.

Evet sonrası için şimdiden bazı görüşmeler yapmaya başladım özellikle solo sergi için görüşmelerim devam ediyor. Olduğunda bu güzel haberleri mutlaka paylaşacağım.

Daha önce ülkemizden başka bir Art Basel’e katılan sanatçı ikilisi ha:ar’ın bu sene Contemporary İstanbul’da gerçekleştirdikleri performansları hakkında daha fazla bilgi almak için Artsy Magger’ın Disruption: House of Brothers Lounge’ta ha:ar’ın Robotik Heykel-Performansı yazısına bakabilirsiniz.